Salı, Kasım 29, 2005

İhtiyaçtan acilen satılık site! :)


My blog is worth $53,631.30.
How much is your blog worth?


Kazancım bilek zoru,
Yarabbim sen beni koru...

Pazar, Kasım 27, 2005

Venezüela ve Hiçbiryer Ülkesi arasında


İlginç bir diktatör bu Hugo Chavez. Mazoşist ve intihar eğilimli: halkın kendisini iktidardan indirmesine izin veren bir anayasa yarattı ve görevden alınabileceği bir referandum düzenleyerek böyle bir şeyin gerçekleşmesini göze aldı. Venezüella’da olan bu referandum dünya tarihinde ilk kez meydana geliyordu. İktidardan indirilmedi. Ve bu Chavez’in beş yıl içerisinde, sevgili Bush’u tatile gönderecek bir şeffaflıkla kazandığı sekizinci seçim oluyor.

Kendi anayasasına bağlı olan Chavez, muhalefet tarafından teşvik edilen referandumu kabul etti ve kendini halkın iradesine tabi kıldı: “Siz kendiniz karar verin.” Şimdiye kadar başkanlar sadece ölüm, hükümet darbesi, ayaklanma veya parlemento kararıyla iktidarlarına son verdiler. Referandum, yenilikçi bir doğrudan demokrasi biçimini gündeme getirdi. Olağanüstü bir hesap verebilirlik ve sorumluluk: Dünyanın hangi ülkesinde kaç tane başkan buna izin vermeye hevesli olabilirdi? Ve kaç tanesi sonrasında başkan olmaya devam edebilirdi?

Büyük medya şirketleri tarafından yaratılan tiranlığı, korkutucu zalimliği sadece Latin Amerika’da değil dünyanın pek çok yerinde kolayca tökezleyip düşen ve enerjiye ihtiyaç duyan demokrasiye müthiş miktarda vitamin enjekte etti.

Bir ay önce, Tanrı'nın küçük meleği, büyük medya şirketlerinin hayranlık duyduğu demokrat Carlos Andrés Pérez açıkça bir hükümet darbesi ilan etti. Kibar ve açık bir şekilde “şiddet yolunun” Venezüela’da tek olanaklı yol olduğunu doğruladı ve “Latin Amerika’nın kendine özgü yapısının bir özelliği olmadığı için” referandumu küçümsedi. Latin Amerika’nın kendine özgü yapısı, yani bizim eski mirasımız: Sağır ve dilsiz halklar.

Geçen yıllara kadar, seçimler varken Venezüelalılar denize girmeye gidiyordu. Oy kullanma bir zorunluluk değildi ve halen de değil. Fakat ülke tam bir ilgisizlikten tam bir coşku durumuna geçti. Seçimlerin şiddeti, şafak vaktine kadar bekleyen insanların oluşturduğu kocaman kuyruklar, saatlerce süren gergin bekleyiş, oylama aygıtının bütün yapılarını bir sel gibi kuşattı. Demokrasi çökeltileri, ölülerin oy kullanmak gibi kötü bir geleneğine sahip olduğu, bazı yaşayanların ise -belki de Parkinson hastalığından dolayı- her seçimde birkaç kez oy kullandığı bu ülkedeki sahtekârlıktan kaçınmak için kullanılan en son model teknolojinin uygulanmasını da zorlaştırdı.

Tam bir ifade özgürlüğüne sahip olan televizyon ekranları, radyo dalgaları ve günlük gazetelerin sayfaları “Burada ifade özgürlüğü yok!” diye iddiada bulunuyorlar. Chavez rutin olarak hakaret ve yalanlar yağdıran bu ağızların birini bile kapatmadı. Kamuoyunun fikrini zehirlemek için düzenlenmiş, cezalandırılmayan kimyasal savaş devam ediyor. Venezüela’da kapatılan tek televizyon kanalı -Kanal 8- Chavez’in kurbanı değildi. Nisan 2002’de birkaç günlüğüne başkanlığı ele geçirenlerin, hükümet darbesi sırasında çabucak geçiveren saatlerinde yaptıkları bir şeydi.

Ve Chavez hapisten çıktığında ve çok yoğun bir kalabalığın arasında başkanlık koltuğuna yeniden oturduğuna büyük medya şirketleri haberleri vermediler. Özel televizyon tüm günü Tom ve Jerry çizgi filmlerini oynatarak geçirdi.

Kral çalkantılı nisan günlerinin çekildiği görüntüleri ödüllendirince, bu ibretlik yayınlar İspanya Kralı’nın kaliteli gazetecilik ödülüne layık görüldü. Bu görüntülerin çekilmesi bir dümendi. Vahşi Chavez yanlılarının masum silahsız hasımlarının yaptığı bir toplantıya ateş açtığını gösteriyordu. Çürütülemez kanıtlarla gösterilen şeylere göre böyle bir toplantı hiç yapılmamıştı. Fakat görünüşe göre bu ayrıntının önemi yoktu, çünkü ödül geri alınmadı.

Çok kısa bir süre öncesine kadar petrol cenneti Suudi Venezüela’da yapılan nüfus sayımı resmi olarak bir buçuk milyon kişinin okuma-yazma bilmediğini ve medeni haklardan mahrum kayıtsız beş milyon Venezüelalı olduğunu tespit etti.

Bunlar ve başka pek çok görünmez insan, kimsenin ikâmet etmediği Hiçbiryer Ülkesi'ne geri dönmeye istekli değil. Bu kadar yabancı olan ülkelerini fethettiler: Bu referandum bir kez daha burada kalacaklarını kanıtladı...

Eduardo Galeano
(Uruguaylı gazeteci, yazar ve serseri)

Cumartesi, Kasım 26, 2005

Savaş meydanlarından Pembe Panter'e...


1930'larda Piaggio uçak fabrikası


Aslında tüm hikâye, tam olarak 121 yıl önce, 1884'de, Rinaldo Piaggio'nun İtalyan demiryolu şirketine "lokomotif kazanı" üretmek için bir atölye kurmasıyla başladı.

"Lokomotif kazanı üreten piston yapmayı, piston üreten de uçak yapmayı öğrenir" mantığı ile bu küçük atölye, 1915'de uçak motoru üretimine geçer. Sadece 10 yıl sonra, Finale Ligure kasabasındaki bu atölye, "seri uçak üretimi"ne geçecekti... (*)

Belki şaşıracaksınız ama dünyanın ilk helikopterlerinden biri, eskiden "lokomotif kazanı" üreten bu atölyede imal edilmişti! 1930'da Corradino D'Ascanio tarafından üretilen bu helikopter, dünyanın ilk çift rotorlu (birbirinin aksi yöne dönen çift pervaneli sistem) uçan aracıydı. Çift rotor sistemi ve türbülans kanatçıkları (winglet) sistemleri de bu küçük atölyede doğdu.


Corradino D'Ascanio'nun kullandığı DAT 3. Kanatçıklar net bir şekilde görünüyor.

İkinci Dünya Savaşı'nın patlamasıyla birlikte, Piaggio firması için zor zamanlar başlıyordu... İtalya'nın faşist lideri Benito Mussolini, Hitler'in yanında savaşa girmişti ve ülkeye acilen savaş makineleri lazımdı. İkinci Dünya Savaşı'nın hava muharebeleri tarihine geçmeyi hakeden "tek İtalyan", son derece başarılı bir bombardıman uçağı olan Piaggio P-108'di. Ve bu uçağın şasisine şekil veren presler, ilerde "bir motosiklete" hayat verecekti...

Piaggio'nun ürettiği dikine havalanan helikopterler, Alman genelkurmayının ilgisini çekmekte gecikmez. Luftwaffe'nin İkinci Dünya Savaşı'nın son günlerine sadece birkaç adet yetiştirebildiği dünyanın ilk muharebe amaçlı helikopterinin Focke Ackgelis FA-223'in tasarımı da, yine Piaggio mühendisleri tarafından yapılmıştı.

1944 yılı boyunca Amerikan hava kuvvetleri tarafından bombalanan fabrika, İtalya'nın teslim bayrağını çekmesi üzerine, İngiliz ve Amerikalı mühendisler tarafından didik didik edildi. Amerikalılar inceliklerine henüz vâkıf olmadıkları pek çok teknolojiyi ülkelerine götürdükleri gibi, Piaggio'nun uzun bir süre hava taşıtı üretmesine de izin vermeyeceklerdi!

Peki, ne yapmalı? Elde, savaş döneminden kalma yüzlerce torma tezgâhı ve pres makinesi vardı... Piaggio ailesinin ikinci nesil temsilcisi Enrico Piaggio kritik bir karar vermek zorunda kalır. Savaş yorgunu İtalyan halkına araba üretemeyeceğine göre, onun yerine "satın alabilecekleri" bir şeyi yani motosiklet üretmeliydi!


Enrico Piaggio ve İtalya'nın sembolü olacak Vespa'lar...

Savaştan hemen sonra, 1946 yılında üretimine başlanan bu motosiklete, aerodinamik yapılarından ötürü yuvarlak hatlar taşımak zorunda olan uçakların pres makineleri şekil vermişti. Eldeki tüm presler eğimli olduğu için bu motosikletin şasisi de yuvarlak hatlara sahipti. Hatta bu motosiklete adını da, bir arının gövdesini anımsatan şasi verecekti: Vespa yani "eşek arısı"...

Peki, bu motosikletin en ünlü kullanıcısı kimdi dersiniz? "Roma Tatili"nde arkasına Audrey Hepburn'ü alan Gregory Peck mi? Yarışmadığı zamanlar Vespa'sını kullanan F1 pilotu Michael Schumacher mi? Umberto Eco mu? Ya da "vahşi batı" filmlerinin atından inmeyen kovboyu John Wayne'in ta kendisi mi dersiniz?

Hiçbiri değil. Doğru cevap, "Pembe Panter" olacaktı... :)





(*) Not 1: Dünyanın savaş uçağı seri üretimine geçen ilk atölyelerinden biri de ilginçtir, Türkiye'deydi! Vecihi Hürkuş'un 1920'lerde önce Kayseri'de, ardından da işadamı Nuri Demirağ ile İstanbul-Beşiktaş'ta kurdukları fabrikanın acıklı öyküsünü, gelecek yazıda anlatacağım. Piaggio'nun öyküsü, benim için Vecihi Hürkuş'a destek verilmesi halinde neler olabileceğinin bir göstergesidir. Neyse, bu ikinci hikâyeyi salı günü anlatacağım...

Not 2: Vespa'ya dair bir süre önce yazdığım bir yazı daha vardı. Bana meraklılarından Vespa'ya ilişkin çok sayıda soru gelmeye başlayınca, bu motosikletin "cemaziyelevvel"ini anlatmak şart oldu.

Salı, Kasım 22, 2005

Summer Of Code'un faydaları


Bir süre önce "kafayı taktığımı" ilan ettiğim Inkscape yazılımından, yine burada bahsetmiştim. Görünüş o ki, Inkscape'e olan aşkım, daha da büyüyecek. 0.01'lik bir artışla 0.43 sürümüne ulaşan bu muhteşem yazılım, o "yüzde 1'lik kısıma" inanılmaz yenilikler yüklemiş! Yenilikler içinde en çok sevindiğim, hiç kuşkusuz "Connectors" aracı oldu.

Bu arada "Inkboard" aracından da bahsetmeden olmayacak. Eskiden "Netmeeting" kullananlar hatırlayacaktır, "Whiteboard"a kalemle çizilen tüm resimler karşı tarafta görünürdü... Şimdi bunun bir de Freehand üzerindeki halini düşünün! Jabber'ın kullandığı XMPP protokolünü kullanan bu modül sayesinde Inkscape'de çizdiklerinizi "eşzamanlı olarak" internet ortamındaki diğer Inkscape kullanıcıları ile paylaşabilecek ve hatta ortak çalışma yapabileceksiniz.

Freehand, Illustrator ve diğer Adobe ürünlerinde olmayan bu özellikleri, peki neye borçluyuz? Google'ın "Summer Of Code" programı çerçevesinde Inkscape'e verdiği desteğe elbet! Google bir süredir, dört genç yazılımcının tüm masraflarını Inkscape adına karşılıyor...

Madem bir yazılım duyurusu yaptık, tam yapalım. 0.43 sürümündeki yenilikler şunlar:

  • Connectors: A new Connector tool implements creation, editing, and autorouting (object-avoiding) of connector lines between objects. Indispensable for diagramming. (A Google SoC project.)
  • Inkboard collaborative editing: You can now connect to other Inkscape users over the Net and edit a shared document together, watching others' changes and making yours! (A Google SoC project.)
  • Pressure and tilt sensitivity: the Calligraphy tool can now use a tablet pen with pressure/tilt support to vary the width and angle of the calligraphic stroke.
  • Better node editing: You can freely drag/bend/stretch a Bezier curve by any point (not only by a node), as well as add a new node at any point on the curve.
  • New extensions for envelope distortion, whirling, and adding nodes.
  • Improved precision, expanded limits, many usability improvements and bugfixes.

Inkscape'in Linux masaüstlerinde sık kullanılan Tango gibi birçok simge setinin yaratılmasında kullanılan yazılım olduğunu biliyoruz. Merak etmedim değil; Pardus'un grafik tasarımını hazırlayan Umut Pulat, Tulliana simge setinde Inkscape'i mi kullandı?

Bu arada güzel haberler bitmiyor. Xara firması Xara Extreme'i Linux'a port edeceklerini ve bundan sonra bu yazılımı GPL ile dağıtacaklarını açıkladı!





Not: Inkscape'in Türkçeleştirilmesi henüz tamamlanmadığından, yenilikler listesinin İngilizcesini koydum. Kusuruma bakmayın.

Not 2: Elalem Inkscape ile uçağını boyuyor! Açık yazılımı seviyorum :)...

Cuma, Kasım 18, 2005

Çekik gözlü ölüm


Geçen hafta yazdığım Amerikan Ordusu'nun Felluce'de kimyasal silah kullanma hikâyesi, Türkiye gündemine epey gecikmiş bir şekilde de olsa, nihayet düştü... Haber dün NTV ve CNN Türk haber bültenlerinde üçüncü haber olarak geçti. Pentagon sözcüsü Yarbay Barry Venable, doğruluğu tartışılamayacak bu görüntüler karşısında "Savaşan düşmana karşı yangın bombası olarak kullandık" derken, fosfor bombasının bir kimyasal silah değil, konvansiyonel bomba olduğunu söylemiş. Eskilerin "secaat arzederken sirkatin söylemek" dedikleri tam bu olsa gerek...

Burkina Fasa Fiso Halk Cemahiriyesi "vatandaşları" olarak madem gündemi bir hafta öncesinden izliyoruz, bildiğimiz yolda devam edelim.

Benden duymamış olun ama önümüzdeki günlerde, Çin'de varlığı uzun bir süredir kulaktan kulağa fısıldanan ama artık reddedilemez bir noktaya varan bir gerçeği konuşmaya başlayacağız: "Çok uluslu şirketlerin toplama kampları"nı!

Evet, yanlış okumadınız... Dünyanın bir köşesinde çalışma kampları hâlâ var! Tıpkı Nazilerin Yahudiler, Polonyalılar, Çingeneler ve eşcinseller için açtığı kamplar gibi! Hatta Auschwitz kampının girişindeki ünlü "Arbeit Macht Frei" (Çalışmak özgürleştirir) mottosunun yerini "Laodong Gaizao" (Çalıştırmak dönüştürür) almış. Bu kampların tek bir farkı var: Yahudi ve Çingenelerin yerini, burada Çinliler almış durumda!

Peki, ne yapılıyor bu kamplarda? Çin Komünist Partisi'nin 1950'lerde aldığı bir kararla kurulan LaoGai çalışma kamplarında bugün önemli bir kısmı "politik suçlu" olmak üzere, çeşitli sebeplerden dolayı hüküm giymiş 4 ila 6 milyon tutuklu mevcut. Tam sayısı bir "devlet sırrı" olan bu kamplardan tüm Çin Halk Cumhuriyeti'nde 1.100 kadar olduğu tahmin ediliyor.

1990'ların sonunda Çin Halk Cumhuriyeti'nin kapılarını dünyaya açmasıyla beraber, bu kamplar "ucuz işgücü" arayışındaki çok uluslu dünya devleri için bulunmaz bir fırsat oldu. "Çin Mucizesi", kulaktan kulağa anlatılan ve "ayda 15-20 dolara çalışan ve hiç şikayet etmeyen işçiler"in sırtı üzerinde yükseliyordu. Çin malı tekstil ürünleri, bir milyon liralık elektronik saatler, 30-40 milyona satılan iş makineleri herkesin işine geliyordu. Ve kimsenin de işine gelmiyordu sormak: "Nasıl?" Çok uluslu firmalarsa Çin Hükümeti ile yatırım pazarlıklarını, kendilerine sağlanacak "LaoGai" işçilerinin sayısı pazarlığına çoktan dökmüşlerdi bile.

Evet, bu hapishanelerin kapısında yazan "Çalışmak dönüştürür" sloganı bir doğruyu işaret ediyor: Çinli mahkûmların elinde basit bir deri parçası önce bir Adidas topuna, sonrasında ise dünya pazarında çil çil dolarlara dönüşüyor...



Ortalıkta, LaoGai fabrikalarına dair korkunç raporlar dolaşmaya başladı. Avrupa Parlamentosu'nun dünkü birleşiminde de gündeme gelen bu konu, önümüzdeki günlerde tartışılacak konuların ilk sıralarına yerleşecek.

Peki, hangi uluslararası firmalar, üretimlerini her biri "bir şirkete" dönüşen LaoGai çalışma kamplarında yaptırıyor? Uluslararası insan hakları örgütlerinin raporlarında pek çok dev firmanın adı geçiyor: PepsiCo, Gatorade, Coca-Cola Company, Kellogg, Bosch, Puma, Adidas ve bu satırlara sığmayan diğerleri...

Acaba "bu liste" de NTV ve CNN Türk'de yer alır mı dersiniz?

Pazartesi, Kasım 14, 2005

Akıl defteri: Moleskine


Fransızların Moleskin, İtalyanların ise Moleschino dedikleri "akıl defterleri", bugüne dek Van Gogh'dan Ernest Hemingway'e, Paul Eluard'dan Pablo Picasso'ya kadar pek çok ünlü yazar ve sanatçının notlarını almasını sağladı. Moleskine'lerin ilk sayfasında şöyle bir ifade yer alır:

"In case of loss, please return to:
.........................................................
.........................................................
.........................................................
As a reward: $ ........."

A. Murat Eren'in de söylediği gibi, uzun süre kullanılanların üzerinde öncekilerin üzerini çizerek giderek artan meblağlar görebilirsiniz :). Moleskine kullanıcıları için, bu "akıl defterleri" üzerine not alınacak basit kağıt parçalarından çok fazlasıdır. Öyle ki, Moleskine'leri avuçiçi bilgisayarlar ile bir tutup, onlara özel "hack" geliştirenler bile var!

"Bu defterlerde ne var bu kadar anlatacak?" diyebilirsiniz elbet. Aslında fazla bir şey yok, bizi o defterin kendisinden çok, içini birbirinden ilginç yazı ve resimlerle dolduran beyinler ilgilendiriyor. Düşünsenize: Düz, asitsiz, hafif sarı renkte ve bir lastikle bağlanan bir "garip" defter! Ama içine bugüne dek onlarca şair, şiirlerinin ilk mısralarını yazmış; sayısız ressam tablolarının ilk taslaklarını üzerine çiziktirmiş...

Biz Moleskine'i biraz da bunun için seviyoruz. Anlatacak şeyi olanların "defteri" olan Moleskine'ler, yaklaşık 200 yıldır insanoğlu belleğinin önemli bir parçası oldu. "Düşünce ile kağıdın arasına" klavye, LCD ekran, avuçiçi bilgisayar kalemi (stylus) ya da ruhsuz yazıcıları sokmaksızın kullandığınız bir araç...

Bilgisayarların çıkmasından sonra kalemi kullanmayı unutmayanların, masasında ya da üstünde bir yerlerde hep bir kurşun kalem ve silgisi olanların defteridir Moleskine. Onu bu nedenle de çok seviyoruz. Çünkü anlatacak çok şeyimiz var...

Bu nedenle yeni bir site kurduk. Adını da bu defterlerin ilk adlarından biri olduğu varsayılan Moleschino koyduk. Şimdilik pek bir yazı yok ama inanın, anlatacak çok şeyimiz var...

Eğer siz de kafanıza sık sık bir şey takılıp, onu araştırıp öğreninceye kadar rahat edemeyenlerdenseniz, sizi de aramıza bekliyoruz. Popüler kültüre dair, edebiyata dair, bilime dair, çizgiromana ya da ne bileyim işte hayata dair anlatmak istediklerini yazacağınız bir "akıl defteri"miz var artık. Arada sırada, gerçek defterlerden sayfalar da koyacağız elbet :)...

Cumartesi, Kasım 12, 2005

Gözünüze görünemem,
Göze görünmez ölüler...


Bu yazıyı yazmadan önce çok düşündüm. Yazmalı mıydım? Belki kahvaltınızı boğazınıza dizeceğim, belki de "Ne gereği vardı?" diyeceksiniz...

Yazmalıydım. Ölüler kapımızı birer birer çalıyor, siz görmüyor olabilirsiniz onları, çünkü göze görünmezmiş ölüler...

Felluce'de yaklaşık bir yıldır dünya basınının sözünü etmediği sivil kayıpları, "göze görünmeyen ölüleri" nihayet bir İtalyan gazeteci, Sigfrido Ranucci gördü. Irak'ı "kitle imha silahları"na sahip olduğu gerekçesiyle işgal eden ama sonrasında bu silahları bulamayan Amerika Birleşik Devletleri, bir süredir Felluce'de "kimyasal silah" kullanıyor...

Bu silahın adı, Beyaz Fosfor. Amerikan askerlerinin taktığı adla söylemek gerekirse, "Willy Pete"... Napalm bombasının oğlu da diyebilirsiniz. Tek farkı, bu yangın bombasının Amerikan ordusu için "ekonomik değer" anlamına gelen binalara, petrol tesislerine ve hatta insanların giysilerine bile zarar vermeksizin, sadece canlı dokuları yakması. Felluce sokaklarındaki, günlük kıyafetlerinin içinde kömürleşen cesetler, "Beyaz Fosfor"un marifeti...

İtalyan Rai24 televizyonu muhabiri Sigfrido Ranucci'nin Felluce'ye gizlice girerek çektiği bu görüntüler, 1980 tarihli Konvansiyonel Silahlar Konvansiyonu ile yasaklanan bu kimyasal silahın Irak'ta sivil halk üzerinde nasıl kullanıldığını belgeliyor. ABD'nin kara mayınları dışındaki maddelerini imzalamayı reddettiği bu konvansiyon, sivil halka karşı misket bombası, yakıcı silah ve lazerin kullanımını engellemeyi amaçlıyor.

Amerika Birleşik Devletleri ordusu Irak'ta hâlâ kimyasal silah arıyor... Felluce'ye bakmaları yeterli halbuki. Onlar kimyasal silahları, dünyanın geri kalanı ise ölüleri görmemeye devam ediyoruz...

Kapıları çalan benim
kapıları birer birer.
Gözünüze görünemem
göze görünmez ölüler.

Hiroşima'da öleli
oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım,
büyümez ölü çocuklar.

Saçlarım tutuştu önce,
gözlerim yandı kavruldu.
Bir avuç kül oluverdim,
külüm havaya savruldu.

Benim sizden kendim için
hiçbir şey istediğim yok.
Şeker bile yiyemez ki
kağıt gibi yanan çocuk.

Çalıyorum kapınızı
teyze, amca, bir imza ver.
Çocuklar öldürülmesin
şeker de yiyebilsinler.

Nâzım Hikmet - Ölü Kızcağız
(...)

Biliyorum. Bu güzel hafta sonunuzu belki de mahvettim... Yoksa gerçekten de "göze görünmez" mi ölüler?

Cuma, Kasım 11, 2005

Pardus RootFS 0.2 ve sonrası


Yoğun bir dönemdeyim. Geçen hafta ofisimize yeni oturma grupları, duvarlara asılacak mimari çizimler, posterler, IKEA'dan alışveriş, kablosuz ADSL erişimi derken, ofisteki mevcut bilgisayarları da baştan aşağı elden geçirdik. Bu yazıyı, demin geçici bir masa ile yerleştiğim yeni odamdan yazıyorum.

Yeni bir ofisin altyapısını kurmak, son derece ilginç bir deneyim. Özellikle de ofisinizde medya ve yayıncılık temelli bir iş yapıyorsanız...

Genelde bu tür ofislerde en büyük sorun; Windows ile Macintosh tabanlı sistemleri birbirleriyle eşleştirmektir. Özellikle "konuşturmak" demiyorum çünkü bir şekilde birbirini görmeyi başaran bu sistemler arasındaki asıl sorun, çok daha girifttir. Mesela şöyle bir örnek verebilirim, çoğu zaman Truetype fontlar bile iki sistemde farklı şekillerde görünür... İşin kötüsü, Macintosh tarafında sistem 9.x'e dek azalan bu tür sorunların, Mac OS X ile tekrar azmış olması!

Şimdi, gelelim en çok merak edilen sorunun cevabına... Pardus bu iki sistem ile ne kadar uyumlu? Gerçek bir ofis ortamında, özellikle de medya ve yayıncılık temelli bir çalışma ortamında nasıl bir alternatif sunuyor?

Bu sorunun cevabını merak edip, Linux'u iyi bilen bir arkadaşla bunun deneyini yaptık. Pardus Çalışan CD 1.0b ve RootFS 0.2 ile yaptığımız testlerin sonuçları son derece ilginçti.

Kelime işlemci tarafında OpenOffice'in gösterdiği uyumun, beni şaşırtacak derecede iyi olduğunu söyleyebilirim. Linux altında OpenOffice ile yaratılan tüm dosyalar, Macintosh altında rahatlıkla açılıyordu. Macintosh için NeoOffice/J adıyla geliştirilen OpenOffice 2.0 portu, henüz alpha aşamasında olmasına rağmen tatmin edici bir performans gösterdi. Ne yalan söyleyeyim, Windows'tan Mac ortamına taşınan dosyalarda yaşanan problemlerin çok daha azı, Linux ile Mac arasında karşımıza çıktı!

Bu arada, en az sorunu yaşatacağını düşündüğümüz PDF formatında bazı uyumsuzluklar ile karşılaştık... KPDF çok hafif ve hızlı bir yazılım olmasına rağmen, bazı dosyalarda yazı karakterlerini boyutlamada ve resimleri doğru yere yerleştirmede bazı sorunlar yaratıyor. Sanırım doğrudan Acrobat Reader'ın Linux sürümünü kullanmamla bu sorun da çözülecek... OpenOffice yazılımındaki PDF kaydetme özelliği, bir yayınevi için muhteşem bir avantaj!

İnternet tarayıcısı ve elektronik posta istemcisi tarafındaysa Pardus'un fazlası var, eksiği yok. RootFS 0.2'de garip bir şekilde görev çubuğundan kaldırılan Mozilla Firefox, internet tarafındaki tüm ihtiyaçları karşılıyor. Thunderbird ise Outlook Express'in pabucunu dama fırlatan bir yazılım. Uzun bir süredir Windows ortamında iyi bir adres defteri uygulaması arayan eşimin, Kontact'a aşık olması ise bizim için günün sürprizi oldu...

Masaüstü deneyiminde ise, Pardus'un Windows'tan çok daha kolay bir arayüz ile geldiğini söyleyebilirim. Özellikle de yapılandırma yöneticisi Çomar'ın neredeyse "sezgisel" diyebileceğim bir kullanımı var.

Sonuç olarak, Pardus şu haliyle bile, rahatlıkla bir yayınevinin ihtiyaçlarına cevap verebilecek durumda...

Bu arada, Pardus RootFS 0.2'nin en alışamadığım kısmı, programlar menüsünün son derece kalabalıklaşmış olmasıydı. Geliştiricilerin, RootFS üzerinde olabildiğince çok sayıda yazılımın uyum sorunlarını görebilmek için böyle bir yol izlediklerini tahmin ediyorum. Nitekim, Pardus yol haritasında açıklanan planı eğer "yanlış okumadıysam", ayın 14'ünde yani üç gün sonra çıkacak olan Alpha sürümünde, kurulu paket sayısı azaltılacak...

Pardus'un ilk sürümünün çıkışına, alpha, beta ve aday sürümler dahil sadece 45 gün kaldı. RootFS 0.2'de gördüğüm kadarıyla, gelinen aşama "işin kabasının" bittiğini, bundan sonraki sürecin son düzenlemelere ve testlere kaldığını gösteriyor.

Pardus 1.0 Alpha sürümüyle önümüzdeki bilgisayarlara kurabileceğimiz bir ISO'ya sahip olacağız. Artık bundan sonra işin önemli bir kısmı, Türkiye'nin yeni işletim sisteminin "resmi testçi"lerine düşecek... Eğer siz de "Pardus resmi testçisi" olmak istiyorsanız, proje yöneticisi Erkan Tekman ile buradan iletişime geçebilirsiniz.





Not 1: Pardus'un benim açımdan en güzel yanlarından biri, Uluzilla'ya girdiğim hemen hemen tüm hata girdileri ve geliştirme/düzeltme taleplerimin ciddiye alınarak, üzerinde çözüm üretilmiş olmasıydı. Bir işletim sistemi tasarlanırken "Üç boyutlu modellendirme yazılımı Blenderpaketlere koyalım, isteyenler Windows ortamında muadili birkaç bin dolar olan bu yazılımı sistemlerine kurabilsinler" gibi bir uç talebin bile ciddiye alınarak bu yazılımın depoya eklenmesi, Linux platformunun demokratik yapısını ortaya koyuyor.

Perşembe, Kasım 10, 2005

Yağmur yağdı, sen bana ördek dedin!


Bir süredir benden Malumatçı Baba Tahir ve Nef'i hikâyelerinin devamını isteyenler var. Baba Tahir'e dair bir hikâye fırında ama önce bir Sansürcü Kara Kemal Bey anektotu patlatalım :)...

Osmanlı tarihinin en karanlık dönemlerinden biri, hiç kuşkusuz, "İstibdat dönemi" de denen, Abdülhamit'in 30 yıllık diktatörlük rejimidir. Abdülhamit döneminin basına karşı uyguladığı baskılar, muhteşem sansür kararnamelerinin doğmasına neden olmuştu.

Burkina Fasa Fiso yine yapacağını yapıyor ve "muhteşem bir belge" yayınlıyor. Mabeyn'den yani Yıldız Sarayı Başkâtipliği'nden Matbuat Müdürlüğü'ne gönderilen bir talimatnameyi, yani tarihi bir sansür kararnamesini sizlerle paylaşıyoruz!

Yıldız Sarayı Hümayunu
Başkitabet Dairesi

1- Her şeyden önce Padişah'ın değerli sağlığına, ürünlerin durumuna, ticaretin ve sanayinin gelişmesini bildiren haberlere öncelik verilmesi;
2- Milli Eğitim Bakanlığı'nın ahlak açısından onaylamadığı hiçbir romanın ve yazı dizisinin (Örneğin, parklarda dolaşan genç çiftler- AI) veya yazı dizisinin yayınlanmaması;
3- Bir sayıda yayınlanamayacak kadar uzun ve edebi ve bilimsel yazılara yer verilmemesi. "Devamı var", "Devamı yarına" gibi deyimlerin kullanılmaması;
4- Yazıda boşlukların bırakılmaması, çünkü bunlar bir takım kötü sanılara (Sansür gibi! -AI) ve kafaları karıştırmaya yol açabilir;
5- Kişilere sataşılmaması; bir vali ya da mutasarrıfın hırsızlık yaptığı, para yediği, adam öldürdüğü veya ayıplanacak bir iş yaptığı söylenecek olursa bunun saklanması gerektiği;
6- Kişilerin ve vilayet ahalisinin bazı yolsuzlukları bildirmek için hükümdara verdikleri dilekçelerin yayınlanması kesinlikle yasaktır;
7- Tarihte ve coğrafyada özelliği olan bazı adların kullanılmamaması, örnek Ermenistan;
8- Yabancı hükümdarlara karşı her ne biçimde olursa olsun, girişilen suikastleri veya yabancı ülkelerdeki kışkırtıcı gösterileri yazmak yasaktır. Çünkü yasalara saygısı olan barışsever halkımızın bunları duyması iyi olmaz.
9- Bazı kötü niyetli kişilerin yersiz yorum ve gözlemlerine yol açabileceği için bu talimatnamenin de gazetelerde yayınlanması yasaktır.

Serkâtibi Hazreti Şehriyari Tahsin

(...)

Bunun gibi pek çok talimatname Babıali gazetelerine ulaşacaktı... Kararnamelerde yazılmayan, ama Kara Kemal Bey gibi ünlü sansürcülerin ellerinden kurtulmayan bir diğer yasak listesi daha vardı: Yasaklı kelimeler listesi!

O dönemden kalma belge ve anılarda yasak kelimelerin şunlar olduğu belirtiliyor: Grev, suikast, ihtilal, dinamit, dinamo (dinamiti anımsattığı için), infilak, kargaşalık, hal (hükümdarın halli yani tahttan indirilmesi anlamına gelebilir!), Kanunu Esasi (Anayasa), hürriyet, vatan, Bosna, Hersek, Makedonya, Girit, Kıbrıs (Çünkü bu eyaletler elden gidiyordu!), Yıldız, Murad (Mutluluk anlamına gelen bu kelime insanlara Sultan Murat'ı anımsatabilir), istibdat, cumhuriyet, burun (Abdülhamit'in burnu büyük olduğu için bu kelime yasak edilmişti), mebuslar, bomba, tahtakurusu (Yanlışlıkla "tahtı kurusun" diye okunabileceği için!), anarşi, sosyalizm, kardeş (Bu kelime de Sultan Murat'ı anımsatabilir!), veliaht, müsavat (eşitlik), Mithat Paşa...

Servetifünun gazetesinin sahibi ve başyazarı Ahmet İhsan sansürle ilgili anılarında şöyle diyordu:

"Sansür son dereceyi bulmuştu. Hamidiye suları yeni akıtılmış ve çeşmeler açılmıştı. Dr. Besim Ömer Paşa, sular hakkında bir makale yazdı. Çeşme başında bir ihtiyar adamın dua ettiğini gösteren artistik bir renkli resim de basılacaktı. Sansür dairesinden Kara Kemal Bey buna bir soru işareti koydu ve ben şaşırdım. Başsansürcü Kara Kemal Bey'e bir tezkere yazdım. Ondan gelen cevap şuydu:

"Azizim,

Çeşme resmi hakikaten pek güzel ve dua herkesin nazarında şüphesiz ki kutsaldır. Lakin bu günlerde gazetelerden neyi çıkartacağımı, neyi bırakacağımı bilmiyorum. Çünkü kötü niyetli kişiler bu güzel resmi görür görmez "Hah, işimiz duaya kaldı" demek istediğinizi sanabilirler!"

(...)

Neyse, "Ramazan Sohbetleri" tadında bir yazı oldu bu. Bugünlerde inanılmayacak şekilde yoğun olduğumdan -ki bu da son zamanlarda siteye yazamamamdan belli oluyordur- Pardus arayüzü ve TDK veritabanına ilişkin yazımı yarına bıraktım. Bir aksilik olmazsa, yarın buradan Zemberek'in veritabanına ilişkin bir müjdeli haber vereceğim. Bugünlük bununla idare edin, site yakında eski ruhuna ve zihin açıklığına kavuşacak :)...

Pazar, Kasım 06, 2005

Karl Marx ve mahdumları


"Teoriden sonra hayat var mı?"

Aslında yazmak istediğim ilk yazının başlığı buydu. Marx'ı anlamaya çalışmakla, marksist olmanın ayrımının bile bilinmediği ülkemizde, Karl Marx'a dair bir blog yazısı yazmak çok tehlikeli olabilir.

Yazının tam da burasında, Karl Marx'ı Marks&Spencer mağazasının Lorel'i sanan yüzde 80'lik bir okuyucu profili, siteden kaçacak mesela :)...

Neyse, kalanlarla yola devam edelim... Akşamın bu saatinde, politik tartışmalara girmeksizin, "insan Karl Marx"a dair birkaç anekdot anlatmak istedim.

Karl Marx'ın “İnsanların maddi yaşam koşullarını belirleyen, onların bilinçleri değildir; bu maddi koşullar, onların bilinçlerini belirler” sözü, onun hayatını da özetler gibidir... Prusya hükümeti tarafından Fransa'ya, oradan Belçika'ya, Belçika kralının da "ricasıyla" İngiltere'ye postalanmıştı. Londra'da ilk kaldığı mahalle, şimdilerde petrol zengini bir Rus'un futbol takımına başkanlık ettiği, Chelsea mahallesidir. İşin garibi, Karl Marx'ın şöhretinin doruklarında olduğu 1849 yılında, onunla aynı sokakta oturan bir de ilginç komşusu vardı: "Vatan şairi" Namık Kemal!

Namık Kemal'in o dönem yazdığı mektuplardan, o sıralar Avrupa'yı sarsan sosyalizm akımının varlığından, en azından haberdar olduğunu biliyoruz. Gariptir, "kapı komşusu" Karl Marx'a dair tek bir satır yer almaz mektuplarında.

Her neyse, Karl Marx ve ailesi, Chelsea'deki daire için komisyoncuya verdikleri kira bedeli, ev sahibine ulaşmayınca, onur kırıcı bir şekilde evlerinden atılırlar. Tek çare, kentin en fakir semtlerinden olan Soho'ya taşınmaktır. Parasız günler başlayacaktır artık. Sekiz çocuğundan Heinrich süt alacak parayı bulamadığından, Franziska bronşitten, Edgar ise "nedeni bilinmeyen" bir hastalıktan öldü.

Edgar'ın neden öldüğü, on yıllar sonra anlaşılacaktı: 19. yüzyılın başlarında Londra kentini saran veba salgınında ölenler, Soho mahallesinin bulunduğu yere gömülmüştü ve bu civara yerleşenlerin sonradan açtığı kuyulardan çekilen mikroplu suyu kullananlar, aynı hastalıktan on yıllar boyunca öleceklerdi!

18 yıl boyunca gündüzleri çeşitli işler yaparak ailesinin geçimini kazanmaya çalışan Marx, akşamları arkadaşı Fredrich Engels'in de yardımıyla Das Kapital'i yazdı. Sadece Das Kapital mi? Değil elbet, bir düzine kitap ve yüzlerce makale yazdı ama bu yazdıklarından kazandığı telif, onun deyimiyle, "İçtiği tütünün parasını bile karşılamıyordu..." Nitekim, Das Kapital'in ilk baskısı sadece 200 adet satacaktı.

Marx'ın "aile babalığı" ise çok tartışmalı bir konu. Kimilerine göre mükemmel bir babaydı. Çocukları okuma yazmayı öğrenmeden önce, Shakespeare'in sonelerini ezbere biliyordu. Hayatta kalan çocukları, gelecekte İngiliz ve Fransız sosyalist hareketlerine yön verecek, peşlerinden milyonları sürükleyeceklerdi... Kimilerine göreyse, Karl Marx, politik mücadele yüzünden ailesini açlığa mahkum eden, karısı Jenny ölüm döşeğindeyken arka odada hizmetçi ile kırıştıran, içkiyi ve kadınları çok seven zayıf bir adamdı.

Gerçek, ikisi arasında bir yerlerde olmalı. Marx'ın zayıf bir kişi olmadığını, tam tersine son derece baskın bir karaktere sahip olduğunu düşünüyorum. Öte yandan, pek de örnek bir aile babası olmadığı bir gerçek.

Marx'ın ortodoks marksistler tarafından en sevilmeyen lafı, bir tartışma sırasında söylediği, "Beyler, kusura bakmayın ama ben marksist değilim!" olsa gerek. Fetişleştirilmekten korkan Karl Marx, hayattayken bunu görme talihsizliğine uğramıştı.

Karl Marx'ın -bence- asıl büyük talihsizliğiyse, "artıdeğer" ve "sınıfsal çatışma" gibi paradigmalarından çok, insanlığın gelişiminin komünizm ile son bulacağı gibi "tarihsel determinist" öngörülerinin ciddiye alınması oldu. Marx'ın ideolojisinin eksik yanı, kapitalizmin her yerde aynı şekilde yaşanacağı varsayımıyla, toplumsal gelişme ve modernleşmeyi gözardı etmesiydi. Bu yanıyla, Marx'ın, tarihin sonunun geldiğini ve kapitalizmin nihai zaferini ilan eden Francis Fukuyama ile aynı yanılgıya düştüğünü söylemek olası...

Marx'ın son derece eğlenceli bir adam olduğunu söyleyebilirim. Hatta bizlere çok benzeyen bir adam. 18-20 yaşlarındayken Marx, hemen hepimizin geçirdiği ergenlik problemlerini çok yoğun bir şekilde yaşar. Önce Hıristiyan olur, ardından da satanist! Hatta bu dönemde birkaç satanik şiir bile yazar! Bu bunalımlı dönemi, Marx çabuk atlatır.

Şimdi, ben bunu burada yayınladım ya... Yarın birileri çıkar, "Marx satanistti!" diye haber de yapar!

Her neyse... Eşitsizliğin kaynağını bize muhteşem bir şekilde veren Karl Marx'a bugün hepimiz çok şey borçluyuz. Onun ortaya attığı politik kavramlar etrafında gelişen 150 yıllık politik mücadele sonrasında; hafta sonu tatili, 35 saat çalışma süresi, yaygın sağlık sigortası sistemi, emeklilik hakkı gibi "lükslere" sahip olduk.

(...)

Bu arada, çok sevdiğim bir anektod var. Onu size anlatayım:

Hikâye bu ya, modern sosyolojinin babalarından olan Émile Durkheim'e biri soracak olmuş:

- Efendim, siz kitaplarınızda hep Karl Marx'dan alıntılar yapıp, onun ortaya koyduğu kavramları inceliyorsunuz. Ama Marx'ın adını bugüne kadar hiç anmadınız. Ona karşı mısınız?"
- Fizikçiler, yerçekimini buldu diye her seferinde Newton'u neden anmaya gerek görmüyorlarsa, ben de o yüzden Marx'ın adını anmıyorum.

(...)

Kıssadan hisse... Karl Marx bugün yaşasa, karşılıklı birer kadeh rakı içmekten hoşlanacağımız bir ihtiyar; insanlığın gelişimi ve toplumsal eşitsizliklerin kaynağı üzere kafayı yormuş ve bu sorulara bugüne kadar verilebilmiş en iyi yanıtları sağlayan filozof; kadını ve içkiyi seven bir çapkın; ölmeden önce Türkçe'yi öğrenmeye niyetlendiği rivayet edilen bir "tatlı adam"dır...

Devrimlerden önce birer doz alınması, tavsiye olunur. Aşırı dozda kullanımı, şiddete yatkınlık, totalitarizm ve en kötüsü "hayal kırıklığı" gibi kontrendikasyonlara yol açabilir.

Bu arada, dünyada ve Türkiye'de solun haline bakıp bakıp üzülmeyin, olur mu? Merak etmeyin, bu dünya kimseye Karl Marx... :)





Not: Başlık, Derrida'nın bir kitabının başlığıdır. Sakin kafayla, iki ay gibi bir zaman dilimine yaymadan okunursa, körpe bünyelere zarar verebilir.

Not 2: Hayatım boyunca yazdığım en savruk yazılardan biri oldu bu. Yarın bir aksilik olmazsa, Pardus RootFS 0.2'ye dair gözlem ve önerilerimi yazıp, kendimi affettireceğim...

Cuma, Kasım 04, 2005

FreeBSD 6.0 çıktı


Kimsenin yazmadığını görünce, hadi ben yazayım dedim... FreeBSD 6.0 sürümünü nihayet duyurdu. 5.4 sürümüne kıyasla, en önemli gelişmenin kablosuz erişim ayağında gerçekleştiği ifade ediliyor. WPA (Wi Fi Protected Access), daha fazla donanım desteği, dhcpcd istemcisine entegrasyon ve Power PC platformu için deneme amaçlı destek gibi bazı yeniliklerden bahsediliyor.

FreeBSD kullanan/deneyen birileri, sanırım daha etraflıca bilgi verecektir. Bu arada FreeBSD'nin yeni logosu da hoş olmuş...

ISO dosyalarını indirmek için gerekli adres burada.

Hayırlı olsun.

Çarşamba, Kasım 02, 2005

Şerefinize usta!


Dünyanın en büyük markaları onun yarattığı amblemleri kullanıyor bugün. Bayer firması gibi birçok ünlü şirketin ambleminde onun imzası var. Kulüp Rakı’nın etiketinde Atatürk ile Orhan Veli'yi karşılıklı resmettiği iddia edilen meçhul ressamdır İhap Hulusi...



"Fonda kimi zaman Almanya'nın gri ve puslu sabahı, kimi zaman upuzun Nil Nehri boyunca beyaz yelkenlileriyle süzülen teknelerin silueti, kimi zaman İstanbul’un henüz aydınlanmaya başlayan göğüne yükselen ezan sesleri vardı. Önüne eğilmiş, çıkık elmacık kemikleriyle duran uzun boylu yakışıklı adam, boğumları belirgin ince uzun parmakları ile önündeki kâğıdın üzerinde uçuşuyor, çiziyor, boyuyor, yazıyordu."

Tanıyanlar böyle anlatıyor İhap Hulusi Görey'i. Küçük aile kuruluşları, amblemleri olan büyük müesseseler haline İhap Hulusi'nin fırçasında dönüştü. Kurukahveci Mehmet Efendi ve Mahdumları, Konyalı Lezzet Lokantası, Sümerbank onun çizgileri sayesinde kurumsal kimlik sahibi oldu...

İhap Hulusi, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılıp yerine tek uluslu bir cumhuriyetin kurulduğu bir dönemde yaptıklarıyla yeni yaşam biçimini yorumladı ve önerdi. Bir yandan özel sektör yaratmaya çalışan ancak bir süre sonra devletçiliğe yönelen yeni ekonomi anlayışı, yeni yaşam biçimi ve alfabe...

İhap Hulusi’nin afişleri yeni kurulan bir ülkenin resimli tarihi gibidir: Atatürk ve Küçük Ülkü'nün karatahta önünde durduğu "alfabe"nin kapak kompozisyonu, Ziraat Bankası için yaptığı "köylü dayı" afişi ve "her mahallede bir milyoner" yetiştirilen çok partili dönemdeki Tayyare Piyangosu illüstrasyonları...



1898'de Kahire’de doğan İhap Hulusi, ilk ve orta öğrenimini Mısır’da yaptıktan sonra ailesi ile İstanbul'a göçer. Ailesi onu dönemin en iyi okulu Galatasaray’da okutmak istese de, o yurtdışında resim tahsil etmeyi kafasına koymuştur. Bu yüzden, 1920'lerin Türkiye’sinde grafik sanatı nedir, afiş nedir kimse bilmezken Münih’e resim ve grafik öğrenimi görmeye gider.

İhap Hulusi, 1925'te Türkiye’ye döndüğünde ilk savaşını ailesine karşı vermek zorunda kalır. İngilizce, Almanca, Fransızca ve Arapça'yı mükemmel derecede bildiği için ailesinin ve dönemin dışişleri bakanı Tevfik Rüştü'nün zorlaması ile hariciye vekâletine verilir. Ama onu sanatından farklı bir yere bağlamak mümkün değildir. İhap Hulusi, çareyi işi bırakıp Yusuf Ziya Ortaç’ın Akbaba dergisine kaçmakta bulur.

Burada Münif Fehim ve Ramiz gibi ustalarla çalışan sanatçı, daha sonraları ofis çalışmalarına ağırlık vererek; 45 yıl Tayyare Piyangosu'na, 35 yıl da tekel idaresine hizmet verdi. Türkiye'ye geldiği günden itibaren tam 67 yıl boyunca aralıksız çalıştı İhap Hulusi Görey.

1986'da vefat ettiğinde ise, geride ünlü ilaç firması Bayer'in amblemi, İngilizlerin ünlü John Haigh viskisinin etiketi, İtalyanların Cinzano'sunun reklam kampanyası gibi bugün reklamcılık tarihinin kilometre taşları sayılan işler bıraktı.

Kulüp Rakı’nın etiketine çizdiği ve günümüzde de kullanılan kompozisyon yıllarca içki sofralarının en büyük tartışma konusu oldu. Rivayet muhtelifti: kimisi Atatürk ile Orhan Veli'nin karşılıklı rakı içtiğini iddia ederken, bazıları ise ressamın kendisi ile şair Orhan Seyfi Orhon’u resmettiğini söyledi. Radikal gazetesinde yer alan bir başka iddia ise Galata Köprüsü üzerinde öldürülen bir Bangladeşli gazeteciyi adres gösteriyordu. Gerçekte ise İhap Hulusi, şair Fazıl Ahmet Aykaç ile kendisini karşılıklı rakı içerken resmetmişti...

Galiba son sözü onu iyi tanıyan birine, Fazıl Ahmet Aykaç'ın torununa bırakmak lazım: "Dedem, annem ve ben İhap Hulusi’yi yakından tanıdık. Dedem, Anadolu Kulübü’ndeki özel masasında onunla sabahlara kadar oturup sohbet ederdi. Hâlâ da oturuyorlar..."







Not 1: İhap Hulusi Görey'i anıp da, bu büyük sanatçının afişlerini yok olmaktan kurtaran, üç de güzel kitap yazan "güzel insan" Ender Merter'i anmamak olmaz. İhap Hulusi için çok güzel bir de site yapılmasını sağlayan Ender Merter Bey, varını yoğunu İhap Hulusi'yi yaşatmak için harcıyor. İhap Hulusi benim için, şair Orhan Veli'yi kıskandırırcasına, rakı şişesinde ölümsüzleşmeye en yaklaşan adamdır...

Not 2: Bir sürü rakı üreten firma var. Bir seriye Orhan Veli'nin adı verilse, şairi yattığı yerde mutlu etmezler mi acep?

Not 3: Bugün evde bayram temizliği vardı ve ben yaklaşık 10 yıldır göze alamadığım bir işe girişerek, yıllardır bir kenarda biriktirdiğim disket ve CD'lerin temizliği işine girdim. Neler buldum neler! Aldus Pagemaker 2.0'lar mı istersiniz, disketle yüklenen Windows 3.0'lar mı? Örneğin bu yazı, 1997 yılında çalıştığım dergiden ayrılırken tüm yazılarımı kaydettiğim bir disketten çıktı! O zamanlar çalıştığım dergide, X-write programını çalıştıran aptal terminaller kullanıyorduk. Orada kaydettiğim dosyayı bugün açabiliyorum ama hâlâ bu siteyi Internet Explorer'da düzgün göstertemiyorum! Seni öpüyorum Bill Gates...