Cumartesi, Ocak 28, 2006

Panthera pardus tulliana


Sevgili Barış Metin'in Pardus'un geleceği ve önümüzdeki dönemde başlayacak tanıtım kampanyasına dair yazdıklarını açıkçası sevinerek okuyorum. Ben de bu dönemde elimden gelen desteği, hem sanat-pardus hem de basın tarafında vermeye çalışacağım. Ama açıkcası canımı fena halde sıkan bir "küçük ayrıntı" var...

Pardus'un basın bültenlerinde, Pardus hakkında sağda solda çıkan tüm haberlerde şu ibareyi görmeye başladım: "Türkiye'de yaşayan son büyük kedi olan Anadolu Parsı ile en son karşılaşma, resmi kayıtlara göre 17 Ocak 1974'te Ankara Beypazarı'nda gerçekleşti."

Son olarak bu ibareyi, proje liderimiz Erkan'ın yazısında gördüm.

Öncelikle düzeltelim. Anadolu Parsı ile 1974'ten sonra da "çok sayıda" karşılaşma yaşandı. İzleyen yıllarda Bey Dağları, Mut-Dandi Mevkii ve Kaçkarlar'da Anadolu Parsı'nın görüldüğüne dair köylülerden ve MTA mühendislerinden çeşitli ihbarlar alınmasına karşın, bu tanıklıklar bilimsel açıdan kabul edilebilecek verilerle desteklenememişti.

Ta ki 2002 yılına kadar...

2002 yılında Kaçkar Dağları'nda Marmara Orman Bölge Müdür Yardımcısı Erkan Kayaöz ve fotoğrafçı Cemal Gülas, yaşayan bir Anadolu Parsı'nı fotoğraflamayı başardılar. Bu kare, TRT 2'de yayınlanan "Zamanın Tanığı" adlı belgeselde de gösterildi.

2004 yılında bir karşılaşma daha yaşandı. Bu seferki randevu, Doğu Karadeniz'de Pokut Yaylası'ndaydı...

Açıkçası kızgınım. Bilinçsiz avcıların, cahil köylülerin, doğa talanının yok edemediği "Panthera pardus tulliana" konusunda herkesten önce bizim hassas davranmamız gerektiğini düşünüyorum çünkü...

Google diye bir araç var elimizin altında. Buna da mı bakmadın Erkan?

Salı, Ocak 24, 2006

Liquid Weather çevirisi bitti,
eylemlerimiz devam edecek!


Ailenizin açık kaynak kodlu astronomi simülasyonu Stellarium'u Türkçe'ye çevirecek .pot dosyasını Pardus hata listesine (hata 1892) attım. SuperKaramba'nın gözbebeği Liquid Weather'ın çeviri dosyası ise temanın geliştiricisi Matt'e gönderildi. Bir aksilik olmazsa 9.3 sürümünde diller arasına Türkçe de eklenecek :).

Şimdi sırada ne olsun? Scribus'a mı gireyim yoksa hazır elim değmişken birkaç SuperKaramba temasını daha mı yerelleştireyim?

Anlayacağınız, kar tatili bana iyi geldi... :)

Perşembe, Ocak 19, 2006

Don Kişot İstanbul'da! (2)


“Beni Konstantinopolis’e götürdüler”
Ansızın bir sessizlik çökmüştü “Teslimiyet Kahvesi”ne. Uzun Donlu Kişot’un elindeki sigara titriyordu. Sesinde bu Osmanlı paşasına karşı hiçbir nefret tonu yoktu:
"Uluç Ali Paşa, padişahın esiri olarak 14 yıl kürek çekmişti; 34 yaşından sonra, kürek çekerken, bir Türk’ün kendisine tokat atması üzerine sinirlenip, dinini değiştirmişti. O kadar cesurdu ki, padişahın çoğu gözdesinin başvurduğu ahlaksızca yollara başvurmadan Cezayir beylerbeyi olmuş, sonra da hükümdarlığın en yüksek rütbelerinin üçüncüsü olan kaptan-ı deryalığa getirilmişti. Tunus’taki Halk-ül Vadi Kalesi’ni ele geçirip yıktıktan sonra, donanma Konstantinopolis’e muzaffer bir şekilde döndü.”

Aslen Calabria’lıydı, ahlaklı ve iyi bir adamdı, esirlerine çok insanca davranırdı. Öldükten sonra, geriye kalan 3.000 esiri, vasiyetnamesine uygun şekilde, her ölenin mirasçısı kabul edilen ve ölenin diğer çocuklarıyla birlikte mirasını paylaşan padişah ile diğer dönme askerler arasında paylaştırıldı. Ben Venedikli bir dönmeye (Cezayir dayısı Hasan Ağa) düştüm...”

Halatları ibrişimden, yelkenleri atlastan donanma
1536 yılında İtalyan asıllı, Luca Galeni isimli genç, papaz olmak hayaliyle Napoli’ye gitmek ister. Bindiği gemi Ali Reis tarafından ele geçirilince, esir alınır. Müslümanlığı seçtikten sonra, denizlerdeki kıvrak zekâsı ve cesaretiyle göz doldurarak kaptanlığa kadar yükselir. Luca Galeni adı Uluç Ali’ye çevrilir.

İnebahtı Deniz Savaşı sırasında donanmanın 42 parçalık bir filosuna kaptanlık eden Uluç Ali Paşa, akıllıca yaptığı manevralarla Malta donanmasını batırarak İstanbul’a dönmeyi başarır.

Kanuni’den sonra Sultan II. Selim’e de vezirlik eden Sokullu Mehmet Paşa, bu yürekli ve yetenekli denizcinin Uluç olan lakabını Kılıç’a çevirerek onu donanmanın başına getirir. Sokullu, paşadan yeni bir donanma inşa etmesini şu sözlerle emreder: “Paşa, paşa! Sen bu devleti anlayamamışsın! Eğer bu devlet isterse, bu donanmadaki gemilerin halatlarını ibrişimden, yelkenlerini atlastan donatır! Eğer zamanında sana istediğin malzemeyi veremezsem, gel benden bunları iste!”

Ve İnebahtı’dan beş ay sonra, Kılıç Ali Paşa kumandasında 300 parçalık bir donanma, yine İtalya açıklarında gezinmeye başlar...

İnşaatında Cervantes’in çalıştığı cami!
Uluç Ali Paşa görkeme de meraklıdır. Osmanlı padişahı III. Murat’ın oğlu şehzade Mehmet için Sultanahmet Meydanı’nda (At Meydanı) yapılan meşhur sünnet düğününde, paşa tarafından sunulan havai fişek ve ışık oyunları İstanbulluları büyülemiştir... Paşa, adının bir cami ve külliye ile yaşamasını ister. Ama, Sultan III. Murat bir türlü külliyeyi inşa edebileceği yeri gösterememiştir. Bunun üzerine Uluç Ali Paşa, o sırada bir koy olan Tophane sahilini doldurarak, Mimar Sinan’dan burada “eşi görülmemiş bir cami”yi inşa etmesini ister!

Son seferinden sonra İstanbul’a döndükten sonra sayısı 3.000’i bulan kölelerinin önemli bir kısmını Mimar Sinan’ın emrine verdiği biliniyor. Kılıç Ali Paşa Camii’nin inşaatı sırasındaki harcamaların kaydının tutulduğu yevmiye defterlerinde, bir ilginç isim karşımıza çıkıyor: Miguel de Saavedra!

Ünlü siyaset adamı ve tarihçi Nasuh Nuri İleri’nin bulduğu bu kayıt, gerçekten Cervantes’e ait olabilir mi? Akdeniz korsanları üzerine yaptığı araştırmalarıyla tanınan İtalyan tarihçi Roberto Damiani’ye göre bu “neredeyse kesin”! Roberto Damiani, daha da ileri giderek, kölelerine karşı merhameti ile tanınan Uluç Ali Paşa’nın, Venedik kayıtlarına göre, İtalyan ve İspanyol kökenli köleleri için caminin yanında bir de mahalle kurdurmasını anlatıyor. Uluç Ali Paşa’nın doğduğu kasabanın adını verdiği "Calabria Nuova” mahallesi, bugün caminin hemen karşısındaki “Karabaş Mahallesi” olabilir mi acaba?


“Saavedra adındaki bir İspanyol askeri”
“Teslimiyet Kahvesi”ndeki uzun donlu ihtiyarın sesi artık çok daha cılız çıkıyordu... Öykü, ailesinin 1.000 altın paralık fidyeyi son anda bir araya getirerek, onu beş yıllık esaretten kurtarması ile sona eriyordu. Uzun Donlu Kişot, hiçbir şey için üzgün değildi. Geride bıraktığı bir arkadaşı dışında:
“Eğer fidyem bir gün daha gecikseydi, yeni sahibim Hasan Ağa ile geldiğim Cezayir’den tekrar Konstantinopolis’e dönmek üzere yola çıkıyordum. Bu yüzden çok acı çektim. Beylerbeyinin fidye bekleyen esirleri, diğer forsalarla birlikte işe koşulmazlar. Ben de fidye bekleyenler arasındaydım. Açlık ve çıplaklık bazen, hatta her zaman bizi üzdüğü halde, sahibimin Hıristiyanlara karşı görülmedik, duyulmadık zulümlerini sürekli görüp duymak kadar canımızı sıkan başka bir şey yoktu. Her gün birini asıyor. Bir başkasını kazığa vuruyor, bir diğerinin kulağını kesiyordu; üstelik bunları öyle sebepsiz yere yapıyordu ki... Şerrinden kurtulabilen tek kişi, Saavedra adında bir İspanyol askeriydi...”

Bu yaşlı ve yalnız ihtiyarın öyküsünün sonunu biz getirelim...

Miguel de Saavedra Cervantes, esaretten kurtulup ülkesine döndükten sonra 1585’te evlendi. Kaybettiği sol eli yüzünden iş bulamadığı için, yazarlığa başladı ve ilk kitabını da evlendiği yıl yayımladı. Ama geçim sıkıntısı içindeydi. Karısını ve evini bırakıp gezici vergi memurluğu yapmaya başladı. 1587’de halktan topladığı vergiyi bir bankere kaptırınca, hapse girdi ve iki yıl hapiste kaldı. Daha sonra yeniden hapse düştü; ama, bu defa fazla yatmadı, aklandı. 1605’te tekrar devlet memuru oldu ve en önemli eseri Don Kişot’u yayımladı.

Cervantes, Don Kişot'tan önce de kitaplar yazmış, ama başarılı olamamıştı. Ancak, Don Kişot sayesinde sadece İspanya'da değil, bütün Avrupa’da zirveye çıktı. Hatta eserinin, o dönemde bile taklitleri yayımlandı. Cervantes, 22 Nisan 1616’da Madrid'de öldüğünde artık şöhretinin doruğundaydı.

Bir elini kaybettiği İnebahtı Savaşı’nın ve esir olarak geçirdiği beş yılın hatıraları, Cervantes'in bütün eserlerini derinden etkiledi. Anlayacağınız, İnebahtı’da bıraktığı sol eli, onun arkasında dünya çapında ve asırlar boyunca hatırlanacak iki eser bırakmasını sağladı: La Mançalı Yaratıcı Asilzade Don Kişot’u ve İstanbul’daki Kılıç Ali Paşa Camii’ni...




Not 1: Cervantes’in metinlerinde “Uluç Ali” olarak geçtiği için, yazı içinde Kılıç Ali Paşa’nın adını Kaptan-ı derya olmadan önceki haliyle kullandım.

Not 2: Birinci bölümü geçen hafta yayınlanan bu "deneme" içindeki mavi renk ile işaretlenen bölgeler, Don Kişot romanından kısaltılarak alınmıştır.



Kaynaklar---------------
Proyecto Quijote - Madrid
Cervantes: Su Obra y Su Mundo, Madrid 1981
Vida de Miguel De Cervantes Saavedra, Espasa-Calpe, Madrid 1972
Corsari del Mediterraneo, Roberto Damiani, 2004
La Mancha’lı Yaratıcı Asilzade Don Quijote, YKY, İstanbul 2004
“Don Kişot yazarının sol elini bir Türk güllesi götürmüştü”, Murat Bardakçı, Hürriyet (10.11.2003)

Pazar, Ocak 15, 2006

"Yeşil Bursa'da konuk bir garip kuş,
otur denmiş oracıkta oturmuş"


Bugün Nâzım Hikmet'in doğum günü. Eğer bu 10 günlük tatilden kendinize ayıracak bir yarım gününüz varsa, bugün Nâzım Hikmet Kültür Merkezi'nde açılan "Dünya Çizerlerinden Nâzım Hikmet Portreleri" sergisine gidin derim.

Geçmişte, sizlere Nâzım'a dair hiç bilinmeyen bir öykü anlatmıştım. Bugün çok azınızın bileceğini düşündüğüm bir başka öyküyü anlatayım dedim.

Cahit Sıtkı Tarancı'nın, 80'li yılların sonlarına doğru biz lise sıralarındayken, edebiyat dersi kitaplarında yer alan şu güzel şiirini hatırlarsınız herhalde:
BİR ŞEY

Bir şey ki hava gibi ekmek gibi su gibi
Lazım insana lazım onsuz yaşanılmıyor
Ana baba gibi dost gibi yavuklu gibi
Kalp titremeden göz yaşarmadan anılmıyor.

Bir şey ki gözümüzde memleket kadar aziz
Aşk ettiğimiz kendimize dert ettiğimiz
Adını çocuklarımıza bellettiğimiz
Bir şey ki artık hasretine dayanılmıyor.
1947'de yazılan bu şiirin "ikinci bölümü", elden ele dolaşıyor ama tek parti yönetiminin korkusundan 1950 yılına kadar hiçbir yerde yayınlanamıyordu... Bu "ikinci bölüm", 12 Eylül sonrasında bir kere daha sansürlenecek, bir süre sonra sansürlendiği dahi unutularak, o haliyle dönemin lise kitaplarına girecekti!

Peki, Cahit Sıtkı Tarancı'nın bu sansürlenen şiirinin devamında ne vardı? Cahit Sıtkı Tarancı, Bursa Cezaevi'nde yatan birisi için üzülmektedir bu şiirde:
II
Bir şey daha var yürekler acısı
Utandırır insanı düşündürür
Öylesine başka bir kalp ağrısı
Alır beni ta Bursa'ya götürür.

Yeşil Bursa'da konuk bir garip kuş
Otur denmiş oracıkta oturmuş
Ta yüreğinden bir türkü tutturmuş
Ne güzel şey dünyada hür olmak hür.

Benerci Jokond Varan Üç Bedrettin
Hey kahpe felek ne oyunlar ettin
En yavuz evladı bu memleketin
Nâzım ağbey hapislerde çürür.

Bu şiir bir yerlerde yayınlanamasa da, kuş olur, elden ele dolaşan bir mektup olur ve bir şekilde Bursa Cezaevi'nde yatan Nâzım Hikmet'e ulaşır. Nâzım şiirden ötürü çok duygulanmış, ama kendisi için "bir garip kuş" diye bahsedilmesinden de bir parça üzülmüştür. Cevap olarak, en ünlü şiirlerinden biri olan "Yatar Bursa Kalesi"ni kaleme alır:
Sevdalınız komünisttir
On yıldan beri hapistir,
Yatar Bursa kalesinde.

Hapis ammâ, zincirini kırmış yatar,
En âlâ bir mertebeye ermiş yatar,
Yatar Bursa kalesinde.

Memleket toprağındadır kökü,
Bedreddin gibi taşır yükü,
Yatar Bursa kalesinde.

Yüreği delinip batmadan,
Şarkısı tükenip bitmeden,
Cennetini kaybetmeden,
Yatar Bursa kalesinde.


Biz "mavi gözlü dev"i çok sevdik...

"nâzım / sen bizi öyle çok sevdin / biz seni öyle çok sevdik ki / küçük adınla çağırır herkes seni / herkes sen der sana / fransa da rusya da yunanistan da / aragon da nâzım / neruda da nâzım / ben de nâzım / özgürlük ki adlarından biridir senin / o senin en güzel adın / merhaba nâzım."

(Yannis Ritsos)

Cumartesi, Ocak 14, 2006

Düş gücü denizlerinin korsanıdır oyuncular...


Ali Poyrazoğlu, bir süredir oyuncuların, palyaçoların, kuklaların, canlı müziğin ve dansın iç içe geçtiği muhteşem bir güldürüyü sunuyor. Tiyatronun perdesinin, koltuklarının, kostümlerinin, anılarının, kulise asılı kalmış tiradların satıldığı bir açık arttırmanın öyküsü olan "Ben Eskiden Küçüktüm" adlı oyunu Ali Poyrazoğlu şöyle anlatıyor bizlere:
"Ben eskiden küçüktüm adlı yeni oyunumuz dün gece başladı. Herkes soruyor ne satıyorsunuz bu oyunda ne anlatıyorsunuz. Dedim ki bilet satıyoruz, sahnenin tozunu satıyoruz. Kardaki kuş izlerini satıyoruz. Satıyorum efendim, sahnenin tozunu satıyorum... Tozundan, tıpkı küllerinden yeniden dirilen Anka kuşu gibi dirilecek olan, sahnenin tozunu satıyorum. Sahnenin tozu da kar gibidir... Kar gibi bembeyaz ve büyülü. Gece simsiyah, içi kararmış bir ülkede yatarsın, sabah bir kalkarsın ki, her yer bembeyaz. Kar yağmış... Büyülü bir el bütün pisliklerin, çirkinliklerin üstünü örtmüş... Karın mucizesi pencerene el sallıyor... Sahnenin tozu da öyledir tıpkı kar gibi inanılmaz bir büyüyle örter her şeyi... Tiyatroya gittin mi içine tertemiz bir havayı çeker gibi olursun... Oyun izlemek kısa bir süreliğine de olsa yaşamdan tatile çıkmak gibidir... Kar yağdı mı serçeler ortaya çıkar, dolaşmaya başlarlar... Ben eskiden küçüktüm... Serçe olmak isterdim... Oyuncularda, seyircilerde bütün çocuklar küçükken serçe olmak ordan oraya uçmak isterler... İnsanoğlu hem yaşar hem de yaşadıklarını gözlemleyip hafızaya alır. Bir gün kullanmak için biriktiririz bizler gözlemlediklerimizi. Kar yağarken camın kenarına oturur, bir serçe olduğumu düşlerdim... Uçar giderdim evden dışarıya... Gider başka bir evin camının önüne konuverir içeriyi dikizlerdim. Ne olup bitiyor, içerdeki çocuk niye ağlıyor. Bir kalp kırılınca nasıl bir ses çıkarıyor. Ufak kanat çırpışıyla kalkar giderdim düğün evinin duvarına... Türkü yakan damada eşlik ederdim. Oradan ver elini ölü çıkan bir evin cumbasına... Üç kanat vuruşu yol... Yitirilen evden çıkarken, çığlıklar nasıl düğümlenir birbirine... Onu da kaydederdim hafızama. Bizim gibi kuşların kaderidir bu. Hem için acır, hem de dışardan bakan biri gibi acını izlersin, paramparça olursun. Gözyaşlarının ülkesi gizli bir ülkedir ki hepimizde anahtarı gizlidir. Biz tek kanatlı serçeler, siz tek kanatlı avare serçeler oradan oraya dolaşır dururuz... Gözyaşının sesi olur mu? Olur, bilirim... Biz duyarız gözden akan yaşın sesini. Kırılan kalbin sesini... Hepsini toplar oyunlara dönüştürürüz... Serçenin şakıması boşuna değildir. Duyan kulağa öykü anlatmaktadır serçe. Serçelere benzer oyuncular biriktirdikleriyle, gözlemledikleriyle öyküler kurar, anlatırlar... "Ben bu dünyadan geçerken dinledim, durdum baktım, biriktirdim... Öykülerinizden öykülerimi, şarkılarınızdan şarkılarımı yarattım" der dolaşan benim gibi avare serçeler. Tek derdim bu anlamsız, saçma küçük dünyalarımıza bir serçenin kanat çırpışının, şakımasının sesini izini bırakmak. Yaşamın kasvetini dağıtmak, azıcık içinizi açmak istemez mi bütün sanatçılar. Eh, ben de öyle yaptım işte. Arabalarınızın camına konarsam, sevgilinize sarılırken omzunuza ilişiverirsem, mahpushanedeyken camınızın kenarında bitiverirsem... Bilin ki tekbaşınalıktan. Ayrılıklarda gidenin arkasından sizinle ağlıyorsa bilin ki hep yalnızlıktan... Hep yalnızlıktan korktuğum içindir şakımalarım. Onun için yalnızlığıma, yalnızlığınıza arkadaş olun diye öyküleri paylaşırım sizlerle... Hep paylaşmak isterim... Bir iz kalsın diye... Bir serçenin ayak izleri kalsın sahnenin tozunun üstünde diye... Sevdiğimiz insanlar, oyuncular, yazarlar, şairler, seyirciler hep iz bırakırlar... Giderken iz bırakırlar. Kar yağıp izleri örtse de izlerin zihnimizdeki uzantısı kalır. Bıraktığımız izler sizin içindir, sizlerindir... Hepimiz uçmak isteyen tek kanatlı serçeleriz, ancak birbirimize sarılarak uçabiliriz. Var mı ötesi? Düş gücü denizlerinin korsanıdır oyuncular, seyirciler... İstedikleri limana demir atar... Satıyorum bayanlar baylar, "Ben Eskiden Küçüktüm" oyununda sahnenin tozunu satıyorum..."

(...)

"Ben Eskiden Küçüktüm"ü kaçırmayın derim. Oyunda Ali Poyrazoğlu, 23 ciltlik Anıtkabir Özel Defteri'nden seçtiği bazı bölümleri seyircilerle paylaşıyor. Örneğin aşağıdaki sayfa, bu ülkede başbakanlık yapmış ve Anıtkabir defterine beş kere yazı yazan (ilk dördü ne yazık ki tüm çabalara rağmen okunamıyor!) Tansu Çiller'e ait:
"Yüce önder. Ulu ve büyük Atam!

Doğru Yol Partisi'nin 14'üncü yılını idrak ediyoruz (Sonra 14'ün üzerini karalamış, 15 yapmış). Laik Türkiye Cumhuriyeti'nin ve demokrasinin bekçileri olarak 16'ıncı yılımızda huzurundayız... Davamız yarım asırlık yani 65 yıllık bir davadır. Milliyetçilik ve çağdaşlık yolunda yarım asırdır yani tam kırk yıldır yürüyoruz. Bu ülkenin çimentosu olmanın sevinci içindeyiz. Biz bu ülkenin çimentosuyuz. Bizimle tuğlaları yapıştıracaklar, duvar örecekler, bina yapacaklar, içimize girecekler. İlkelerinin ışığı altında partimizin 17'nci yılını kutluyor saygılar sunuyorum.

Görüşmek üzere..."
.

Perşembe, Ocak 12, 2006

Don Kişot İstanbul'da! (1)


Yeldeğirmenleriyle savaşan şövalyeyi, yani Don Kişot’u yazan Miguel de Cervantes Saavedra, Türk korsanlarının eline esir düşmüş ve Tophane’deki Kılıç Ali Paşa Camii’nin inşaatında çalışmıştı. Bu ihtiyar şövalye, 400 yıl sonra geri döndü ve sigara dumanından camları buğulanan Teslimiyet Kahvehanesi'nde hikâyesini tekrar anlatmaya başladı...


Sanço, bu gibi amaçsız, anlamsız yolculukları sevmemekle birlikte, elinde binilemeyen bir bisikletle, eli mecbur olarak; Uzun Donlu Kişot ise Trabzon'a ulaşıp oranın başkanı olmak, orada bulacağına inandığı, hayalindeki sevgilisi Dürdane’ye kavuşmak ve dünyadaki bütün kötülükleri yok etmek soylu amacıyla donanmış olarak, La Mança’dan yola çıkarlar. Cep telefonundan internete girip yön tayin ederek, dağları tepeleri aşıp, baz istasyonları ile savaşarak, yorgun argın ve yaralı bereli ulaşırlar Madrid Havalimanı’na...

Uzuuun bir yolculuğun ardından, kolları kırık ve çıkık, Ordulu bir şoför ve muavininden sıkı dayak yemiş olarak ulaşırlar, Trabzon’daki Teslimiyet Kahvesi’ne. Temel, Tursun ve Teslim ile çay içip sohbet ederken şikâyetleri dinleyen Uzun Donlu Kişot, Trabzon’un bağımsızlığı düşüncesini ortaya atar, fikir hemen benimsenir...

(Ortaoyuncular Sahnesi - “Uzun Donlu Kişot” adlı oyundan)


(...)

Bu, La Mançalı yaratıcı asilzade Don Kişot ile Sanço’nun “Teslimiyet Kahvesi”ne ilk gelişleri değildi elbet... Çok çok uzun zaman önce, artık iyice yaşlanmış şövalyenin bile anımsamakta zorlanacağı bir zaman diliminde, bu topraklara bir kez daha gelmişlerdi...

Mançalı ihtiyar, oturduğu köy kahvesi taburesinin üzerinde kaykılarak, Camel sigarasından uzun bir nefes çekti. Gözü sigara paketinin üzerindeki deve resmine ilişti. Ağzından çıkan mavi-gri dumanlar kahvenin puslu havasında dağılırken, geçmiş yılların üzerindeki sis perdesi de açılıyordu yavaş yavaş...

İlk deveyi nerede görmüştü? Galiba Cezayir’de, Türk korsanlarının elinde tutsak iken... Ne de çok şaşırmıştı! O günden sonra, yaşam öyküsü de tıpkı bir devenin hörgüçleri gibi inişli çıkışlı bir yol izlemişti. Bu Türklerin ne güzel bir deyimleri vardı öyle: “Nerem düzgün ki?”

Bir sigara daha yakmaya hazırlanan uzun donlu ihtiyarın çenesi açılmıştı bir kere:
“Ailemin kökü, Leon dağlarında bir yerlerdedir. O yoksul köylerde babama zengin gözüyle bakılmakla birlikte, tabiat aileme doğadan daha cömert davranmıştı. Yine de babam, servetini harcamakta gösterdiği başarıyı tasarrufta gösterseydi, gerçekten zengin olurdu. Babamın, üçü de erkek üç evladı vardı; hepsi de mesleklerini seçebilecek yaştaydılar. Babam, kendi deyimiyle can çıkar huy çıkmaz diye düşünerek, bu kadar müsrif ve savurgan olmasına yol açan şeyi ortadan kaldırmak, yani servetinden vazgeçmek istedi; servet olmayınca, İskender’e bile cimri denilebilirdi.

Bir gün üçümüzü bir odaya çağırıp, bizimle baş başa konuşarak şu aktaracağım sözleri söyledi: ‘Benim sizden istediğim, her birinizin, servetimden payına düşeni aldıktan sonra, söyleyeceğim yollardan birini izlemenizdir. İspanya’mızda bir deyiş vardır; der ki: Ya kilise, ya deniz, ya saray! Daha açıkça söylemek gerekirse; güçlü ve zengin olmak istiyorsan, ya Kilise’ye gir ya denizlere açılıp tüccarlık sanatını icra et veya sarayda krala hizmet et. Kısacası, benim istediğim, aranızdan birinin tahsil görmesi, birinin tüccar olması, birinin de savaşta krala hizmet etmesidir. Şimdi söyleyin bakalım, size yaptığım teklifi kabul ediyor musunuz?’

Biz anlaşıp mesleklerimizi seçtikten sonra, babamız hepimizi kucakladı ve söylemiş olduğu gibi, sözünü yerine getirdi. Her birimiz payımıza düşeni, yanlış hatırlamıyorsam, üçer bin altını alıp, aynı gün hepimiz sevgili babamızla vedalaştık...”



İnebahtı yolunda bir garip şövalye

“Teslimiyet Kahvesi” yavaş yavaş kalabalıklaşıyordu... Artık iyice duman altı olmuş kahvede, bu uzun donlu ihtiyarın konuşmasını dinleyenler, yeni gelenlere sessiz olmalarını işaret ederek, yavaşça boşta kalan taburelere geçmelerini işaret ediyordu. Sanço Panza, efendisinin gördüğü bu itibardan, belli etmemeye çalışsa da, gizli bir kıvanç duyuyordu. Memleketleri İspanya’da artık kimse bu “yarı kaçık” ihtiyarın maceralarını dinlemeye hevesli değildi ne de olsa!

Uzun Donlu Kişot, yaşlı bir aslan misali, kükreyerek anlatıyordu:
“Alicante’den gemiye binip rahat bir yolculuk yaparak Cenova’ya vardım; oradan Milano’ya gidip silah ve askeri üniformalar temin ettim. Kısa bir süre sonra, Papa Hazretleri V. Pius’un, ortak düşman Osmanlılara karşı, Venedik ve İspanya’yla ittifak yaptığı müjdesi geldi. Osmanlı donanması, o sırada Venediklilerin yönetimindeki meşhur Kıbrıs Adası’nı ele geçirmişti; çok acı, hazin bir kayıp...”

İhtiyar, kahvedeki gerilimin arttığını hissetse de, geri çekilme hissini uyandırmamak için, ince belli bardaktaki çaydan bir yudum aldıktan sonra, ses tonunu değiştirmeksizin, kaldığı yerden anlatmaya başladı:
“Büyük savaş hazırlıklarının yapıldığı konuşuluyordu; bütün bunlar beni etkiledi, harekete geçirdi, beklenen sefere katılmaya heveslendirdi. Her şeyi bırakıp İtalya’ya gitmek istedim ve öyle yaptım! Talihim varmış, Senor Don Juan de Austria, Cenova’ya yeni gelmişti, Venedik donanmasıyla birleşmek üzere Napoli’ye geçiyordu, daha sonra donanmalar Messina’da toplandı. Kısacası, o şanlı seferde ben de, başarılarımdan ziyade talihim sayesinde, şerefli piyade yüzbaşısı rütbesine getirilerek yer aldım. Bütün dünya milletlerinin, Osmanlıların kibir ve küstahlığının kırıldığı, Hıristiyan âleminin o mutlu gününde, İnebahtı açıklarında bulunan onca talihli insan arasında, bir ben talihsizdim!”

Kaybedilen sol el ve “esaret”
Papa V. Pius’un Osmanlı’ya karşı yeni bir haçlı seferi için bir araya getirdiği donanma, Osmanlıların elinde bulunan Kıbrıs’ı geri almak için yola çıkmıştı. Donanmadaki askerler arasında genç Cervantes de vardı ve İspanyol gemisi Marquesa ile kaderinden habersiz, Türklere karşı savaşa katılmıştı...

Haçlı donanması, 7 Ekim 1571’de Yunanistan'ın Patras Körfezi’nde, Türklerin “İnebahtı”, Avrupalıların “Lepanto” dedikleri yerde Osmanlı donanması ile karşılaştı. Savaş birkaç saat sürdü ve Kaptan-ı derya Müezzinzade Ali Paşa’nın hatası neticesinde, Osmanlı donanması büyük ölçüde yok edildi. Cervantes de büyük bir heyecanla savaşa katılmış; ama, göğsüne iki kurşun yemiş, sol elini de bir gülle götürmüştü! Bu yüzden ileride “El Manco de Lepanto” yani “İnebahtı’nın sakatı” diye anılacaktı...

Miguel de Cervantes Saavedra’nın talihsizliği, sol elini kaybetmekle bitmedi. Cervantes, 26 Eylül 1575’te Malta açıklarında yine bir İspanyol gemisindeyken Arnavut asıllı Türk korsanı “Deli Memi” tarafından esir alındı. Deli Memi, İnebahtı Savaşı’nda 42 parçalık filosunu Haçlıların eline geçmekten kurtaran Uluç Ali Reis’in yardımcılarındandı. Cervantes’in “yeni sahibi”, artık Uluç Ali Paşa’ydı...






Not 1: Miguel de Cervantes Saavedra yani Uzun Donlu Kişot'un Türklerin elindeki esareti kaç yıl sürecek? Teslimiyet Kahvehanesi'nde ihtiyar şövalyenin anlattıklarını, pazar günü öğreneceksiniz.

Not 2: Bu "deneme" içindeki mavi renk ile işaretlenen bölgeler, Don Kişot romanından kısaltılarak alınmıştır.

Cuma, Ocak 06, 2006

Karamba karambita!


Etrafımdaki o kadar çok insan "hayatı boyunca hiç Linux görmediğini" söylüyor ki! Resmini şuraya koyayım da, neler kaçırdığınızı anlayın... :)