Çarşamba, Ağustos 31, 2005

Bekçiden Urartuca hocası olmaz mı?


Bugün Radikal'de -muhtemelen diğer gazetelerde de yayınlanan- bir ajans haberi vardı. Satırına dokunmadan, aşağı alıntılıyorum. Haber, bir süre önce yine bu sitede bahsettiğimiz Mehmet Kuşman'a dair...

Urartuca dersini bekçi verecek

AA -VAN- Urartu dilinin yaşatılması için Halk Eğitim Merkezi'nde açılacak kursta, bu dili kendi kendine öğrenen Çavuştepe Kalesi bekçisi Mehmet Kuşman ders verecek.

Van Halk Eğitim Merkezi Müdürü Muhyettin İnci, valilik girişimiyle açılacak kurs için Çavuştepe Kalesi'nin 42 yıllık bekçisi Mehmet Kuşman'a teklifte bulunduklarını açıkladı. İnci, bekçinin, Türkiye'de Urartuca okuma ve yazmayı bilen 23 kişiden biri olduğunu hatırlattı.

İnci, Kuşman'ın ekimde emekli olacağını, kasımda da kursun açılacağını anlatarak, "Kuşman'ın bu dersi verecek düzeyde bilgi sahibi olduğunu biliyoruz. Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nden Urartuca bilen öğretim görevlilerinden de destek almayı planlamaktayız" dedi.

Profesörden itiraz var
İstanbul Üniversitesi Avrasya Arkeoloji Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Oktay Belli ise bu görevin Mehmet Kuşman'a verilmesini eleştirdi. Belli, Kuşman'ın, gönderdikleri kitaplardan Urartuca öğrendiğini söyledi. Van'da Urartuca kursu verilmesinin sevindirici bir gelişme olduğunu belirten Belli, "Ancak bu kursun Kuşman tarafından verilmesini bilimsel açıdan uygun bulmuyorum, çünkü bir dili öğretmek için o dilin altyapısının, fonetik özelliklerinin, gramerinin çok iyi bilinmesi gerekmektedir. Kuşman'da da bu bilgilerin yeterli düzeyde olduğunu düşünmüyorum" diye konuştu.

'Sadece ben biliyorum'
Yıllarca baktığı yazıtları merak ettiği için Urartuca öğrenen 65 yaşındaki Kuşman ise Urartucayı 13 yıldan beri okuyup yazdığını belirterek, "Van'da sadece ben biliyorum. Urartucayı bilenlerin hepsi de benim gibi yaşlı. Kursun açılmasını önemli buluyorum. Bu dersi vereceğime de inanıyorum" dedi.


Ne dersiniz, sizce üniversitelilere ders verebilir mi "bir bekçi"? Görüşlerinizi merak ediyorum.


Fotoğraf: Mehmet Kuşman'ın hazırladığı "Urartu Alfabe Cetveli"

Pazartesi, Ağustos 29, 2005

George Washington
Vergi Dairesi: İstanbul


Amerikan Kongresi, Cezayirli Hasan Paşa ile imzalanan “haraç anlaşması”nı 1796 yılının 7 Mart’ında onayladığında, Osmanlı Devleti’nin de resmen vergi mükellefi olmuştu!


Cezayir, Trablusgarb ve Tunus... Osmanlı’nın “Garp Ocakları” adı ile andığı bu topraklar, Anadolu'dan, özellikle de Ege bölgesinin yeniçeri ve leventlerini bir mıknatıs gibi kendine çekiyordu. Osmanlı İmparatorluğu’na geniş bir özerklik statüsü olarak bağlanan bu eyaletlerde idari güç, bölgenin en sözü geçen kişisi olan ve “Dayı” unvanını taşıyan “yeniçeri kökenli” yöneticilerin elindeydi.

Buralarda yapılan korsanlık faaliyeti, çok daha kazançlı ve az riskliydi. Yerli halk kendi halinde yaşar, ama askerler ve leventler, geçimlerini Akdeniz'de korsanlıkla sağlarlardı. Korsanların İstanbul ile ticaret ve Türk denizlerinde dolaşma anlaşması yapmış olan memleketlerin bayrağını taşıyan gemilere saldırması yasak, ama diğer gemileri yağmalanması serbestti.

O günlerde Fransız Devrimi’nin rüzgârları Avrupa’yı sarsarken, bir başka fırtına, Napolyon Bonapart, Avrupa krallıklarını birbiri ardına işgal ediyordu. İspanya, Savoia, Piemonte, Avusturya, Prusya ve Polonya bir anda Fransız işgaline uğramıştı. Kısacası, Trablusgarb, Cezayir ve Tunus korsanlarının karşısında duracak bir donanma kalmamıştı... 18. yüzyılda Akdeniz’in tek hâkimi, hâlâ Türk ve Arap korsanlardı!

“Maksat ayağınız alışsın!”
Bu dönemde pek çok Avrupa devleti, Osmanlı İmparatorluğu’nun himayesi altındaki “Dayı”lar ile haraç anlaşmaları yapmışlardı. 1786’da "Cezayir Dayısı" ile bir anlaşmaya varılamazken, Amerikalıların “Barbar Devletler” olarak andığı devletlerden Fas, 40.000 altına razı oldu. İki ay sonra Faslı korsanlar bir Amerikan gemisini yaktıklarında, anlaşmayı hatırlatmak için gelen Amerikan elçisine Fas beyi, “Gönderilen haracın bittiğini, Amerikalıların lideri George Washington’un gönderilen paraya takviye yapmasını” söyledi... Korsanlar, 1789’da ABD’nin ilk başkanı olacak George Washington’u daha başkan olmasını bile beklemeden haraca bağlamışlardı!

Maksat, Amerikalılarının “ayağının alışması”ydı... “Memalik-i Osman”ın toprakları sayılan Cezayir, Tunus ve Trablusgarb eyaletlerinin de devreye girmesiyle, Amerika’ya kesilen haracın meblağı da artmaya başladı. 1795 yılında gelindiğinde, sadece Cezayirli Hasan Paşa’nın George Washington’a kestiği “nakit cinsinden” haraç, 642.500 Amerikan dolarını bulmuştu! “Ödeme”, Cezayir dayısının 115 denizcisine, uluslararası sularda yapılıyordu.

Vergi mükellefi: George Washington
Osmanlı İmparatorluğu ile Amerika Birleşik Devletleri arasındaki ilk vergilendirme anlaşması, Amerikan elçisi Joseph Donaldson ile Cezayirli Hasan Paşa arasında, 5 Eylül 1795 günü imzalandı.

Metin Türkçe olarak kaleme alınmıştı ve daha önce Fas ile imzalanan ve Arapça olarak kaleme alınan 1786’daki anlaşmadan sonra, Amerikan tarihinin İngilizce olmayan ikinci metniydi. Anlaşmaya göre Amerika, Cezayir’de bulunan esirlerin bırakılması için “Dayı”ya 642.500 dolar “haraç” ödeyecek ve her yıl 12.000 Cezayir altınına denk gelen 21.600 doları vergi olarak verecekti. Amerikan Kongresi, anlaşmayı 1796’nın 7 Mart’ında onaylayınca, metin yürürlüğe girdi. Kongre, böylelikle Osmanlı Devleti'nin resmen vergi mükellefi oluyordu!

Amerika, 1796'nın 4 Kasım'ında Trablusgarb'ın, 1797'nin 28 Ağustos'unda da Tunus'un dayıları ile anlaşmalar imzaladı. Trablusgarb ile varılan anlaşma uyarınca Amerikan tarafı Trablusgarb beyi Yusuf Paşa ile “divan”ına Amerikalı esirlerin iade edilmeleri karşılığında 40.000 İspanyol doları ödüyor, Trablusgarb’ın ileri gelenlerine altın ve gümüş saatler, elmas yüzükler ve pahalı kumaşlardan yapılmış kaftanlar vermeyi taahhüt ediyordu.

Yine Türkçe olan bu anlaşmanın ilginç taraflarından biri, besmeleyle başlayan metnin hemen girişinde “Bu belge dünyanın hâkimi, denizlerin ve karaların hükümdarı, kralların efendisi, sultanlar sultanı, imparatorlar imparatoru, Sultan Mustafa Han’ın oğlu Sultan Selim Han’ın dikkati nazarları altında imzalanmıştır. Allah, O’nun hükmünü daimi kılsın” şeklindeki ifadelerin yer almasıydı ve bu ifadeler, metni Türk tarafının dikte ettirdiğini göstermekteydi.

Bu anlaşmada dikkat çeken bir diğer husus, anlaşmanın 11. maddesinde “Hiçbir şekilde köklerini Hıristiyanlık dininden almayan, Amerika Birleşik Devletleri” gibi bir ibarenin kullanılmasıdır! Ertesi yıl anlaşma biraz daha genişletildi. Önceki haraç miktarına ek olarak, 36 toplu Crescent firkateyni Cezayir Dayısı’na “hediye” edildi. 1797 yılının haraç listesinde ise, bir başka firkateyni, Handullah’ı görüyoruz. Amerika Birleşik Devletleri çaresizlikten, kendilerini haraca bağlayan Türk ve Arap korsanlara “donanma” düzmekteydi!

Trablusgarb Beyi’nin hizmetindeki Türk korsanların hayal gücü daha da genişti. 1798 yılı için Amerikalıların vereceği 115.000 dolar haracın dışında, bir küçük madde daha kondu anlaşmaya: Trablusgarb ufuklarında görünen Amerikan gemilerini selamlamak için gemi başına bir fıçı barut!

Amerikalılar çaresizdi. Dönem, Amerika Birleşik Devletleri’nin kurulduğu yıllardır ve yeni yeni kurulan bu ülke Kuzey Afrika’nın Türk ve Arap korsanları ile baş etmek bir yana, kendi sahillerini bile koruyamamaktadır. İnternet üzerinden de kolaylıkla erişebilecek Ulusal Kongre Kütüphanesi kayıtlarına göre, Amerika Birleşik Devletleri2nin 1800 yılı bütçesinde 2.000.000 dolar “haraç ödemeleri”ne gitmişti. Bir başka deyişle, o günkü ABD bütçesinin yüzde 20’si!

“Sen benim kölemsin”
Mayıs 1800’de, George Washington’ın ünlü amirali Bainbridge, yeni Cezayir dayısı Mustafa Bey’e her zamanki haracını ödedi. Tam ayrılacakken, Cezayir dayısı, bir elçisini padişahın İstanbul’daki sarayına götürmesini istedi. Bainbrigde bu isteği kibarca reddetmeye çalışsa da ve Cezayir dayısı buna emretti: “Sen bana haraç ödediğinde kölem oldun demektir. Bu yüzden sana canımın istediği gibi emretmeye hakkım var!”

Kalenin silahları Bainbridge’in firkateynine nişan almıştı. Bu yüzden Brainbridge boyun eğdi ve Amerikan bayrağını pruvada, Cezayir bayrağını ise kıçta dalgalandırma şartıyla talebi kabul etti. Bainbridge Cezayir dayısının elçisini İstanbul’a götürdüğünde, ilk defa ABD bayrağını Osmanlı Devleti’ne gösterme fırsatını da buluyordu. Osmanlı padişahı III. Selim ve maiyeti şaşırdılar. Amerika Birleşik Devletleri diye bir devlet olduğundan haberleri bile yoktu. Saraylılar Kristof Kolomb hakkında sadece belli belirsiz dedikodular duymuşlardı.

Bainbrigde, Amerika’nın büyük denizin ötesindeki bir ülke olduğunu ve Kristof Kolomb tarafından keşfedildiğini söyledi. Bainbridge ve Osmanlı Kaptan-ı Deryası sıkı dost oldular. Hatta padişah, Bainbridge’in küstah Cezayir dayısı tarafından rahatsız edilmemesi için bir de ferman verdi!

Bainbridge, dönüş yolunda Amerikan Donanma Sekreteri’ne şöyle yazdı: “Umarım bir daha haraç ödemek için Cezayir’e yollanmam; en azından beni toplarımızın namlusuna koyup ateşleyerek, haracı teslim etme görevini vermediğiniz sürece!”

Jefferson’dan “culüs bahşişi” isteyen paşa
George Washington’nun ardından John Adams, o günlerde yeni bir devlet olan Amerika Birleşik Devletleri’nin ikinci başkanı olur. Yeni başkanın “gelenek görenek” konusunda pek bilgili olmadığına kanaat getiren Trablusgarb beyi Yusuf Paşa, 1799 yılında dostunu uyarmayı uygun bulur. Yusuf Paşa, “Ölen yüksek makam sahibi adına o makama gelen yeni başkanın Trablus Krallığı’na bir hediye sunması” gerektiğini, Adams’a bir ferman yazarak, lisan-ı münasip ile anlattı. Tüm bunlara ek olarak, “hediye” miktarının 10.000 dolar olduğunu belirtmeyi de ihmal etmedi.

10.000 dolarından haber alamayan ve sabırsızlığı üst seviyeye ulaşan Yusuf Paşa, aradığı fırsata 1801 yılında kavuştu. Adams yerini Thomas Jefferson’a bırakmıştı. Garb Ocakları’nın yönetiminde yer alan tüm yöneticiler gibi “yeniçeri kökenli” olan Yusuf Paşa, yeni başkan Jefferson’dan 225.000 dolarlık “cülus bahşişi”ni talep etti. Jefferson kızgınlıkla bu talebi reddetti.

“Gelin elimi öpün!”
Trablusgarb beyi Yusuf Paşa da kızgındı. Paşa, derhal Amerikan temsilcilerinin huzuruna çıkmaları ve hatalarını kabul ederek el öpmelerini emretti! 225.000 dolarlık cülus bahşişinin yanı sıra, Yusuf Paşa’nın seçeceği türden 25.000 dolarlık malın “hediyesi”ni uygun buldu! İlk mesajın yeterince ciddiye alınmaması Yusuf Paşa’yı bu defa daha “ikna edici” davranmaya itti. Mesaj netti: Ya “hediye” ya da savaş!

Savaş çıktı. Trablusgarb dayısı Yusuf Paşa, Amerikan tarihine “First Barbary War” adıyla geçecek olan savaşı, 10 Mayıs 1801 tarihinde başlattı.


Trablusgarb paşasının ABD’ye savaş ilan etmesi üzerine Jefferson, Amerikan donanmasını Akdeniz’e gönderdi. Tunus ve Cezayir savaştan hemen çekilirken, Trablusgarb ve Fas, aralıklarla 1815’e dek sürecek olan zorlu bir mücadeleye giriştiler. 1803 Ekim’inde Trablusgarb dayısı, Amerikan donanmasının en iyi firkateynlerinden biri olan Philadelphia’yı ele geçirerek, gemi kaptanı amiral William Bainbridge ve tüm mürettebatını esir aldı.

Philadelphia’nın kaptırılması, Amerikalıların küçük düşmesine neden oldu. Bunun üzerine, 16 Şubat 1804 tarihinde Amerikan donanması tarafından alınan ilginç ve radikal bir uygulanmaya kondu. Enterprise’ın kaptanı olan genç teğmen Stephen Decatur, Trablusgarb limanına girerek, bir zamanlar Amerikan donanmasının en iyi gemilerinden biri olan Philadelphia’yi ateşe verdi ve ülkesine bir kahraman olarak döndü!


Not 1: Umida Salih ve Ali Işıngör'ün birlikte hazırladıkları bu dosya, Focus dergisinin Ağustos 2004 sayısında yer aldı. Dergideki yazı, önemli oranda kısaltılarak buraya alınmıştır.

Cuma, Ağustos 26, 2005

Kayıp şehrin sokak haritası


Çok çalışmam lazım, çooook! İki gündür uyku tutmuyor beni. Çok yoğun bir çalışma dönemine girdiğimde dünyanın en huysuz, nalet adamı olur çıkarım. Yine öyle bir döneme girdim.

Dün ekim sayısının gündem toplantısını yaptık ve hayatımdaki en yoğun iş yükünü aldım üzerime. Bu ay derginin hem kapak konusunu hem de özel ekini ben yapacağım. İyimser tahminlerle 32 sayfalık bir ekin üzerine 9 sayfalık bir kapak dosyası demek bu...

Ekim ayında Focus'un yanında vermek için üzerinde harıl harıl çalıştığım ekin adı: "Kayıp Şehrin Sokak Haritası". Megaralılardan bu yana 3.000 yıllık bir yerleşime sahne olan bu kentin şehir planı, bugün bile bazı yerlerde varlığını hiç değiştirmeden koruyor. Öyle ki, bazı sokakların sadece adları değişmiş! Fetih öncesi İstanbul'unu resmeden kimi gravürlerde, oturduğunuz ya da içinden geçtiğiniz bazı sokakların 800 yıl önceki halini görebilirsiniz!

1.200 yıl önceki kilise yazmalarına, 1470'lerden kalma Nuremberg yazmalarına, Matrakçı Nasuh'un minyatürlerine bakarak bir şehrin kaybolmuş sokak haritasını çıkartacağız bu ay... Zor, zor olduğu kadar da sayısız arkeolog ve tarihçi ile konuşmamızı, onlara danışmamızı gerektirecek bir ek bu...

Aslında uzun bir süredir merak ettiğim ve üzerine 3-4 yıldır çeşitli bilgi kırıntılarını topladığım bir konuydu bu. İstanbul'un bazı mahalleleri (Samatya, Balat, Küçükpazar, Laleli'nin arka sokakları) şehir planı açısından, üç aşağı beş yukarı, 1.000 yıl öncesine kıyasla hiç değişmemiş durumdalar. Örneğin, Kocamustafapaşa tren istasyonunun arkasındaki Marmara Caddesi ya da Cankurtaran mahallesinin sokakları 1.000 yıldır sadece isim değiştirdiler. Örnek mi?



Nuremberg Yazmaları adıyla ünlenen ve 1470 ile 1495 arasına tarihlenen ünlü gravür kitabında yer alan, yukardaki İstanbul tablosunda örneğin, Amiral Tafdil Sokağı'nı görmemek mümkün mü? Hartmann Schedel'in çizdiği bu gravür, bugün bile bir turistin işine yarayabilir... Haritadaki gerçeklik muhteşemdir: II. Bayezid zamanında Ayasofya'nın henüz iki minaresi vardır, Hipodrom'un bugün de ayakta duran güney kanadını, Teodosius sütununu, Küçük Ayasofya'yı (?) ve son dönemde arkeolojik kazılarda temelleri bulunan Aya Ekklesia'yı görüyoruz haritada!

Semt isimleri ise başka bir âlemdir. Bugün kullandığımız bazı semt ve sokak adlarının "Bizans azizlerine" ait olduğunu söylesem ne dersiniz? Belki de bunu yazmamak en iyisi, neme lazım, birileri "istemezüük" diye ayaklanır, 1.000 yıllık sokağın adını değiştirilmesine de ben vesile olurum! Eh, bu vebalin altında da yaşanmaz...

Neyse, devamını açıkçası ben de merak ediyorum :)...

Kapak konumuza gelince... Bunu bir süreliğine daha gizli tutmak istiyorum, ama emin olun, herkesten önce siz öğreneceksiniz!

Sağlıcakla-Ali

Çarşamba, Ağustos 24, 2005

"Cittadino" Nazim Hikmet! Subito, Ora!


Hadi, bugün size bugüne dek hiçbir edebiyat dergisinde "yayımlanmamış", kimseciklerin bilmediği bir hikâye anlatayım :))... Üstüne üstlük hikâyemiz Nâzım Hikmet'e dair olsun! Ne dersiniz?

Eğer bu satıra geçtiyseniz, demek ki istiyorsunuz... Başlayalım o halde...

Hafızası iyi olanlar hatırlayacaktır, Burkina Fasa Fiso'da bir süre önce "şiir çevirisi" üzerine iki yazı yazmış ve bence bu toprakların gelmiş geçmiş en yetkin çevirmenleri olan Barış Pirhasan ve Can Yücel'den iki ayrı örnek vermiştim. Bu sefer aynı olgunun "tersine çevrilmiş" bir örneğinden bahsedeceğim. Bir başka deyişle, bir Türk şairinin, Nâzım Hikmet'in İtalyanca çevrilmesinin öyküsünü anlatacağım sizlere...

Biraz da yurtdışındaki "satış rakamlarına" bakarak, Nâzım'ın en iyi çevirilerinin Farsça, Rusça ve İtalyanca çevirileri olduğu anlatılır dost meclislerinde... Farsça'nın nedeni malum; şiir formu olarak Hayyam'ın dörtlüklerinden ve rubai imgelerinden sık sık faydalanan Nâzım, "doğulu bir şiiri batılı bir formda gürül gürül söyleyen" bir şairdir. Rusça'yı da yıllarca Moskova'da yaşamış olmasına, o dili öğrenmesine ve Rus toplumu tarafından bağırlarına basılmasına bağlayabiliriz.

Peki, ya İtalyanca? Nâzım'ın İtalyanca çevirilerinin son derece "yetkin" olduğunu biliyoruz... Halbuki, Nâzım'ın tüm kitaplarını İtalyanca'ya çeviren Joyce Lussu, "tek kelime Türkçe" bilmemektedir!

Hikâyenin aslı, Türkiye'de hiç bilinmeyen bir aşktır... Nâzım'ın Fransızca'dan okuduğu şiirlerine âşık olan Joyce Lussu, 1960'ların "Kızıl İtalya"sında, ünlü komünist lider Emilio Lussu'nun karısıdır. Nâzım Hikmet gibi Emilio Lussu da ülkesinde kovuşturmaya uğradığı için ülkesinden kaçmış, Fransa'ya sürgüne gitmişti... Böyle bir dönemde Roma'da bir araya gelen Nâzım Hikmet ve Joyce Lussu birbirlerine aşık olurlar. Nâzım'ın Roma'daki birkaç aylık misafirliği boyunca büyük bir aşk yaşayan ikili, "biraz Fransızca, biraz Rusça ve çokçası da sabahlara kadar sevişerek" Nâzım'ın şiirlerini İtalyanca'ya çevirirler...

Belki "amiyane bir benzetme" olacak ama, Nâzım'ın aşk dizeleri İtalyanca'ya "yaşanarak" çevrildiği için başarılı olmuştu. Nâzım'ın İtalyanca çevirisi bu nedenle son derece "duru" ve "içten"dir...

Her neyse, Joyce Lussu ve Nâzım Hikmet için bu birkaç aylık ilişki, birkaç yakın dost dışında, herkesten ölünceye kadar sakladıkları bir "sır" olarak kaldı... İkili, Rus ve İtalyan komünist partili yoldaşlarının tepkisinden çekiniyordu. Bu ilişkiyi asıl "imkânsız" kılansa, Joyce Lussu'yu Fransa'da kocasının; Nâzım'ı ise İstanbul'da Münevver'in, Moskova'da ise Vera'nın beklemesiydi!

Joyce Lussu, Nâzım'ın sevdiği "en güzel kadın" olacaktı... Ayrıldıktan sonra, Lussu bir güzellik daha yaparak, Münevver'in Türkiye'den bir yat ile kaçırılmasını sağlayacaktı... Nâzım, 10 yıldır görmediği Münevver ile Memet'ine, onu seven bir başka kadın sayesinde kavuşuyordu. Aşkın büyüklüğüne bakar mısınız?


Neyse, Nazım'ın 1960'da Roma'da yazdığı ve muhtemelen Joyce Lussu için kaleme aldığı şiirin İtalyancası ve Türkçesini alt alta koyuyorum:
La tua anima è un fiume, mio amore
scorre in alto tra le montagne
tra le montagne verso la piana
verso la piana senza poterla raggiungere
senza raggiungere il sonno dei salici piangenti
la quiete dei larghi archi di ponte
dell'erbe acquatiche dell'anatre dalla testa verde
senza raggiungere la dolcezza triste delle superfici piane
senza raggiungere i campi di grano al chiaro di luna
scorre verso la piana
scorre tra le montagne
tirandosi dietro le nubi che si fondono e si separano
portandosi di notte le grosse stelle le stell
e delle cime delle montagne
scorre schiumeggiando
mescolando nel fondo le pietre nere con quelle bianche
scorre coi pesci che nuotano contro corrente
vigili nelle curve
s'inabissa e s'inalbera pazza del proprio fragore
scorre in alto tra le montagne
tra le montagne verso la piana inseguendola
senza poterla raggiungere.


Bu da Türkçesi. En azından artık bu şiirin kime yazıldığını biliyoruz...

Ruhun, bir ırmaktır gülüm,
akar yukarda dağların arasında,
dağların arasından ovaya doğru,
ovaya doğru, ovaya kavuşamadan bir türlü,
bir türlü kavuşamadan uykusuna söğütlerin,
geniş köprü gözlerinin rahatlığına,
sazlıklara, yeşil başlı ördeklere,
düzlüklerin yumuşak kederine kavuşamadan,
kavuşamadan ayışığındaki buğday tarlarına,
ovaya doğru akar,
akar yukarıda dağların arasından,
bir yığılan bir dağılan bulutları sürükleyip,
geceleri iri iri yıldızları taşıyarak
dağbaşı yıldızlarını,
mavi güneşlerini de dağbaşı karlarının,
akar köpüklene köpüklene,
dibinde ak taşları kara taşlara karıştırıp,
akar akıntıya karşı yüzen balıklarıyla,
dönemeçlerde kuşkulu,
uçurumlarda düşüp şahlanarak,
kendi uğultusuyla deli divane
akar yukarda dağların arasından,
dağların arasından ovaya doğru,
ovaya doğru, ovayı kovalayıp
ovaya kavuşamadan bir türlü.




Not 1: Meraklısına bir küçük bilgi. Elimdeki 2002 baskısı "Nazım Hikmet'in Aşk Şiirleri" (Nazim Hikmet -Poesie d'Amore, ISBN: 88-04-34871-2) adlı kitabın kapak içinde "21. baskı" yazıyor. Yanlış anlamayın, Nâzım'ın şiir kitabının "İtalyanca baskısından" bahsediyorum!

Hadi biraz daha şaşırtayım sizi :)), Arnoldo Mondadori tarafından ilk baskısı 1991'in Ocak ayında çıkartılan bu kitap, bu yayınevine geçmeden önce, Lo Specchio tarafından 12 kere daha basılmış! Lo Specchio'dan önceki yayınevlerinin ise kaç adet bastığı bilinmiyor... Bu arada baskı adetlerinin bizdeki gibi 1.000-2.000 değil; 5.000 nüsha olduğunu hatırlatalım.

Not 2: Yolunuz Milano'ya düşerse, benden size bir tavsiye. Leonardo da Vinci İcatlar ve Sanayi Müzesi'ni gezmeyi unutmayın. Müzenin zemin katında, çeşitli matbaa makinelerinin sergilendiği bölümde, bir litograf makinesi göreceksiniz. Litografi makinesinin üzerinde, o makinede basılmış son kağıt duruyor. O kağıdın üzerindeyse Nâzım'ın "Yaşamaya Dair" şiiri... Ben gördüğümde ağlamıştım...

Not 3: (Yazının başlığı) Vatandaş Nâzım Hikmet! Hemen şimdi!

Salı, Ağustos 23, 2005

Burkina Fasa Fiso'nun gelecek planları


Burkina Fasa Fiso'ya sadece geçen hafta 2.982 kişi (unique visitor) bağlanmış. Üstüne üstlük geçen hafta, dergiyi bağlamakla uğraştığım için, sadece trombosit ve Focus'ta yayınlanan eski bir yazımla geçiştirdiğim, pek fikir üretmediğim bir dönemdi. Bu haftanın ilk iki günlük rakamları, bu hızla gidersek, haftayı 3.000'in çok üzerinde kapatacağımızı gösteriyor...

Rakamlar her ne kadar güzel olsa da, beni uzun bir süredir rahatsız eden bir "olgu" var. İzin verin, paylaşayım... Site istatistiklerine baktığımda, o haftaki ziyaretçilerin büyük bir çoğunluğunun, yaklaşık yüzde 90'ının, açılış sayfasındaki son yedi yazıyı okuyup, arşivde yatan diğer yazılara yönelmediğini görüyorum.

Garip bir duygu bu. Kendinizi bir an sadece son yazdığı şiir yüzünden sevilen talihsiz bir şair gibi hissediyorsunuz. Hele hele o an açılış sayfasında duran yazılar, sizin için çok da özel olmayan metinlerse...

Halbuki bu sitede seveceğinizi düşündüğüm "birkaç yazı" daha vardı... Size anlatmak istediğim daha çok şey vardı, ben böyle olsun istememiştim! "Yazmak, yaşanmayan hayattan intikam almak"sa eğer, okurun bunu kimsenin elinden almaya hakkının olmadığını düşünüyorum.

Belki de sorun "daha ciddi"... Sanırım, blog işinin Türkiye'deki algılanışında bir hata var. Son zamanlarda, Türkiye'de "blog"un "bugün ayşelere gidip king oynadık sonra da akmerkezde kızkıza gezdik" ya da "bakın burada ne komik fotoğraflar var"a indirgenmeye başlandığını düşünüyorum. Hani bu bir paylaşım platformu olacaktı? Fena halde birer "tüketim" ve "öylesine bakıp, sonrasında da unutma" araçlarına dönmeye başladığımızı hissediyorum...

Bunu nasıl aşarım diye düşündükçe aklıma iki çözüm geldi. Birincisi, sitede bugünden itibaren görmeye başlayacağınız "tag" sistemine geçmek. Böylelikle, belirli bir konuda yazılmış bir metni beğenenlerin, aynı konudaki diğer girdilere erişimini kolaylaştırmayı umuyorum. Şimdilik ağustos ayı girdilerini sınıflandırmakla başladığım bu sistem sayesinde, bir haftaya kalmadan sitedeki tüm "yeni-eski" yazılar birbirleriyle bağlantılı hale gelecek. İkinci vadede, bu taglerin kullanımını kolaylaştıracak bir takım "açılır-kapanır" menüleri oluşturmak hedefim.

İkinci ve daha radikal olan yöntemse, blog sitesini sadece tarih sıralaması içinde değil, eski yazıların beş altı ana başlık içinde sınıflandıran yeni bir yapıya geçmek. Bunun için sanırım yeni bir site tasarlatmak gerekiyor. Focus'un yeni sitesini tasarlarken webmaster'ımız Mert Maviş'in Ajax ile yaptığı numaraları çok sevdim. Sanırım Burkina Fasa Fiso 2.0, çölde bedava yağ bulmuş Berberi'nin kıçına sürmesi gibi Ajax'ın "bol bol" kullanıldığı, "görmemişin önde gideni" bir site olacak :)))...




Not 1: Bir arkadaşım demin bana telefon edip, "Ali farkında olmadan, memlekette bazı işlerin düşünülmeye başlamasını sağlıyorsun" dedi... Bilmiyorum, denize doğru geri fırlattığım deniz yıldızlarına değiyor mu iş?

Not 2: Blogger "spam comment"lardan bıkanların hayatını kurtaran bir hizmet başlatmış: "Word Verification". Taktırdım, rahat ettim!

Pazartesi, Ağustos 22, 2005

Masaüstü savaşları


Masaüstü'nü Macintosh yarattı,
Microsoft kopya etti, Linux ise uçuruyor!



Etkileşim, etkileşim, daha fazla etkileşim! Masaüstü’nün geleceği bu kelimede saklı... 1971’deki Xerox PARC’ı saymazsanız, Apple Macintosh ile hayatımıza giren “masaüstü” kavramı, önümüzdeki günlerde karşımıza gelecek yeni nesil işletim sistemleriyle bir kez daha büyük bir değişim gösterecek.

Peki, neler mi getirecek yeni nesil masaüstleri? Masaüstü’nün geleceğine bakmak için en iyi yöntem, MacOS X “Tiger” ile Apple’ın bugün yapabildiklerine bakmak. Tiger’ın “Dock” yani araç çubuğu ile sağladığı erişim kolaylığı, bir zamanlar Microsoft’un Vista adlı yeni işletim sistemine eklemeyi en çok istediği yeniliklerin başında geliyordu. Vista’nın daha fazla gecikmemesi için feda edilen bu yeni araç çubuğu, daha uzun bir süre Macintosh kullanıcılarının bir lüksü olacak.

Macintosh’u en yakından izleyen işletim sistemiyse, şaşırtıcı ama Linux... Şaşırtıcı diyoruz, çünkü bugüne dek kullanıcı dostu olmamakla suçlanan Linux cephesinde yaşanan büyük değişim, yakın bir gelecekte Microsoft’u daha da köşeye sıkıştıracağa benziyor. Linux’un masaüstü hizmet sürümlerinden biri olan KDE, geliştirilmekte olan 4.0 sürümü ile masaüstü kavramının geleceğine yeni bir kapı açıyor.


Plasma adı ile başlatılan bu projede; etkileşimli program parçacıkları, genişletmeler, şeffaf masaüstü öğeleri, çoklu masaüstü yönetimi gibi kavramlar tekrar ele alınarak geliştiriliyor. Yarın kullanacağınız masaüstünüzün geliştiricileri arasında bir de Türk’ün, Barış Metin’in bulunduğunu bilmek, acaba ilginizi çeker mi?

İlgilenenler için: Plasma Projesi

Cumartesi, Ağustos 20, 2005

"Partizan değilim, sadece asiyim.."



2 Ağustos 2004...
O gün, Fellini’nin rüyaları,
dünya savaşlarının son acıları,
siyah-beyaz renkli tüm güzel kadınlar,

hepsi ama hepsi, beyaz atlara binip, bu dünyadan göçtüler...


Fotoğraf sanatının yaşayan iki büyük ustasından biriydi. Henri Cartier-Bresson, geçen yıl bu zamanlarda, Paris’teki evinde ölmüştü. Geriye, bir tek Sebastiao Salgado kaldı. Şansıma, her iki ustayı da yakından tanıma fırsatım oldu...

Bresson, fotoğrafçı arkadaşlarının deyimiyle, “Carpe Diem Ustası”, Magnum Ajansı’ndaki diğer fotoğrafçıların aksine, hiçbir zaman hayatı ciddiye almayan, gününü gün eden, yarını düşünmeyen bir “serseri”ydi... O sadece mesleğini değil, hayatını da fotoğraf kareleri ile yaşayan, “sonsuz yetenekli bir serseri”ydi...

1930’lu yıllarda Louis Aragon’un komünist gazetesi Ce Soir için çalışırken, ünlü şaire bir tartışma sırasında söylediği cümleler tam da onu anlatıyor: “Ben bir partizan değilim, sadece bir asiyim!”

Bir asi gibi hayatı dolu dolu yaşasa da, bir gün ölmekten hiç korkmadı. Le Monde ile yaptığı bir röportajda, çektiği karelere binlerce dolar ödeyen Amerikan basınından neden hoşlanmadığını açıklıyordu: “Asla ölümden konuşmuyorlar. Bu yüzden, yaşamdan ölüme geçişin belli belirsiz olduğu Meksika ve İspanya’yı tercih ediyorum...”

Cuma, Ağustos 19, 2005

Creative Commons:
"Gündüz insan, gece hırt" mı?


Blogger'ın altyapısında bugünlerde büyük bir inşaat faaliyeti hüküm sürüyor. Bu nedenle de "cümlealem Blogger cemaati" son birkaç günü XML servisleri, publishing sorunları ile boğuşarak geçirdik. Muhtemel bir Atom ve Pyhton uyuşmazlığı sonrasında Gezegen Linux'un da update düzeninin de içine ettikten sonra, Gezegen Linux üyeliğime 24 saatliğine bir "es" verildi. Benzer sorunları yaşayan arkadaşlara, XML uyuşmazlığını Feedburner'a geçerek çözdüğümü söyleyeyim...

Muhtemelen ilk defa benden duyacağınız bir haberle başlayalım işe. Google firması yakın bir gelecekte Blogger 2.0 adıyla duyuracağı yeni servislere hazırlanıyor. Dedikodular, Google'ın artık çöp blogların barınamayacağı, sayısız eklenti ile ilginç entegrasyonlara (Örneğin Google Earth ile... Nasılını sormayın, ben de tam bilmiyorum:)) gidilecek yeni bir blog altyapısının bizlere sunulacağı yönünde... Örneğin iki gündür gördüğümüz "flag" uygulaması, bu yeni servislerin ilki.

(...)

Joichi Ito adı size bir şeyler anımsatıyor mu? Pek kısa sayılmayacak bir süredir dünya medyasının dikkatlerini üzerine çeken bu genç Japon, son birkaç yılımıza damgasını vuran en sıradışı beyinlerden biri. Henüz 39 yaşında olmasına rağmen; milyonlarca siteyi endeksleyen Technorati'nin başkan yardımcısı, ICANN'in yönetim kurulu üyesi, Japan Infoseek kurucusu, Open Source Iniative'in yürütücülerinden biri, ağustos ayı itibariyle Mozilla Foundation'ın da yöneticilerinden biri olan Joichi Ito'nun taşıdığı en ilginç şapkaysa hiç kuşkusuz, Creative Commons'un fikirbabalarından biri olması...

Peki, özgür yazılımı ve açık toplumu böylesine savunan bir kişi, Amerikan ordusuna askeri eğitim yazılımı üreten bir firmanın da sahibi olabilir mi? Creative Commons'un son zamanlarda başını en çok ağrıtan sorulardan biri bu.

Yapılan iş, Creative Commons'un felsefesine ya da Mozilla'nın kaynak kodlarına doğrudan ya da dolaylı bir şekilde halel getirmese de, bu işlere girişen bir kişinin "politik duruşu" itibariyle "pek hoş bir durum" olmadığı, bir gerçek...

Joichi Ito, kurucularından olduğu 3DSolve firmasının Amerikan ordusuna üç boyutlu askeri simülasyonlar hazırlamadığını saklamıyor: "Evet, bu firma üç boyutlu simülasyonlarda kullanabileceğiniz, açık standartlara dayanan bir yazılım altyapısı yarattı ve bunu kullananlar arasında ordu da var. Bugün NSA'in Linux'u kullanıyor olması nasıl Linux'u kötü bir şey haline getirmiyorsa, neden bizim yazılımımızın ordu tarafından kullanılması bizi kötü insanlar yapsın ki?"

Joichi Ito'nun söylediği bu cümledeki tutarlılığı görmezden gelmek zor. Ama bu tutarlılık bile, "kıldan ince kılıçtan keskince" olması gereken "politik duruş"taki yamukluğu kapatmaya yetmiyor...

Kıssadan hisse, bu yazı aslında "hiçbir şey söylemiyor"... Ama özgür yazılım ve açık standartlar ile uğraşan herkese hayattaki duruşlarının "kıldan ince kılıçtan keskince" olması gerektiğini hatırlatıyor...



Günün sözü: "Parayı A tipi fon ile döviz sepetine yatıracaan, altı ayda ikiye katlayacak şerefsizim!" - Karl Marx

Çarşamba, Ağustos 17, 2005

"Hayalgücü" ile savaşan ordu



Yeterince tankınız, askeriniz hatta uçaklarınızı kaldıracak
benzininiz yoksa nasıl savaşırsınız? “Hayalgücü” ile mi?
İkinci Dünya Savaşı'nda Japonlar öyle yaptılar!



Iwo Jima alınmalıydı. Hem de ne pahasına olursa olsun! Küçük bir havalimanı, iki balıkçı köyü ve adanın ucundaki tek tepesiyle Iwo Jima, korunaksızdı. Amerikan uçakları adanın üzerinde saatlerce uçmuş ve birkaç yüz kişilik Japon müfrezesinin dışında kimseyi görmemişti. Bu adayı fethetmek, neredeyse keyifli bir yaz yürüyüşüne benzeyecekti.

Amerikalılar haklıydılar. Adada neredeyse kimse yoktu. Japonya’yı bombalayacak ağır bombardıman uçaklarının havalanacağı bu küçük volkanik ada, derin bir sessizliğe gömülmüş gibiydi...

Amerikalılar, 1945 yazına gelindiğinde sessizliğin anlamını artık biliyorlardı. Guadalcanal ve Filipinler’deki savaşlarda inanılmayacak şeyler görmüşlerdi. Ama bu seferki iş kolay olacağa benziyordu, 12 kilometrekarelik bir adada kaç Japon saklanabilirdi ki?

Çıkartmayı yönetecek Amiral Spruance’ın kesin emri vardı: Amerikalı denizciler adaya çıktığında, bir tekinin bile burnu kanamayacaktı! Hava Kuvvetleri tam 10 hafta boyunca, Heybeliada büyüklüğündeki bu adayı elindeki her şeyle bombaladı! Çıkartma günü, Amerikalılar adada çok zayıf bir dirençle karşılaşacaklarına emindiler...

Fukakku taktiği
Adadaki Japon birliklerinin kumandanı Tadamaçi Kuribiyaşi, bu “keyifli yaz yürüyüşü”nü Amerikalılar için tam bir cehenneme çevirdi. Bombardımandan bir ay önce adaya gizlice yerleşen Japon birlikleri ölümüne çalışmış ve bir ayda bu küçücük adanın altında karınca yuvasını andıran tüneller kazmışlardı.

Adanın altında kazılan tünellerde, 25.000 Japon askeri Amerikalıların gelmesini beklemişler; ağır bombardıman sırasında ise, Amerikalıları kandırmak için sadece birkaç hava bataryası cevap vermişti. Bu cılız direniş susturulduğunda, Amerikalılar artık emindi. Adada birkaç yüz Japon askeri ya var ya yoktu!


Iwo Jima sahilleri bir çıkarma gemisi ve tank mezarlığına dönmüştü.
Metrekare başına düşen bomba miktarı ürkütücü bir rakamdı: 13 ton!


19 Şubat 1945 günü Amerikalılar Iwo Jima sahiline ayak bastığında, 27 bin Japon askeri bir anda üzerlerine çullandı. Binlerce Amerikan askeri sadece ilk üç dakika içinde öldü. Donanmanın top salvosu, Hava Kuvvetleri’nin avcı uçakları bile denizcileri kurtaramamıştı. 25 kilometre uzunluğundaki tüneller zincirine bağlı 1.500 yeraltı koruganından bir anda çıkan Japonlar, yarım saatlik “Bansai” saldırısından sonra, tanklarıyla birlikte tekrar ortadan kaybolmuşlardı! Amerikalılar, Iwo Jima’da ilk kez “hayalet bir ordu” ile savaşıyorlardı!


Amerikan Hava Kuvvetleri Iwo Jima’yı bombaladıkça Japonlar tünellere çekildiler.
Resimde görülen minyatür Japon tankı, tünellere kolayca girebilmesi için tasarlanmıştı.


Beşinci günün sonuna gelindiğinde, Amerikalılar sahilden içeriye doğru sadece 450 metre ilerleyebilmişlerdi. Daha fazla ilerlediklerinde, Japonlar bu sefer arkalarından çıkıyordu! Çıkartmayı yapanlar, adanın etrafını çeviren yüzlerce gemiye ve bire üçlük sayı üstünlüğüne rağmen, adada kuşatılmışlardı.

Tadamaçi Kuribiyaşi, eğitimini Amerika ve Kanada’da almış, akıllı bir askerdi. Denizde, havada ve karada üstün Amerikalılar karşısında, savaşı yeraltına indirmişti! Kuribiyaşi’nin “fukakku”, yani canlı esir vermeme taktiği Amerikalı denizcilere korku salmıştı. Adaya çıkan 76 bin “Marines”, 35 gün süren savaşın ancak 20. gününde bir Japon askerini canlı ele geçirmeyi başarabilmişlerdi!

Iwo Jima, arkalarında muazzam bir hava ve donanma desteği olan 76.000 Amerikan askerine karşı, kısıtlı cephane ile savaşan 25 bin Japon askerinin verdiği bir kahramanlık hikâyesiydi. 200 kadarı dışında 25 bin Japon askerinin tümünün öldüğü bu savaşta, Japonlar adaya çıkan her üç Amerikan askerinden birini öldürdüler. Amerikan ordusunun Iwo Jima’da verdiği 23.000 ölü, Pasifik’te o güne kadar verilen en büyük kayıptı...

Avustralya’nın dibindeki fethedilemeyen ada
Japonlar Rabaul’daki küçük Avustralya garnizonunu, 23 Ocak 1942’de yendiler. Bu orta büyüklükteki ada, imparatorluk ordusunun Avustralya kıtasını fethetmek için hazırlandığı “büyük işgal hareketi”nin sıçrama tahtası olacaktı!

Rabaul gerçek bir kaleye dönüştürüldü ve Papua Yeni Gine, Solomon Adaları ve Avustralya’yı işgal etmek için bir levazım üssü yapıldı. Kokoda Trail, Milne Körfezi, Bougainville, Guadalcanal ve Mercan Denizi Savaşı’na, katılan Japon orduları hep Rabaul’dan yola çıktılar.

Rabaul’un süngertaşı tepelerine 500 kilometre uzunluğunda bir tüneller zinciri oyuldu. Bu tünellerden 15’i hastane amaçlı kullanılırken, 4 kilometre uzunluğundaki bir tünel de 2.500 yatak kapasiteli bir hastane olarak inşa edilmişti! Tüneller Singapur’da yakalanan Amerikalı savaş tutsaklarına ve yöre halkına kazdırılmıştı. Bu zorlu çalışma sırasında birçok tutsak öldü.
“Rabaul Kalesi” 5 uçak pistine, bir balona, bir de denizaltı üssüne sahipti! Çok sayıda donanma gemisiyle birlikte, toplam 200.000 kişilik bir Japon ordusunu barındırıyordu! Tünellerine tankların, uçakların ve hatta denizatlıların saklandığı bu ada, Avustralya’nın yanı başında olmasına rağmen, Amerikalıların işgaline uğramadı. Amerikalılar etrafındaki tüm adaları almalarına karşın, bu adaya çıkartma yapmaya cesaret edemediler. Rabaul, savaşın son günlerinde, Tokyo’dan 8.000 kilometre uzaktaki bir Japon kalesiydi!

Adadaki 70.000 Japon askeri, ancak Hiroşima ve Nagasaki’ye atom bombalarının atılmasından ve Japonya’nın teslim anlaşmasını imzalamasından sonra iki yıl sonra ülkelerine dönebildiler.

Tora, Tora, Tora!
Savaşın belki de en doğru kullanılan uçağı olan Mitsubishi Zero’lar, Pearl Harbor’u bombalamak için, uçak gemilerinden birbiri ardına havalanırken, Yamamoto’nun aklında bir tek soru vardı: “Darbeyi ilk vuran kazanır mı?”.

Amiral, Japonya’nın zaferi kazanamayacağını düşünerek, İngiltere ile Birleşik Devletler’e açılacak bir savaşa hep karşı çıkmıştı. Ama, sözünü kimseye dinletememişti. Derin bir incelemeden sonra şu sonuca varmıştı: “Japonya’nın tek başarı şansı, Amerika’nın korkunç Pasifik Donanması’nı tek vuruşla sakatlamaktır”.

7 Aralık 1941 Pazar sabahı, Pearl Harbor’un doğusunda ve batısında yükselen dağların doruklarında bulutlar vardı. Hawaii’deki Amerikan Hava Kuvvetleri’ne bağlı uçaklardan yalnızca yedi tanesi devriye gezmekteydi. Uçaksavarların başında kimse yoktu. Donanmanın 780 topunun yalnız dörtte birinin personeli görevlerindeydi. Ordunun 31 bataryasından dördü mevzilenmişti, ama bunların da cephanesi yoktu; cephaneler, bozulma ya da paslanmayı önlemek üzere depoya gönderilmişti.

Saat 7:40’ta, “Niikata Dağı’na tırmanın” emrini alan ve kullandığı bombardıman uçağıyla çok yüksekten uçan Yarbay Fuşida, saldırı emrini mors alfabesiyle verdi: “Tora, Tora, Tora!” Kaplan anlamına gelen bu söz, şifreli olarak, “Baskın başarıyla gerçekleşiyor” demekti.
Japonların planı basit, ama etkiliydi. Amerikalıların karşı saldırısını önlemek için, bütün askeri havaalanlarını sistemli biçimde yakıp yıkmakla işe başlıyorlardı. İlk hava saldırı dalgasındaki 40 torpido uçağı, 51 pike bombardıman uçağı ve 49 ağır bombardıman uçağı bombalarla hedeflerini yok ettiler. 80 pike bombardıman uçağı, 54 yüksek irtifa bombardıman uçağı ve 36 avcı uçağından oluşan ikinci saldırı dalgasının ana hedefi ise ABD’nin Pasifik Donanması’na ait gemilerdi.

“Doğan Güneş”, Tokyo’yu aydınlatmaya başlıyordu. Baskına ilişkin ayrıntılı haberler geldikçe, İmparatorluk Donanması Genel Karargâhı’ndaki coşku artıyordu. En ölçülü, ihtiyatlı kimse için bile ABD’nin Pasifik Filosu’nun perişan olduğu apaçık ortadaydı. Müttefikler’in Pasifik’teki kudretlerinin başlıca aracı artık felce uğramıştı, Asya’nın fethi işi devam edebilirdi: “Bansai!

Amerika’yı işgal edemiyoruz, bari ormanlarını yakalım!
Pearl Harbor’dan sonra Japon Kuvvetleri Pasifik ve Güneydoğu Asya’da cirit atarak, Avrupa sömürge imparatorluklarını yıldırmışlar, Çin’i güneyden kuşatmışlar, Hindistan’a gözdağı verirken, birbirine uzaklıkları 12 bin kilometre olan bir coğrafyada savaşa girmişlerdi. Japonlar güneyde Papua Yeni Gine’nin tropik ormanlarında savaşırken, kuzeydeyse Amerika’yı “işgale” kalkışmışlardı!

Japonlar, Pearl Harbor’dan tam 7 ay sonra, Alaska eyaletine ait Aleut Adaları’nı ele geçirerek “Amerika’nın İşgali Harekâtı”na başlamışlardı! Elbet, Japonlar bunu yapabilecek askeri güce sahip değildi, ama o günlerdeki Amerikan kamuoyu bundan son derece rahatsız olmuş, California sahillerine Japonların yapacağı çıkartma “gün sayar” olmuştu. Batı sahillerinde yaşayan milyonlarca Amerikalı, evlerinin bahçesine siperler kazıyordu. Ayrıca, Los Angeles sahilleri boyunca kurulan yüzlerce gözetleme kulesi, ufuktaki Japon çıkartma gemilerini arıyordu!

Bu dönemde Japonlar Tokyo’dan bıraktıkları atmosfer balonları ile California ormanlarını yakmaya kalkıştılar! Çılgınca, ama gerçek... İşin garibi, Pasifik’te batıdan doğuya esen rüzgârların etkisiyle, 9.000 atmosfer balonunun bir düzine kadarı Amerika kıyılarına ulaştı, hatta iki-üç tanesi içindeki yanıcı maddelerle California ormanlarına düşerek, küçük yangınlar da çıkarmayı başardı! Yangın yerinde bulunan atmosfer balonu ve Japon bayrağı kalıntılarının Amerika’da yarattığı paniği, ne siz sorun ne de biz anlatalım!..

“Buşido” kuralları ile eğitim
1920’li ve 1930’lu yılların ırkçı önyargılarının dünyasında batılı, Japonlara “küçük sarı adamlar” deyip geçme eğilimindeydi.

“Kavruk ve makineden anlamayan” genellemenin ne kadar saçma olduğu, Pearl Harbor ve Filipinler’e yönelen yıkıcı saldırılar sırasında ortaya çıktı. Japon Donanması hem gündüz hem gece çarpışmaları için sıkı eğitim yapıyor ve öğretilenleri iyi öğreniyordu; deniz ataşeleri Tokyo’daki planlamacıları ve gemi tasarımcılarını sürekli bir bilgi akışıyla besliyorlardı. Hem ordu hem de donanma hava kuvvetleri iyi eğitimliydi; çok sayıda usta pilotları, görevlerine son derece bağlı mürettebatları vardı.


Japonlar pratik bir hesaplamayla, bir Amerikan savaş gemisini batırmak için
sadece üç kamikazeye ihtiyaçları olduğunu anlamışlardı. Bir savaş gemisinin
maliyetiyse 100 savaş uçağından fazlaydı. Uçak geri dönmeyeceği için
yakıt gereksinimi de yarı yarıya düşmüş oluyordu!


Kararlı ve aşırı yurtsever subaylarının yönetiminde buşido (Japonların geleneksel savaş sanatı) kurallarıyla eğitilen bu askerler, savunma ve saldırı savaşında müthiştiler. Başka ordularda “son adam kalıncaya kadar dövüşmek” lafta kalırken, Japon askerleri bu deyimi gerçek anlamıyla alıyor ve bunu gerçekten yapıyorlardı.

Japonya’da zorunlu askerlik olduğundan, ordunun insan gücü ihtiyacını gidermesi de kolaydı. İlk yıllarda ordunun kapasitesi sınırlıydı, ama genişletme programı ile 1937’deki 24 tümen ve 51 hava filosu, 1941’de 51 aktif tümene ve 133 hava filosuna çıkmıştı. Bunların haricinde 30 tümen daha görev alacaktı. Böylece Japon Ordusu 2 milyon yedek destekli, 1 milyondan fazla askere sahipti.

Japonların gizli silahları
Japonların Asya ve Pasifik Okyanusu gibi geniş bir coğrafyada Amerika, İngiliz, Avustralya ve Yeni Zelanda ve Çin ile aynı anda savaşabilmesinin ardında, savaş alanında muazzam bir “yaratıcılığa” sahip olması yatıyor.

Japonya, ne asker sayısı ne de silah endüstrisi açısından bu ülkelerle yarışabilirdi, ama çok daha “yaratıcı”ydı. Çok daha az kaynak ve askerle tüm bu ülkelere kök söktürmesinin ardında, düşmanı şaşırtan taktiklere başvurmaları yatıyordu. Örneğin, kamikazeler. Atom bombası atıldığı sırada bile, Japonların anakarayı koruyacak 1.500 kamikaze uçağına sahip olması, savaşın son perdesi için Amerikalıların karabasanlar görmelerine neden oluyordu.

Japonların savaşın son safhasında geliştirdiği, ama atom bombası yüzünden kullanmaya fırsat bulamadığı “gizli silahları” arasında en ilginç olanı, hiç kuşkusuz, Aichi M6A Seiran uçağıydı. Panama Kanalı’nı bombalamak için tasarlanan ve yalnızca 28 tane üretilebilen bu uçak, denizaltıya yüklenebiliyordu! Aichi M6A Seiran, eğer atom bombasından önce üretilebilseydi, artık abluka altında bulunan Japonya’dan denizaltılar yoluyla ayrılacak ve Pasifik ortasından bir noktadan kalkıp, Panama Kanalı’nı bombalayarak Pasifik Donanması’nı Atlantik Donanması’ndan koparacaktı!

Ah şu yokluk olmasa, ne güzel savaşırdık!
Peki, tüm bu yaratıcılığına rağmen Japonya neden yenildi? Her şeyden önce, hammadde eksikliğinden. Pasifik’te yenilen Japonya, petrol gibi birçok temel maddeye artık erişemiyordu. Gaz, elektrik, kömür gibi maddeler çok azalmıştı. Artık evlerde banyo yapmak tarihe karışmış, kamuya açık hamamlar ise kalabalıktan girilmez olmuştu. Hamamlarda sokaktan odun parçaları toplayarak sıcaklık sağlanıyor, buralarda yıkanma deneyimine ise “küvette patates yıkama” deniyordu. Kimi Japonlar ısınabilmek için kitaplarını yakıyorlardı.

Benzin sıkıntısı yüzünden uçaklar iki saatten fazla uçamıyordu. Çaresizlik içinde olan donanma, yakıt yerine kullanmak üzere “çam kökü yağı” kampanyasına başvurdu. Bu arada “200 çam kökü, bir uçağı bir saat süreyle havada tutar” sloganıyla tüm Japon halkı ellerinde kazma kürek çam köklerini çıkarmaya yönlendirildi. Ancak bu emekler boşa gitmeye mahkûmdu. Bir galon petrol elde etmek için 1.000 kişinin 2,5 günlük mesaisi gerekiyordu. Amaçlanan resmi hedef, günde 12 bin varil petrol üretimi olduğundan, bu hedefe ulaşmak için her gün 1,5 milyon işçinin yalnızca bu işte çalıştırılması gerekiyordu.

Durum son derece ümitsizdi. Ancak, bu görüşü hükümetin her üyesi aynen paylaşmıyordu. Hükümetin desteklediği slogan ise şuydu: “100 milyon insan bir bütün halinde ulus için ölmeyi bekliyor”. 1945 Mart’ında Iwo Jima Savaşı’nda Japonların işgale karşı gösterdiği direniş öyle şiddetli ve fanatik düzeydeydi ki, Amerikan komutanları Japon adalarının işgali için kayıplarının “en az 268 bin” olacağını hesaplamışlardı. Bu hesabın sonucu ise, tarihin o güne kadar gördüğü en korkunç silah olan atom bombası oldu....



Not 1: Ulaş Aktuna ve Ali Işıngör'ün birlikte hazırladıkları bu dosya, Focus dergisinin 2004 Ağustos sayısında yayınlandı. İkinci Dünya Savaşı'nın resmen sona ermesinin 60. yıldönümünü anacağımız şu günlerde, savaşın bir de hollywood filmlerinde "anlatılmayan tarafı"nın olduğunu hatırlayalım istedim.

Not 2: Cumartesi günü yeni sayıyı bağlıyoruz. Ekim sayısının kapak konusu "Bizden Çalınanlar". Truva'nın altınlarından Elmalı Hazinesi'ne, Venedik kentinin sembolü Quadriga Atları'ndan temel taşlarına kadar sökülen Bergama Sunağı'na kadar bu topraklardan nasıl çalındığını anlatıyoruz... Ekim sayısını kaçırmayın!

Not 3: Bir ara kafamı toparlarsam, Copyleft ve Copyright'a dayanan farklı lisans modellerini yazmak istiyorum.

Salı, Ağustos 16, 2005

Bir "doğaçlama kampanya"nın düşündürdükleri...


Neriman Hanım'ı trombosit bağışı için arayan altı kişi var! Ne diyeceğimi bilmiyorum. En iyisi, Susam Sokağı'nın Büdü'sünün söylediği şarkıyı yüksek sesle bağırmak! :)

bazı günler ben oturup da,
altı için bir şarkı söylerim, altı
altı tuğla
düşünürüm,
bazen de altı çubuk
altı

senin iki gözün bir burnun
var,
bir elinde tam beş parmak var,
dört ayağı var iskemlenin,
altının yerini tutamaz hiiiiç,
altı

altı en güzel sayı
bazen
büdü bir sayı tut derler bana
ben hep o sayıyı tutarım
sevdiğim sayı
altı...


Şarkının orta yerinde Edi, Büdü'ye "Ama Büdü, altı hiç kimsenin sevdiği sayı değildir ki!" der. Olsun... Biz yine de altıyı seviyoruz!



Not: Bu mesajla birlikte, trombosit yazılarına son veriyorum. Hiç kimseden talep etmediğim halde, Türk bloggerlarının "duyarlılığı sayesinde" küçük bir yazı aniden bir kampanyaya dönüştü. Sadece Neriman Hanım'ın eşine değil, küçük Hilal'e de yardım ulaştırmayı başardık. Ancak, Burkinafasafiso üzerinden yürüyecek bir kampanyanın bundan sonrası için yetersiz olacağını, bunun için yeni bir yapılanmaya gitmemizin gerektiğini düşünüyorum.

Blogcu.com'dan arkadaşlar hemen "Kan Aranıyor" adıyla bir blog açtılar. İyi bir girişim olmakla beraber, bunun yeterli olacağını düşünmüyorum. Daha açık söylemek gerekirse, insanların "kan aranıyor" çağrılarını okumak için bir siteyi izleyeceğine inanmıyorum. Eğer öyle olsaydı, çoğumuzun Kanbankası sitesinden haberdar olması gerekirdi! Benim aklıma gelen ilk öneri, blogkardeşliği kutucuklarının arada sırada Kanbankası.gen.tr'de yayınlanan duyuruları da döndürmesi... Bu kutucuklar vasıtasıyla, bugün olduğu gibi 40 kadar blogda değil, 500'ü aşkın sitede döner acil yardım çağrıları. Bunun kararını elbet Blog Kardeşliği yöneticileri verecektir.

Bir "doğaçlama" şeklinde gelişen bu kampanya sırasında, gerek bloga yorum yazan gerekse de kişisel mail atan arkadaşların yazdıkları içinde, iki kişinin söyledikleri kafamı çok yordu. Bunlardan Loony Bin (gerçek adını bilmiyorum), bloggerlığın "vatandaş gazeteciliği" yönünden bahsetti... Bunun, tartışmamız gereken bir kavram olduğunu düşünüyorum.

Son olarak, bu işe omuz veren herkese teşekkür ediyorum. Hepimizin eline sağlık...

Pazartesi, Ağustos 15, 2005

"Her nerde yaşıyor ve nerede yaşatılıyorsan"


Demin Neriman Hanım ile konuştum. Çağrımız işe yaramış :).. Bugün Yücel isimli bir blog okuru (belki de aynı zamanda yazardır, kimbilir?) arkadaş, Cerrahpaşa'ya trombosit bağışlamaya gitmiş. Neriman Hanım, yüzlerce kez teşekkür ettiğinde boğazımda nasıl bir düğüm oluştuğunu size anlatamam...

Teşekkürler Yücel... Sen demin beni ağlattın ya, Tanrı da seni güldürsün...


Not (16 Ağustos Salı): Artık bir de SuperGirl'ümüz var! Yasemin Hanım ve adını bilmediğim bir kişi daha aramış Neriman Hanım'ı :)...

Pazar, Ağustos 14, 2005

Acilen "Clark Kent"ler aranıyor!


Bamboocha çekirdek aileyle eğlenmek, dost insanlarla tanışmak, şömine ateşinin önünde keyif çatmak... Bamboocha hayata koca bir kaşıkla dalmak demek!

İyi haberimiz bu. Bendeniz, ailenizin gazetecisi, dördüncü tekil şahıs dostunuz, kalplerdeki kaymak Ali Işıngör, dün, 31 yıllık hayatının en anlamlı, en güzel işlerinden birini yaptı... Bir insanın hayatını kurtardım!

Kendimi bir "Bamboocha", gözlüklerinin arkasından her an uzaya fırlayabilecek bir "Clark Kent" yani Süpermen gibi hissetmeme neden olan olayı anlatayım. İhtiyaç sahibi 35 yaşındaki birine, neredeyse yaşıtım olan bir insana "bir ünite trombosit" vererek, onun yaşamasını sağladım. Hayat kurtarmak çok garip bir duygu, özellikle de kurtardığınız insan yaşıtınız ya da genç bir bebekse...

İsteyen bu yazıyı okumayı, burada bıraksın...

Şimdi kötü haberi veriyorum. Benim "Clark Kent"liğim sadece 24 saat sürecek! Adını dahi bilmediğim bu genç insan, bir önceki gün koskoca İstanbul'da B RH+ kan grubu trombosit sağlayacak bir "insan evladı" bulamamıştı! Dün benim iki saatimi ayırıp, bu insana verdiğim bir ünitelik trombosit, ağır bir lösemi geçiren bu insanı bir 24 saat, bilemediniz bir 48 saat daha yaşatacak...

"İnsan eti ağırdır" der eskiler. "Birisini yaşatmak için bu kadar çabaya değer mi?" diye soracak olanlar, bu kişinin kendi anne-babası, kızı ya da sevdiği insan olduğunu düşünsünler sadece... Dün bana nasıl teşekkür edeceğini bilemeyen Neriman Hanım için içerde bir ünite trombosit bekleyen kişi, onun "sevdiği erkek"ti... Yarın, sizin erkeğiniz ya da kadınınız olabilir bu kişi...

Bilmeyenlere hemen anlatayım: Trombosit, herkesin kanında bulunan ve kanda pıhtılaşmayı sağlayan madde. Bir ünite trombosit bağışlamak istediğinizde bir makineye bağlanıyorsunuz ve bir kolunuzdan alınan kan, bu hücrelerin "çok küçük bir kısmı" alınarak diğer kolunuzdan size geri veriliyor. Bir başka deyişle, vücudunuzdaki kan miktarı azalmadığı için, "kırmızı kan" bağışından sonra görülen halsizlik ve güçten düşme sorununu yaşamıyorsunuz...

Trombositler ortalama ömürleri dokuz gün süren hücreler olduğu için, insan bedeni, vücudundaki trombosit hücrelerini üç gün içinde yenileyebiliyor. Kısacası, size sadece iki saate mal olacak bir işlem bu...

Dün, 14 milyonluk bu kentin tek "Clark Kent"i bendim... Eğer siz de bu ayrıcalığı yaşamak istiyor ve kan grubunuz B RH+ ise, Neriman Hanım'ı 0537 318 21 35 numaralı telefondan arayın...

Ve bana inanın, bir yaşam kurtarmanın ve hayatta bir günlüğüne "Clark Kent" olmanın hiçbir zararı yok...



Not 1: Neriman Hanım'ın eşi, İstanbul-Cerrahpaşa'da yatıyor. Diğer kan gruplarından birine sahipseniz, yardım edebileceğiniz diğer insanların çığlıklarını buradan duyabilirsiniz...

Not 2: Trombosit verme işlemi öncesinde yapılan testler sayesinde, kanınıza dair tüm bilgilere de kavuşuyorsunuz. Örneğin ben tam bir "trombosit pınarı"ymışım. Bir insanın kanında maksimum 400 olan trombosit oranı bende 394 çıktı!

Not 3: B RH-, zor bulunan bir kan grubu... 1990 doğumlu Hilal Palabayık henüz çok genç ve onun da yaşamak için her gün bir ünite trombosite ihtiyacı var. Şanslı olduğu günler bulabiliyor, bazense hiç bulamıyormuş...

Not 4 (İki hafta sonra, 29 Ağustos Pazartesi):
Antalya Anadolu Lisesi Mezunları, Aptal, Arshiv Blog, Bengisuyum, Bildirgeç, Birabanor'un Seyir Defteri, Blog Azizk, Bu Ne Bee?, Cemshid.gen.tr, Çocuksun Sen, Deeper And Faster, Deniz Kırıcı, Dostlar Limanı, Ejderha Zamanı, Esin Perisi, Emin Akdamar, Gayya Kuyusu, Gereksiz Blog, Gölge Oyunu, Hasır Sepet, Hayvanat Bahçesi, Hey Little Girl, Hhmmmhmm, Hiç'in Azab-ı Mukaddes'i, İki İleri Bir Geri, İlintiler, İzlenimsel Betimlemeler, Journey To Blue, Jurnal, Karalamalar.net, Kriptografi Gördüm, Krizalit Kristalin, Leo Khan, Loony Bin, Manhem Blog, Metsepman, Mevsim Sepya, Molaverrahatla, MSelcuk, Mtldantoloji, Muk's World, Not Defteri, Oğuzhan, Plasticwings, Prag-matik, Psychedelic Pink, Sunipeyk, Tanrı Evrenle Zar Atmaz, Taksimetre, There Is No Silver Bullet, Selim Topaloğlu, Seyir Defterim, Vebihamdik, Yeni Dünyalar, Zırvalama Salak, 029ur, Blogkardeşliği ve Blogcu.com'cu arkadaşlar sağolsunlar, bu çağrıya bloglarında yer verdiler. Bu arada blogculardan onbirinci bağış da gelmiş! Blogger olmaktan hiç bu kadar gurur duymamıştım... Bu çağrıyı kişisel blogunda yayan tüm arkadaşlara teşekkürler...

Cumartesi, Ağustos 13, 2005

“Bir gün Urartular geri dönecek”


İran sınırındaki Çavuştepe Kalesi’nde sert bir rüzgâr karşılıyor bizi. Kuş uçmaz kervan geçmez bu yerde, sessizliği İran’dan gelen yüklü kamyonlar bozuyor. Çavuştepe, İran sınırına 40 kilometre mesafede, ama her yere uzak, herkesten uzak...

Urartu kralı II. Sardur’un verimli tarım arazilerini ve ticaret yollarını korumak için inşa ettirdiği bir kale Çavuştepe. Urartuca adı Sardurinihili, yani “Sardur’un kenti” olan kale, İskitlerin M.Ö. 7. yüzyıldaki istilasına kadar Urartu ordusunun tahıl ambarı olarak kullanılmış. Bugün bile kale içinde toprağa gömülü çömleklerin içinden 3000 yıl önceki, artık yanmış olan buğday taneleri çıkıyor.

42 yıldır Çavuştepe’yi ve Urartuların tahıl dolu çömleklerini koruyan bir bekçi var; adı Mehmet Kuşman... Sadece bu kadar mı? Değil. Kuşman, dünyada Urartuca’yı okuyabilen 38 kişiden biri!

Yalnızdım, burada ben, çok yalnızdım” diyor Mehmet Kuşman; “Özellikle kış döneminde bir ben kalırdım, bir de kale...”

Çavuştepe’nin bu çorak tepesini bekleyen Kuşman’ın, 55 harfi ile “çiviyazılarının en zorlusu” olarak kabul edilen Urartuca’yı öğrenmesi, kolay olmamış: “Bu yazı çok mu zor, diye sormuştum kazı başkanı Afif Erzen Hoca’ya. ‘Evet çok zor! Ne yapacaksın’ diye sordu biraz da kızarak. ‘Öğrenmek istiyorum’ deyince ‘Hadi ordan!’ diyerek beni başından savdı. Biraz zoruma gitti açıkçası, ama vazgeçmedim. İyi ki de vazgeçmemişim...”

Urartuca’yı Asurca, Asurca’yı da Med dili izlemiş... Kuşman’ın şimdiki hedefi ise Sümerce. Devletin verdiği bekçi maaşı yetmeyen, ama Heisenberg Üniversitesi tarafından Almanya’ya davet edilen Mehmet Kuşman, bir süredir üzerinde Urartuca yazıların olduğu küçük süs eşyaları yaparak, geçimine katkı sağlıyor. Boynunda taşıdığı kolyede, Urartuların en büyük tanrısı, “savaş ve devlet” tanrısı Haldi’nin adı var. Aradan geçen 3000 yıl bile, Haldi’nin bu coğrafyadaki egemenliğini kırmaya yetmemiş...

Mehmet Kuşman ile görüşmek üzere Van’a gittiğimizde, bir de sürprizle, “Dünya’nın Urartuca konuşabilen 39’uncu kişisi” ile karşılaştık! Muhammed Karaca, Gürpınar İlçe Emniyet Amirliği’nde çalışan bir polis memuru. Urartuların bir gün dönmesini ve onlarla doya doya Urartuca konuşacağı günü bekliyor. Suskun birisi Muhammed Karaca, çok fazla konuşmuyor. Kim bilir, belki de günümüz insanlarına anlatamadıklarını, Urartularla konuşuyordur...


Not 1: Yukardaki fotoğraf, Tempo dergisinden Okur Konuralp'e dair. Affına sığınarak buraya alıyorum resmi. Pazartesi günü dergiye gittiğimde kendi çektiğim kare ile değiştireceğim.

Perşembe, Ağustos 11, 2005

Bardağın her iki yarısı da boş olursa!


Eski bir Rus fıkrasıdır...
Kötümser söylenmeye başlamış: "Bundan daha kötüsü olamaz!"
İyimser karşı çıkmış: "Olur, olur..."


Son bir haftadır site ile daha doğrusu Internet Explorer ile yaşadığım render sorunları artık mücadele edilemez boyutlara gelince, gözümü karartıp, sitenin eski şablonunu önce koyu karanlık bir başka şablon ile değiştirdim. Arka fonda bir takım desenler, şeffaf ögeler olmazsa rahatlarım diye düşünürken, acı bir şekilde Explorer'ın bu kez de bir Javascripti sevmediğini gördüm!

Eh, zamanında bu memlekette bir bilişim dergisinin haber müdürlüğünü de yapmış adamız, "compatibility" denen nanenin her zaman terazinin aşağıda duran kefesine göre konumlandırılması gerektiği gibi "salak bir düşünce", daha o zamanlar benimsetilmiş biz salaklara! Tuttum, Java ögesini kaldırıp attım siteden! Baktım olacak gibi değil, bu kez de, eşimin Artistanbul isimli blogu için üzerinde oynadığım şablona geçiş yapayım dedim. Explorer Efendi, bu kez de PNG resim dosyalarındaki transparency'yi kafasına göre uygulayıp, kafasına göre uygulamayınca, pes edip, bundan sonra siteyi sadece Firefox için tasarlamaya karar verdim.

Bu süreç içersinde sizlere verdiğimiz rahatsızlık için özür diler, bundan böyle Internet Explorer ile aramızdaki her türlü medeni ilişkiyi kestiğimizi, dosta-düşmana kıvançla duyururuz!

Sağda solda okuduğum "Internet Explorer 7 şunu yapacak, CSS destekleyecek, böyle güvenli olacak, kıçından şöyle yıldırım çıkartacak" haberleri, artık bana bu fıkrayı çağrıştırıyor sadece...
Kötümser söylenmeye başlamış: "Bundan daha kötüsü olamaz!"
İyimser karşı çıkmış: "Olur, olur..."

Pazartesi, Ağustos 08, 2005

Quack!



sayfa 2


sayfa 3


Ivo Milazzo ve Giancarlo Berardi, Donald Duck'a 70'inci doğumgünü için özel bir hediye verdiler. Macerada Ken Parker ve "uzun tüfek" olmazsa olmazdı elbet...

Cuma, Ağustos 05, 2005

"Deli ile Veli"


Ünlü hikâyedir, 1940'lı yıllarda Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nden bir gün 30 kadar deli kaçar... Hastanenin başında Mazhar Osman'ın olduğu zamanlardır.

Her neyse, hemşireler telaşla Mazhar Osman'a koşar: "Efendim yandık! 30 deli birden hastaneden kaçmış!"

Mazhar Osman hiç bozuntuya vermez, odacıdan paspas yaptığı süpürgeyi, hemşireden ise hastalardan birinin uzun donunu ister! Zavallı odacı ve hemşire içlerinden "Tamam Mazhar Bey'i de kaybettik!" diyerek, bu isteği yerine getirirler. Mazhar Osman süpürgenin sopasının ucuna uzun donu bir bayrak gibi bağladığı gibi, "asker adımlarıyla" hastaneden dışarı çıkar!

Hemşire ve zavallı odacı, "Hah tamam! Şimdi kaçanların sayısı 31 oldu!" diye dövünmektedir... Görüntü aynen şudur: Mazhar Osman, ucunda bir uzun don olan "bayrağı" sanki kutsal bir sancakmış edasıyla iki eliyle önünde tutmakta ve "kaz adımıyla" Bakırköy sokaklarında yürümektedir! Bir de garip bir marş söylemektedir: "Deli marşı!"

Neyse, Mazhar Osman, o zamanlar adı "Makri" olan Bakırköy'de, elindeki kutsal bayrağı ile bu marşı söyleyerek "iki tur" atar... Üç saat sonra, Mazhar Osman hastanenin kapısında görünür. Görüntü aynıdır: Kaz adımı yürüyüş ile muzaffer bir komutan edasındaki "başhekim", bir garip marşı bağırarak içeri girmektedir. Arkasında da hastaneden kaçan delilerle!

Başhekimi izleyen kalabalık kuyruğun en sonundaki deli de içeri girdikten sonra kapılar kapatılır ve sayım yapılır. Başhekimin peşine tam 130 kişi takılmıştır!

:)))

Bunu niye mi anlattım? Geçenlerde burada Mesnevi'den bahsetmiştim. Mevlana'ya "veli" Neyzen Tevfik'e ise "deli" diyen bu garip toplumda -ki bence ikisi de yanlıştır-, yukarıda resmini gördüğünüz Neyzen Tevfik de bu hastanenin müdavimleri arasındaydı da ondan!

1940'lı yıllarda Neyzen Tevfik'in bu hastanede "hususi" bir odası vardır. O oda, temiz çarşaflarıyla hep Neyzen için boş tutulurmuş. Neyzen, bunaldığında buraya gelir, neyini üfler, birkaç ay kafasını dinledikten sonra çeker gidermiş...

Neyzen, bu hayatta "bir kere olsun" karşılaşmayı isteyeceğiniz türden bir delidir. Birgün nerden bulmuşsa artık, eline yüklü miktarda para geçer Neyzen'in. İlla bir delilik yapacak ya, sokakta gördüğü tüm köpeklerin kulağına bir "reşat altını" sıkıştırır. Eh, bunu gören halk da sokakta buludukları tüm köpekleri kapıp, koşarak Neyzen'e getirmektedir!

Neyse, bunu öğrenen abisi Neyzen'in yanına gelir ve kızmaya başlar: "Neyzen bu ne hal? Şu haline bak!"

Neyzen'in cevabı muhteşemdir: "Sen beni bırak ta, asıl şu milletin haline bak!"



Not 1: "Mevlana'nın ney'i ile Neyzen'in mey'i aynı tasavvuf potasında eriyen iki kardeştir!" - Neyzen Tevfik, Hilmi Yücebaş, L&M Yayıncılık.

Not 2: Yukardaki bu güzel öyküyü, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nin en güzel doktoru, kızkardeşim Melek Işıngör için anlattım. Bu arada yukarıda Mazhar Osman'a atfederek anlattığım olaylar silsilesi, bir dost meclisinde duyduğum, "gerçek olamayacak kadar" güzel bir hikâyedir...

Not 3: Neyzen Tevfik'in Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nde kaldığı oda, acaba hâlâ duruyor mudur? Eğer duruyorsa, burası küçük bir müze haline getirilse ne güzel olur, değil mi? Bize o oda oracıktan dil çıkarmaya devam etse ve aslında kimin deli olduğunu hatırlatsa, kime ne zararı olur bunun?

Not 4: Notlar bitmiyor. Focus'ta çalışan, beyaz sakallı bir abimiz var: "Deli Feyzi". Neyzen ile aynı devirde yaşamadığı için hayıflananlar varsa, bize bir "çay içmeye" gelebilir. Müptelası olacaksınız! :)))

Perşembe, Ağustos 04, 2005

Yüzbaşı Tommiks bir karavanacı mı?



Havadaki sineği bile vuran Vahşi Batı’nın ünlü silahşorları ne kadar gerçek? Yüzbaşı Tommiks, Çelik Blek ve Red Kit’in kullandığı efsane silahların “atış testleri”, başka şeyler söylüyor..


“At, avrat, pusat (silah) satılmaz.” Kırk yılı aşkın bir süredir Asya steplerinde maceradan maceraya koşan çizgi roman kahramanı Karaoğlan’ın ağzından duymaya alıştığımız bu eski Türk deyişi, klasik western çizgi romanın temel formüllerinden birini de açıklamaktadır.

Nitekim, bizim Karaoğlan’ın karşılığı onlarda Yüzbaşı Tommiks’tir. Kulver Kalesi’nin Suzi’ye “yanık” komutanı Tommiks, atı Napolyon ve elindeki 45’likler ile kötülere Vahşi Batı’yı dar eder!

Tommiks’in favori silahı, iki adet 45’lik Colt marka tabancadır. Bu tabancalar, rancerlerin resmi silahı olmasının yanında, dönemin en yaygın altıpatları olarak bilinir. Kahramanımız, rancer yıldızının da sorumluluğuyla, suçluları elinden ya da silahından vurmakta son derece başarılıdır.

Kendisi pek sık kullanmasa da, Yüzbaşı Tommiks’in serüvenlerinde görülen diğer silahlara örnek olarak Derringer ve Winchester’ı sayabiliriz. Boyutları nedeniyle kolay saklanabilen Derringer marka tabancalar, hilekâr kumarbazların ceket kollarından veya şapkalarından ani olarak çıkar. Sık sık güzel bayanların çantalarında da saklanan Derringer’lar, kahramanlarımıza tehlikeli sürprizler yaşatır...

Ferrari mi hızlı, Teks mi?
Yüzbaşı Tommiks gibi rancer olan Teks Willer da, maceralarında ordunun kendisine verdiği 45’lik Colt’u kullanmakta. Üstelik, Tommiks gibi rakibini canlı yakalayıp mahkemelere teslim etmek gibi saplantıları da olmayan rancerimiz, adaleti kendi sağlamaktan kaçınmaz. Hal böyle olunca, kahramanımızın kurşunlarına hedef olan insanların sayısı, Claudio Palieri’nin Türkçe’ye de çevrilen kitabı “Gece Kartalı Teks Willer”a konu olacak kadar yüksektir: “Teks, daha birinci sayıda 38, 2. sayıda 33 ve 3. sayıda da biri sansürlenmiş olmak üzere 36 rakibini öldürür. Sayılabilen ölülerinin sayısı ise 2.047 kişidir. Düşünsenize, Ferrari bile, böyle bir anda sıfırdan yüze fırlayamazdı herhalde!”

Peki, kovboyların kullandığı silahlar gerçekten bu kadar etkili ve isabetli miydi?

45’lik Colt’ların performansına ilişkin ilginç bir istatistiği, FBI’nın kriminoloji laboratuvarından edinmek mümkün. 1870 yapımı 45’lik Colt, her altı atışta ara verilerek tekrar doldurulmasına rağmen, 15’inci atıştan sonra namlusu şişiyor ve tutukluk yapmaya başlıyor! Başka bir deyişle, Teks, Kızılderililer ile giriştiği her 1,5 dakikalık çatışma sonrasında, 5 dakika kadar ara vermek zorundaydı!

Çelik Blek’in efsanevi “çakaralmaz”ı
Amerika’nın bağımsızlığı için “Kırmızı Urbalı” İngiliz askerleri ile savaşan Çelik Blek’in yaşadığı dönemse, seri atışlı tabanca ve tüfeklerin imalatından öncelere (18. yüzyılın üçüncü çeyreği) denk gelmekte.

Kahramanımız “Kırmızı Ceketliler”i ve yandaşlarını bilek gücüyle tepelemeyi tercih etse de, sık sık Fransız ve İngiliz imalatı ağızdan dolma, çakmaklı silahları (piştov) kullanır. Yayınlandığı dönem ülkemizde çok sevilen Kaptan Swing de kılıcı yeterli gelmediği anlarda, dönemin piştovlarını kullanan bir diğer çizgi roman karakteridir. Hem Çelik Blek hem de Kaptan Swing, İngilizleri piştovları ile perişan etmişlerdi!

Peki, gerçek böyle miydi? Amerika’nın İngilizlerden bağımsızlıklarını kazanmalarından 23 yıl sonra, dönemin piştovları ile yapılan bir atış testinin sonuçlarına sahibiz.

1805 yılında, sonradan Bavyera tüfek fabrikasını kuracak olan Alman Generali Manson, Topçu Albay Monfort’u dönemin çakmaklı piştovlarını denemekle görevlendirir. 4.443 atışın yapıldığı bu testin tarihi kayıtları, bize ilginç bilgiler veriyor.

Bu denemenin istatistikleri, 159 çakmaktaşının kullanıldığını gösteriyor, demek ki her taşla 28 atış yapılmış. Haznedeki barut, mühimmatı ateşleyemeden 277 kere yanmış; bu da demek oluyor ki, her 16 atıştan birinde tüfek düzgün ateşlenememişti! Test sırasında gerçekleşen aksilikler bu kadarla da sınırlı değil... Tarihi kayıtlara göre, 4.443 atışın 799’unda, yani her altı atıştan birinde, çakmaktaşı haznedeki barutu bile ateşleyemeden tam tutukluk yapmıştı! Adı üstünde, devir “çakaralmaz”ların devridir!

Her 100 atıştan 85’i karavana!
Çelik Blek’i İngilizler ile savaşırken bekleyen bir diğer sorun, 18. yüzyılın ikinci yarısına ait piştovların sık sık bakım ve parça değişikliği gerektirmesiydi. Her şeyden önce, namlunun her 60-65 atışta bir iyice temizlenmesi gerekiyordu ki, bu işlem 10-15 dakika sürüyordu.

Bağımsızlık Savaşı sırasında İngilizlere karşı Fransa’dan destek alan Amerikalıların başını, “Kırmızı Ceketliler”den çok, kendi silahlarının mühimmat ve yedek parça sorunu ağrıtmıştı. Ağızdan dolmalı piştovlar, sık sık bozulan, narin silahlardır. Nitekim, Napolyon çağındaki cephanelik verileri bunu açıkça söylüyor... 1800’lerin başında, her 1.000 piştov için depoda 4 çakmak seti, 10 yeni namlu, 20 kasatura, 20 barut haznesi, 30 tetik, 30 pim, 80 tüfek kabzası, 100 çene pimi, 150 horoz bulunduruluyordu!

O çağın silahlarının ne kadar isabetli olduğu hakkında Prusya ve Hannover’da 1829’da yapılan denemeler var. Hannover’daki test, Yüzbaşı Tommiks’ten sonra Çelik Blek efsanesini de yıkıyor.

Hannover’daki testte çakmaklı tüfeklerin yüzde 15’i, çeşitli sebepler yüzünden ateş almayı başaramamıştı. Tutukluk yapma, heyecan, barut koyma hataları ve duman da göz önüne alındığında; 100 çakmaklı tüfeklik bir salvonun, 90 metre mesafedeki 100 düşmandan sadece 15’ini vurabildiğini ortaya çıkarmıştı!

Piştovlardan çıkan merminin başlangıç hızı saniyede 300 metreydi ve toplu haldeki düşman birliklerine 180 metreden açılan salvo ateş, ancak bazılarını yaralıyordu. Hedeften sapma oranları da muazzamdı. 1800’lerde Fransa’da ünlü tabanca yapımcısı Piccard, 150 metre uzaklıktaki bir hedefe ayakta ateş ederek istatistiksel çalışmalar yaptı. Sonuçlar şaşırtıcıydı: Dönemin piştovları, hedefe dikey düzlemde 75 cm. ve yatay düzlemde ise, ortalama 60 cm’lik bir sapma ile ateş ediyorlardı!

Kızılderililerin asla sahip olmadığı silah: Winchester
Vahşi Batı’nın en acımasız kovboyu Teks’in 45’lik Colt’u kullanmakta gösterdiği beceri, onun Winchester marka tüfeği için de geçerlidir. Winchester için bir şey daha söylemek zorundayız. Hemen hemen tüm Western çizgi romanlarında yer alan bu tüfek, Vahşi Batı’yı fetheden silah olarak da anılıyor. Seri atışlı bu tüfekler, Kızılderililerin sürülüp yok edilmelerinde son derece etkili olmuştur...

İlginç bir başka nokta da, Teks gibi bazı çizgi romanlarda yerlilerin de sıkça ve bolca Winchester ve Henry gibi tüfekleri kullanırken görülmesidir. Bu durum, bir dönemin Western filmlerinde de görülür. Gerçek ise bambaşkadır... Kızılderililer, 1700’lerin sonunda kıtadan çekilen İngilizlerden ve Fransızlardan elde ettikleri eski model “çakaralmaz”lar dışında bir silaha sahip olamamışlardı! 1876 yılında Little Big Horn’da Amerikan ordusunun bozgununa kadar, Winchester gibi modeller yerliler için hep uzak ve erişilmesi güç silahlar oldu. Başka bir deyişle, posta kervanını çeviren ve etrafında tüfeklerle ateş ederek at koşturan Kızılderililer de bir Holywood efsanesi!

Ken Parker ve “Uzun Tüfek”
Konu, western çizgi romanı ve silah olunca Ken Parker’a iki nedenle değinmek durumunda kalırız. Birincisi, tabanca taşımayan karakterimizin, zaman zaman kullandığı tüfeğin ağızdan dolma bir “Kentucky” olmasıdır. Ardı ardına seri atışlar yapabilen tüfeklerin hakim olduğu bir dünyada, sadece tek atış yapabilen bir tüfek, başlangıçta okurlara garip gelmişti...

Maceralar ilerledikçe, Ken ile çakaralmazı arasında (yazar Berardi’nin çok iyi vurguladığı) farklı bir duygusal bağ oluştuğunu düşünmeye başlarsınız. Ken Parker, sadece Kentucky tüfeği ile değil, marjinal yapısıyla da içinde bulunduğu çağa direnmektedir.

Ken Parker’a değinmemizin ikinci nedeni, öykülerinde resimlenen silahların çeşitliliği ve tarihsel gerçekliğidir. Burada yaratıcı çizer Ivo Milazzo’nun hakkını teslim etmek gerekir. Çizerimiz, öykünün geçtiği mekânlar, kostümler ve silahlar gibi önemli birçok ayrıntıyı verebilmek için ciddi bir ön çalışma yapmaktadır. Öykülerde Amerikan ordusunun popüler tüfeklerinden Spencer, Springfield, Sharp gibi modelleri, hatta Amerikan tarihini etkilemiş olan makineli Gatling’leri fark edebilirsiniz.

Bizden bir örnek ise, Yalçın Didman’ın yazıp çizdiği “Eksi Seksen Derece” adlı öykü: 1906 model pompalı bir Winchester tüfek, sanatçı tarafından ayrıntılarıyla resimlenmiştir. İlginç bir tesadüfse, yakında kitap olarak da yayınlanacak bu maceranın konusunun, Focus dergisinin Mart 1999 sayısında anlatılan bir öyküden yola çıkılarak çizilmiş olması!



Not 1: Hakan Şaşmaz ve Ali Işıngör'ün birlikte hazırladığı bu dosya, Focus dergisinin Şubat 2005 sayısında yayınlandı. Dosyada adı geçen silahları, kahramanlarımızın ellerinde gösteren kareler ile pek çok teknik detaya burada yer veremedim. Yazının asıl güzel kısmı bence oradaydı ama sağlık olsun, bu seferlik de böyle idare edin :)...

Not 2: Çizgi roman okuyun... Çizgi roman okuyun... Çizgi roman okuyun... Nedenini burada açıkladım.

Not 3: Bugünlerde siteye daha az yazı yazmamın nedenini hemen söyleyeyim. İlk kitabımı yazıyorum! Tarih sevenleri çok ama çok şaşırtacak bir kitap olacak :)...

Salı, Ağustos 02, 2005

"Dergi mutfağı"


Hadi, bugün biraz da kendimden ve yaptığım işten bahsedeyim sizlere...

Yazı işleri müdürlüğü ilginç bir iştir. Bizim meslekte yerleşmiş bir deyim vardır, derginin sizin görmediğiniz tarafını anlatan... "Mutfak" eline biraz matbaa mürekkebi bulaşmış herkesin bileceği bir deyimdir. Okur, dergiyi eline alıncaya dek o mutfakta "ertesi öğün" için nelerin piştiğini bilmez; bayiden satın aldığınız "şey", mutfaktaki çalışanların bir aylık "gizli gizli" çalışmasının ürünüdür.

Ve ayın 29'u 30'u gibi dergi piyasaya çıkar... Bilinmezlik bu noktada karşı tarafa geçer: "Okur bu sayıyı beğenecek mi?", "Acaba yazımı sevecekler mi?" gibi yanıtsız sorular kafaları kurcalamaya başlar. Bu yüzden de o sayıya gelen ilk eleştiriler, düşündüğünüzden çok daha etkilidir. Bu nedenle de her ayın ilk iki üç günü, okurun bize sağladığı "yeni gözlüklerle" yazıları bir kez daha okumakla geçer.

Yazı işleri müdürlüğü ilginç bir iştir. Yeni muhabirlerin gözünde "küçük bir tanrı" olan siz, havadaki şüphe bulutlarını dağıtan ya da kızılderili şamanları gibi gri bulutlara "Yağ!" emrini verecek olan kişisinizdir. Yazı işleri müdürü her şeye hâkim olan, tüm soruları cevaplayan, bilinmeyenleri bilen ve 20.000 ayrı permitasyonda "Daha daha naber?" demesi beklenen adamdır. Bu yüzden çok yorucu ve stresli bir hayatınız vardır. Eh, genelde de ortalama yaşam süresi açısından bir kelebekten "biraz daha" şanslısınızdır!

Bir yazı işleri müdürünün "kalite"sini, kavun örneğindeki gibi anlayabilirsiniz. Eğer o yazı işleri müdürü 35'ine varmış ve hâlâ kafasında kelleşme başlamamışsa, onun "kelek" olduğundan emin olabilirsiniz! Göbek ise bir diğer "alameti farika"dır. Göbeksiz bir yazı işleri müdürünün, "balkonsuz bir eve" benzeyeceğini söylersem, bilmiyorum diğer meslektaşlarımı rencide eder miyim?

Şaka bir yana, yazı işleri müdürlerinin aslında yer yer renkli bir hayatı da vardır. Örneğin son 24 saat içinde başıma gelenleri şöyle sıralayabilirim:
  • Doğacak çocuğuna Hititlerin bilmemne tanrısının adını koyacağını söyleyen "stajyer muhabir" yanıma geldi. Çocuğunun adı "Tavanannah" olacakmış... Kızımız bunu annesine söylediğinde, "Seni kulaklarından tavana asarsam görürsün tavanannahı! Manyak karı!" gibi bir tepki almış. Anasının arkeoloji biliminden nasibini alamamış ama kafiye açısından tam not alan bu tepkisi, onu kesinlikle yıldırmış değil. Benden bir ay önce okumak için aldığı "arkeoloji atlası"nı geri getirdi, onun yerine bir telefon rehberi kalınlığındaki "Yunan Medeniyeti" cildini aldı. Tüm "mutfak" olayı ilgiyle izliyoruz...

  • Bu hafta gelen okur mektuplarının 150 kadarı şu mealdeydi: "Dönem ödevim için öğretmenim şu konuyu verdi. Bu konuda yazdığınız tüm haberleri, çizgisiz A4 kağıdına ve bir kırmızı kalemle sayfanın sol yanından üç santimetrelik bir boşluğu ayırdıktan sonra bana el yazısıyla yazıp gönderirseniz sevinirim."

  • Sekiz yıllık gazeteci arkadaşımız yazısını başlıksız, spotsuz ve imzasız gönderdi!

  • Yeni arkadaşlardan biri, Focus Blog sitesinde okurlara soracağımız soru için, ciddi ciddi şu öneriyi yaptı: "Şimdi okura Focus dergisinin ağustos sayısında sağlık haberlerine ayırdığımız sayfa sayısını soralım. Sağlık haberlerine ayrılan sayfa sayısını toplam sayfa adedine bölerek, bize istatistiki bir çalışma çıkarsınlar. Biz de doğru cevabı verenler arasında 5, 15, 25, 35 ve 45'incilere bu kitabı hediye edelim." Ekiptekilerin kendisine "Sen manyak mısın?" diyen bakışlarına maruz kalan arkadaşımız savunusunu şöyle yaptı: "Ne bileyim, böyle bir şey olsa, ben acayip keyif alırdım!"

  • Bayan stajyerlerimizin ortadan kaybolduğu bir sırada genel yayın yönetmeninden şöyle bir ses çıktı: "Kaybolmayan karı istiyorum!"

  • Yazı işleri müdürü, 65 yaşındaki abimiz Feyzi Öktem'in kalbini almak için şöyle bir cümle kurdu: "Abi, sen benim hayatımdaki tek erkeksin!"

Velhasıl kelam, yazı işleri müdürlüğü zor iş vesselam!




Not 1: Focus Blog'da yeni bir yarışma başladı. Bu sefer beş kitap birden hediye ediyoruz!

Not 2: Tresnjevac'a dair yıllar önce bir dergide yayınlanan yazımı isteyen ve göndereceğime dair söz verdiğim arkadaşlar, sizleri unutmadım... Sözüm söz!