Pazartesi, Aralık 12, 2005

İstanbul'un Venediklileri


Hadi, bugün size kendimden bir şey anlatayım. Burası, "Uzak" filminin afişindeki bu esrarengiz yer, benim doğduğum, büyüdüğüm ve aklımı bıraktığım yerdir...

Şaşırdınız mı? Siz de mi burasının "hayali" bir yer olduğunu sanıyordunuz? Hayır, burası İstanbul içindeki başka bir İstanbul'dur. Burada, "İstanbul'un Venediklileri" yaşar...

Sakinleri belki fakir ya da orta hallidir; çoğunun bir arabası bile yoktur ama varını yoğunu küçük balıkçı sandallarına, evlerinin bahçesinde yaptıkları yelkenli teknelere harcayan insanlardır hepsi. Tek ya da iki katlı bahçeli evlerinde oturan bu insanların tek bir basketbol sahaları yoktur ama Türkiye'nin ilk "mahalle yelken kulübü" de burada kurulmuştur!

Komşuluk ilişkileri bile farklıdır burada. Bembeyaz gür pala bıyıklarıyla Balıkçı İhsan Amca kapınızı çalar:

"Mümtaaaz Bey! Bak sana barbun getirdim, demin tuttum!"

Barbunlar gerçekten de tavada oynamaktadır. Mümtaz Bey barbunların karşılığını, İhsan Amca'nın gömleğinin cebine "kavga dövüş" koyduğu parayla ödeyecektir. İhsan Amca, atölyesinde alamatrasının kaynak işlerini yaptığı bu adamdan para almamak için yeminler billahlar eder:

"Bak şu çocuğun için getirdim balıkları! Allasen delirdin mi sen!"

Marangoz Yunus ise daha az "gürültülü" bir adamdır. Az konuşur, çok içer. Ama tüm sarhoşlar gibi özünde çok iyi bir insandır. Berber Nihat vardır sonra, İhsan Amcası kadar sevmez küçük çocuk onu. Yoksul mahallenin çocuklarının saçlarını "olması gerektiği" gibi kısacık, neredeyse üç numara traş eder her seferinde.

Küçük çocuğu mahallede akranlarından ayırdeden en büyük farkı, babasının evinin bahçesinde "dünyanın en büyük yelkenlisi"ni yapmış olmasıdır. Tam "8 metre 30 santim"lik bu fiberglass/ahşap karışımı tekne, gerçekten de mahalleli için "dünyanın en büyük yelkenlisi"dir. Çünkü dünyaları küçüktür, bir de teknenin suya ineceği "bokludere"nin derinliği daha fazlasına izin vermez :)...

Burada size afişte görünen "bokludere"den bahsetmezsem olmaz. "Boklu" dediğime bakmayın siz, küçükken ellerimizle içinden karides yakaladığımız bu dere, bizim gözümüzde doğanın bize kocaman bir armağanıydı... Nasıl olmasın ki? Akranlarımız apartman arasındaki iki karışlık boşluklarda kirli bir topun peşinde koşarken, bu mahallenin çocukları iskeleye bağlı sandalları çözerek en bi harbisinden "deniz savaşı" yapardı! Hem de ne savaş... En büyük silahınız, suyun üst kısmına hızlıca sürttüğünüz küreğin 10 hatta 20 metreye fırlattığı sulardır!

Annelerimizden iyi birer dayak yememize -ki benimki iyi döverdi- mal olan bu deniz savaşlarından sonra, mahallenin en büyük eğlencesi, bizim "8 metre 30 santimlik" dünyanın en büyük yelkenlisinin suya indirilme günüdür. Bütün mahalleli yardım etmek için oradadır. Teknenin yağlı kızaklar üzerinde kayarak denize ulaşması tam 4,5 saatlik bir iştir... "8 metre 30 santim" sadece tekneyi iten bizlere değil, itenlerin o telaşlı çabasını izlemeye gelen tüm mahalleliye "daha bir uzun" görünür o gün...

"Haydi hop! Bi daha! Haydi hop! Bi daha!"

Sonunda suya iner tekne... Ve bütün mahalleli sevinçle bağırır, avuçlar patlayıncaya kadar alkışlanır tekne. Bu arada âdettendir, tekneye Türk bayrağı ancak tamamı suya indikten sonra çekilir. Ve alelacele bayrağı göndere çekilen "dünyanın en büyük yelkenlisi"nin tüm cakası da o küçük dere içindedir, çünkü derenin dışına çıktığı andan itibaren Marmara Denizi'nin en küçük yelkenlisi olacaktır! Öyle ki, bazı marinalara bordasının alçaklığından ötürü yanaşamayacaktır bile :)...

"Canı burnunda" olan Mümtaz Bey etrafındakilere laf yetiştirir:

"Tekne sahibi hayatında iki kez mutlu olurmuş. Birincisi, teknesi suya indiğinde. İkincisi ise teknesini satıp kurtulduğunda!"

(...)

Bu hikâyedeki "küçük çocuk" benim. Mümtaz Bey ise babam. Gülmeyin ama bu "bokludere"nin bana çok şey kattığını söyleyebilirim. Yüzmeyi, iskeleden teknenin kıç aynasına atlarken düştüğüm bu "bokludere"de öğrendim bir kere... Iskota kilidi, usturmaça, ıstralya anahtarı, gurcata, kalafat murçu, ıskarmoz, ayı bacağı gibi deyimlerin hepsini orada öğrendim. Benim gibi kardeşlerim Hüseyin ve Melek de tüm bunları orada öğrendiler.

Neresi mi burası? Küçükçekmece Gölü'nün Marmara Denizi'ne bağlandığı derenin kenarında, gözlerden ve gönüllerden ırak bir yer: İçkumsal.

Bedrettin Dalan'ın Haliç kıyı şeridine beton dökerek Ayvansaray ve Balat civarındaki balıkçı barınaklarını yıkmasından sonra İstanbul'un geriye kalan tek denizci semti olan İçkumsal, şimdilerde büyük bir tehdit altında. Güzel ve denize âşık insanlarıyla İstanbul'un denizci bu "son semti"; balıkçı sandalları, yelkenlileri ve kanallarıyla büyük bir ihtimalle, tarihe karışacak...

Neden mi? Hemen anlatayım.

Küçükçekmece'nin AKP'li belediye başkanı, "tapulu-imarlı ve ruhsatlı" evleri yıkıp; yerlerine lüks teknelerin yanaşacağı, alışveriş merkezleri ve zenginler için "prestij konutları" (bu deyim ona aittir) inşa etmenin hayallerini kuruyor bugünlerde... Bu semtin adı da, kötü bir şaka gibi ama "Aquacity" olacakmış!

Peki, ama nasıl? Tapulu ve ruhsatlı taşınmaz mülklerin istimlakı "sadece ve sadece" yol, baraj, köprü, okul, yeşil alan gibi kamusal alanlar için yapılabilir değil miydi bu ülkede? Bir belediye, üzerindeki binalarıyla birlikte "Doğal SİT ve Koruma Alanı" ilan edilen bir bölgeye nasıl göz dikebilir?

Nasılı "çooook ama çooook ilginç" bir hikâye... Bu hikâyenin ucu Karaköy'deki Galataport'a, Dubai şeyhinin Levent'e dikilmesi planlanan ucube gökdelenine kadar uzanıyor...

Savaş mı istiyorsunuz?

Buyrun size savaş...



Not: Devamı yakında...

1 yorum:

Adsız dedi ki...

en son darbenin cocukları yüzdü o sularda herhalde ben hayal meyal kıvamında hatırlıyorum oraları istanbulu.meçhule giden bir gemi kalkıyor gidenler gelmiyor makamında bir hüzün çöktü içime.istanbul merkeze çok yakın gibi görünen küçükçekmeceye ve avcılara eskiden çok eskiden merkezden kamp kurmaya giderlerdi bizim kiler güzel günlerdi hayal meyal kıvamında olsada. şimdi herşeyimiz yok oluyor yavaş yavaş bazen son sürat şehir sırrını kaybediyor...