Yeldeğirmenleriyle savaşan şövalyeyi, yani Don Kişot’u yazan Miguel de Cervantes Saavedra, Türk korsanlarının eline esir düşmüş ve Tophane’deki Kılıç Ali Paşa Camii’nin inşaatında çalışmıştı. Bu ihtiyar şövalye, 400 yıl sonra geri döndü ve sigara dumanından camları buğulanan Teslimiyet Kahvehanesi'nde hikâyesini tekrar anlatmaya başladı...
Sanço, bu gibi amaçsız, anlamsız yolculukları sevmemekle birlikte, elinde binilemeyen bir bisikletle, eli mecbur olarak; Uzun Donlu Kişot ise Trabzon'a ulaşıp oranın başkanı olmak, orada bulacağına inandığı, hayalindeki sevgilisi Dürdane’ye kavuşmak ve dünyadaki bütün kötülükleri yok etmek soylu amacıyla donanmış olarak, La Mança’dan yola çıkarlar. Cep telefonundan internete girip yön tayin ederek, dağları tepeleri aşıp, baz istasyonları ile savaşarak, yorgun argın ve yaralı bereli ulaşırlar Madrid Havalimanı’na...
Uzuuun bir yolculuğun ardından, kolları kırık ve çıkık, Ordulu bir şoför ve muavininden sıkı dayak yemiş olarak ulaşırlar, Trabzon’daki Teslimiyet Kahvesi’ne. Temel, Tursun ve Teslim ile çay içip sohbet ederken şikâyetleri dinleyen Uzun Donlu Kişot, Trabzon’un bağımsızlığı düşüncesini ortaya atar, fikir hemen benimsenir...
(Ortaoyuncular Sahnesi - “Uzun Donlu Kişot” adlı oyundan)
Uzuuun bir yolculuğun ardından, kolları kırık ve çıkık, Ordulu bir şoför ve muavininden sıkı dayak yemiş olarak ulaşırlar, Trabzon’daki Teslimiyet Kahvesi’ne. Temel, Tursun ve Teslim ile çay içip sohbet ederken şikâyetleri dinleyen Uzun Donlu Kişot, Trabzon’un bağımsızlığı düşüncesini ortaya atar, fikir hemen benimsenir...
(Ortaoyuncular Sahnesi - “Uzun Donlu Kişot” adlı oyundan)
(...)
Bu, La Mançalı yaratıcı asilzade Don Kişot ile Sanço’nun “Teslimiyet Kahvesi”ne ilk gelişleri değildi elbet... Çok çok uzun zaman önce, artık iyice yaşlanmış şövalyenin bile anımsamakta zorlanacağı bir zaman diliminde, bu topraklara bir kez daha gelmişlerdi...
Mançalı ihtiyar, oturduğu köy kahvesi taburesinin üzerinde kaykılarak, Camel sigarasından uzun bir nefes çekti. Gözü sigara paketinin üzerindeki deve resmine ilişti. Ağzından çıkan mavi-gri dumanlar kahvenin puslu havasında dağılırken, geçmiş yılların üzerindeki sis perdesi de açılıyordu yavaş yavaş...
İlk deveyi nerede görmüştü? Galiba Cezayir’de, Türk korsanlarının elinde tutsak iken... Ne de çok şaşırmıştı! O günden sonra, yaşam öyküsü de tıpkı bir devenin hörgüçleri gibi inişli çıkışlı bir yol izlemişti. Bu Türklerin ne güzel bir deyimleri vardı öyle: “Nerem düzgün ki?”
Bir sigara daha yakmaya hazırlanan uzun donlu ihtiyarın çenesi açılmıştı bir kere:
“Ailemin kökü, Leon dağlarında bir yerlerdedir. O yoksul köylerde babama zengin gözüyle bakılmakla birlikte, tabiat aileme doğadan daha cömert davranmıştı. Yine de babam, servetini harcamakta gösterdiği başarıyı tasarrufta gösterseydi, gerçekten zengin olurdu. Babamın, üçü de erkek üç evladı vardı; hepsi de mesleklerini seçebilecek yaştaydılar. Babam, kendi deyimiyle can çıkar huy çıkmaz diye düşünerek, bu kadar müsrif ve savurgan olmasına yol açan şeyi ortadan kaldırmak, yani servetinden vazgeçmek istedi; servet olmayınca, İskender’e bile cimri denilebilirdi.
Bir gün üçümüzü bir odaya çağırıp, bizimle baş başa konuşarak şu aktaracağım sözleri söyledi: ‘Benim sizden istediğim, her birinizin, servetimden payına düşeni aldıktan sonra, söyleyeceğim yollardan birini izlemenizdir. İspanya’mızda bir deyiş vardır; der ki: Ya kilise, ya deniz, ya saray! Daha açıkça söylemek gerekirse; güçlü ve zengin olmak istiyorsan, ya Kilise’ye gir ya denizlere açılıp tüccarlık sanatını icra et veya sarayda krala hizmet et. Kısacası, benim istediğim, aranızdan birinin tahsil görmesi, birinin tüccar olması, birinin de savaşta krala hizmet etmesidir. Şimdi söyleyin bakalım, size yaptığım teklifi kabul ediyor musunuz?’
Biz anlaşıp mesleklerimizi seçtikten sonra, babamız hepimizi kucakladı ve söylemiş olduğu gibi, sözünü yerine getirdi. Her birimiz payımıza düşeni, yanlış hatırlamıyorsam, üçer bin altını alıp, aynı gün hepimiz sevgili babamızla vedalaştık...”
İnebahtı yolunda bir garip şövalye
“Teslimiyet Kahvesi” yavaş yavaş kalabalıklaşıyordu... Artık iyice duman altı olmuş kahvede, bu uzun donlu ihtiyarın konuşmasını dinleyenler, yeni gelenlere sessiz olmalarını işaret ederek, yavaşça boşta kalan taburelere geçmelerini işaret ediyordu. Sanço Panza, efendisinin gördüğü bu itibardan, belli etmemeye çalışsa da, gizli bir kıvanç duyuyordu. Memleketleri İspanya’da artık kimse bu “yarı kaçık” ihtiyarın maceralarını dinlemeye hevesli değildi ne de olsa!
Uzun Donlu Kişot, yaşlı bir aslan misali, kükreyerek anlatıyordu:
“Alicante’den gemiye binip rahat bir yolculuk yaparak Cenova’ya vardım; oradan Milano’ya gidip silah ve askeri üniformalar temin ettim. Kısa bir süre sonra, Papa Hazretleri V. Pius’un, ortak düşman Osmanlılara karşı, Venedik ve İspanya’yla ittifak yaptığı müjdesi geldi. Osmanlı donanması, o sırada Venediklilerin yönetimindeki meşhur Kıbrıs Adası’nı ele geçirmişti; çok acı, hazin bir kayıp...”
İhtiyar, kahvedeki gerilimin arttığını hissetse de, geri çekilme hissini uyandırmamak için, ince belli bardaktaki çaydan bir yudum aldıktan sonra, ses tonunu değiştirmeksizin, kaldığı yerden anlatmaya başladı:
“Büyük savaş hazırlıklarının yapıldığı konuşuluyordu; bütün bunlar beni etkiledi, harekete geçirdi, beklenen sefere katılmaya heveslendirdi. Her şeyi bırakıp İtalya’ya gitmek istedim ve öyle yaptım! Talihim varmış, Senor Don Juan de Austria, Cenova’ya yeni gelmişti, Venedik donanmasıyla birleşmek üzere Napoli’ye geçiyordu, daha sonra donanmalar Messina’da toplandı. Kısacası, o şanlı seferde ben de, başarılarımdan ziyade talihim sayesinde, şerefli piyade yüzbaşısı rütbesine getirilerek yer aldım. Bütün dünya milletlerinin, Osmanlıların kibir ve küstahlığının kırıldığı, Hıristiyan âleminin o mutlu gününde, İnebahtı açıklarında bulunan onca talihli insan arasında, bir ben talihsizdim!”
Kaybedilen sol el ve “esaret”
Papa V. Pius’un Osmanlı’ya karşı yeni bir haçlı seferi için bir araya getirdiği donanma, Osmanlıların elinde bulunan Kıbrıs’ı geri almak için yola çıkmıştı. Donanmadaki askerler arasında genç Cervantes de vardı ve İspanyol gemisi Marquesa ile kaderinden habersiz, Türklere karşı savaşa katılmıştı...
Haçlı donanması, 7 Ekim 1571’de Yunanistan'ın Patras Körfezi’nde, Türklerin “İnebahtı”, Avrupalıların “Lepanto” dedikleri yerde Osmanlı donanması ile karşılaştı. Savaş birkaç saat sürdü ve Kaptan-ı derya Müezzinzade Ali Paşa’nın hatası neticesinde, Osmanlı donanması büyük ölçüde yok edildi. Cervantes de büyük bir heyecanla savaşa katılmış; ama, göğsüne iki kurşun yemiş, sol elini de bir gülle götürmüştü! Bu yüzden ileride “El Manco de Lepanto” yani “İnebahtı’nın sakatı” diye anılacaktı...
Miguel de Cervantes Saavedra’nın talihsizliği, sol elini kaybetmekle bitmedi. Cervantes, 26 Eylül 1575’te Malta açıklarında yine bir İspanyol gemisindeyken Arnavut asıllı Türk korsanı “Deli Memi” tarafından esir alındı. Deli Memi, İnebahtı Savaşı’nda 42 parçalık filosunu Haçlıların eline geçmekten kurtaran Uluç Ali Reis’in yardımcılarındandı. Cervantes’in “yeni sahibi”, artık Uluç Ali Paşa’ydı...
Not 1: Miguel de Cervantes Saavedra yani Uzun Donlu Kişot'un Türklerin elindeki esareti kaç yıl sürecek? Teslimiyet Kahvehanesi'nde ihtiyar şövalyenin anlattıklarını, pazar günü öğreneceksiniz.
Not 2: Bu "deneme" içindeki mavi renk ile işaretlenen bölgeler, Don Kişot romanından kısaltılarak alınmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder