Cumartesi, Temmuz 30, 2005

"Çeviri kadın gibidir:
güzeli sadık,
sadık olanı güzel olmaz"


İlginçtir, "Ne olacak bu Pardus'un hali?" yazısına olumlu ya da olumsuz bir takım tepkiler alacağımı düşünürken, derin bir sessizlikle karşılaştım. Hiç beklemediğim bir başka metne, Can Yücel'in şiir çevirilerine dair olan yazıya ise tam 12 kişiden cevap geldi. Benim için asıl şaşırtıcı olansa, bu 12 kişinin görüşlerini bloga koymak yerine, doğrudan mail adresime göndermiş olmasıydı! Sanırım "blog", birçoğumuz için hâlâ alışamadığımız bir olgu olmaya devam ediyor...

Bir ara, "Bana gelen mektupları comments kısmına koyayım mı?" diye düşünmedim de değil, ama mektupların sahiplerinden izin almadan böyle bir şey yapmanın doğru olamayacağına karar verdim.

Bu arada düzeltiyorum, Pardus yazısına "bir" tepki aldım! Sevgili A. Murat Eren, adını eksik yazmama, haklı olarak içerlemişti. Kendisinden bu konuda "mahçup bir dille" yazılmış, bu hassasiyetinin nedenlerini çocukluğundaki olaylar örgüsü ile anlatan, okuyunca gülümseten bir mektup aldım.

İnsanların adlarının "doğru yazılması" konusunda titizlenmesinden doğal bir şey olamaz. Madem bundan böyle "daha az Linux, daha çok şiir" yazacağız, konuyu şiire bağlamak için, sözü hemen "e. e. cummings"e getirelim...

İlk iki adının kısa haliyle ve küçük harflerle yazılmasında son derece hassas olan "e. e. cummings", adının hep bu şekilde yazılmasında ısrarcı olmuş, sınırlı sayıda basılan kitaplarında bile imzasını hep küçük harflerle atmıştı. Bugün bile, e. e. cummings'in yayın haklarına sahip olan vakıf, şairin bu isteğine uyulması konusunda çok hassas davranıyor. Yanılmıyorsam, 80'li yıllarda bu nedenle, şairin bir kitabının kapağının Türkiye'de ikinci kez basılmışlığı bile vardır! Yayınevinin adını hatırladığımda, yazının sonuna bir "not" şeklinde eklerim...

Türk okurlar, e. e. cummings'i, Yeni Türkü'nün "Yağmurun Elleri" adlı şarkısından tanıyorlar. "Konuyu şiire bağlayacağız" dedik ya, burada hemen "düğümü" atalım: O güzelim şarkının sözlerinin ne kadarının e. e. cummings'e, ne kadarının "şiirin çevirmeni" Barış Pirhasan'a ait olduğu, biraz şüpheli... Barış Pirhasan da, tıpkı Can Yücel gibi, şiiri "Türkçe söylemeyi" tercih etmiştir. Ve bence, çok da iyi etmiştir!
küçücük bir bakışın
çözer beni kolayca
kenetlenmiş parmaklar gibi
sımsıkı kapanmış olsam

yaprak yaprak açtırırsın
ilk yaz nasıl açtırırsa
ilk gülünü gizem dolu
hünerli bir dokunuşla...

hiçkimsenin yağmurun bile
böyle küçük elleri yoktur
bütün güllerden derin
bir sesi var gözlerinin

başedilmez o gergin
kırılganlığınla senin
her solukta sonsuzluk
ve ölüm...
Barış Pirhasan'ı şahsen tanımıyorum. Umarım, birazdan söyleyeceklerimden ötürü bana kızmaz: Barış Pirhasan'ın "Türkçe söylediği" bu şiir, e. e. cummings'in asıl şiirini de "aşan" bir metindir!
somewhere i have never travelled,gladly beyond
any experience,your eyes have their silence:
in your most frail gesture are things which enclose me,
or which i cannot touch because they are too near

your slightest look easily will unclose me
though i have closed myself as fingers,
you open always petal by petal myself as spring opens
(touching skilfully, mysteriously) her first rose

or if your wish be to close me, i and
my life will shut very beautifully, suddenly,
as when the heart of this flower imagines
the snow carefully everywhere descending;

nothing which we are to perceive in this world equals
the power of your intense fragility: whose texture
compels me with the color of its countries,
rendering death and forever with each breathing

(i do not know what it is about you that closes
and opens;only something in me understands
the voice of your eyes is deeper than all roses)
nobody, not even the rain, has such small hands

Sözü, Can Yücel'in bir aforizmasıyla bağlayalım mı? "Çeviri kadın gibidir: güzeli sadık, sadık olanı da güzel olmaz!"



Not 1: Bu arada Uludağ ekibine, Focus'tan "kız veriyormuşuz" da haberimiz yok... Kız tarafı olarak, düğünde önlerden bir masa isteriz, haberiniz olsun!

Cuma, Temmuz 29, 2005

"Bir ihtimal daha var..."


Bu yıl 13 Ağustos günü Can Baba'nın aramızdan ayrılışının 6. yılını anacağız. O tarihlerde yeni bir sayının en "civcivli" günlerini yaşayacağımdan, kafamdaki yazıyı şimdiden kağıda dökeyim dedim...

Can Yücel'in pek bilinmeyen bir özelliğinden bahsetmek istiyorum size bugün. Şairliğinin, bohem hayatının, güzel küfürlerinin "gölgesinde kalmış", ama bence onun asıl dehasını gösteren yanından bahsetmek istiyorum sizlere...

Yanılmıyorsam Jean Cocteau'nun ünlü bir lafıydı: "Şiir öylesine ayrı, öylesine apayrı bir dildir ki, başka herhangi bir dile çevirilemez. Hatta yazılmış olduğu kendi diline bile..." Bu nedenle şiir kitaplarının çevirileri çoğunlukla bir hüsranla sonuçlanır. İtalyanca bilmeyen bir insan için Dante "Dante değildir"; İspanyolca gürlemeyen bir Pablo Neruda "Neruda'nın kötü bir taklididir"; Farsça okunmayan Mesnevi de Mevlana'yı anlamamak* demektir!

Can Yücel, Türk edebiyatında bu aşılmaz dağı aşmak için en çok çaba gösterenlerden biridir. Çevirilerinde serbest davranmış, kendi deyimiyle, şiirleri "Türkçe söylemiştir". Bir örnekle anlatmak gerekirse, Shakespeare'in 66. sonesini Can Baba şöyle "söyler":
Vazgeçtim bu dünyadan
Tek ölüm paklar beni
Değmez bu yangın yeri
Avuç açmaya değmez

Değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini
Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz
Ezilmiş hor görülmüş el emeği göz nuru
Ödlekler geçmiş başa derken mertlik bozulmuş

Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın
Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene
Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın
Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen'e

Vazgeçtim bu dünyadan
Dünyamdan geçtim ama
Seni yalnız komak var
O koyuyor adama

Peki, Shakespeare'in ne söylediğini merak ediyor musunuz? Satırına dokunmadan, aşağı alıntılıyorum:
Tired with all these, for restful death I cry,
As to behold desert a beggar born,
And needy nothing trimm'd in jollity,
And purest faith unhappily forsworn,
And gilded honour shamefully misplac'd,
And maiden virtue rudely strumpeted,
And right perfection wrongfully disgrac'd,
And strength by limping sway disabled
And art made tongue-tied by authority,
And folly, doctor-like, controlling skill,
And simple truth miscall'd simplicity,
And captive good attending captain ill:
Tir'd with all these, from these would I be gone,
Save that, to die, I leave my love alone...

Can Yücel'in "çevirisine" baktığımızda, 16 . yüzyıl İngilizcesiyle yazılmış metnin içindeki imgelerin "yeniden keşfedildiğini" görmemek mümkün değil. "And captive good attending captain ill"in bir anda "Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen'e"ye dönüşmesi ya da "mertliğin bozulması" gibi imgelerle, Can Yücel, Shakespeare'in dizelerini, Türk okurlar için anlamını ve ağırlığını kaybetmeyecek bir yere taşır. Bir başka deyişle, "Türkçe söyler"...

Shakespeare'in Hamlet'indeki ünlü "To be or not to be. That is the question!" repliğinin Can Yücel tarafından Türkçe'ye çevrilişi ise bence çok daha mükemmeldir: "Bir ihtimal daha var, o da ölmek mi dersin!"


...Eh be Can Baba! Senin gibi bir adamın ölmesi, ne hain bir ihtimaldir!




Not 1: Aranızda Mesnevi'yi okuyan birileri varsa, sanırım "anlamamak" kısmına bozulabilir. Kusura bakmasınlar ama bu böyle... Eserlerini Farsça yazan Mevlana'yı ya da Sadi'yi günümüz Türkçesiyle okumaya çalışmak, kendi kendine eziyetten başka bir şey değil... Bahçesinde gülü arayan bülbül "Ku! Ku!" diye öterken, aynı zamanda Farsça "Nerede! Nerede!" demektedir. Eğer Farsça bilmiyorsanız, divan edebiyatının da temel direklerinden olan bu kelime oyununu anlayamazsınız. Ve ne yazık ki şiir, bir dile çevrildiğinde geriye "söylenememiş ne kalırsa" odur...

Perşembe, Temmuz 28, 2005

Aboneliğe bir de t-shirt eklendi!


Focus dergisinin blog sitesinde devam eden yarışma, tam gaz devam ediyor. Ortalık iyice kızıştı, üç aylık aboneliğe bir de t-shirt eklendi! Katılmak için son 24 saat!

Duyduk duymadık demeyin...

Not: En iyi tahmin, gerçek rakama "28" yaklaştı... Hâlâ epey şans var!

Ne olacak bu Pardus'un hali?


Dün akşam, Uludağ Projesi'nin yöneticisi Erkan Tekman'ı evimde ağırladım. Erkan ile yollarımız geçmişte, palmturk.gen.tr sitesini kurduğu dönemde kesişmişti. Onu tanıdığımda, benim gibi bir "Palm OS" manyağıydı. Kurdukları site, elbet bir "Palmgear" olmasa da, Türkiye'de bir işletim sistemi ve cihaz etrafında bir araya gelen en büyük "comunity"i yaratmıştı. 1.700 üyesi olan başka bir kullanıcı grubu, 2000'lerin başında Türkiye'de var mıydı, açıkçası hatırlamıyorum...

Belki bunu söylediğim için Erkan bana kızacak ama, PalmTürk'ün sonu, dönemin en gözde avuçiçi bilgisayarları olan Palm ve Handspring'leri Türkiye'ye getiren Biltur ve Altera'nın eşeklikleri yüzünden geldi. Onlara müşteri tabanını yaratan, Palm OS'u hiçbir karşılık beklemeksizin Türkçeleştiren bu grubu nedense görmemezlikten gelmişlerdi. Hem niye sahip çıksınlar ki? Ürün satmak için Mahmutpaşa usülü "Gel vatandaş geeal! İkizlere takkeye geaal!" diye bağırmak varken, hangi akla hizmet bu hazır kurulu altyapının üzerine bir "e-business" modeli geliştirmekle uğraşsınlar? Nitekim uğraşmadılar ve onlardan "çok daha iyi bağıran" HP, Toshiba gibi firmalar karşısında pazar paylarını yavaş yavaş kaybettiler...

Etrafımda bu tür hikâyeleri gördükçe, içimden hep şunu sorarım: "Acaba öbür tarafın hiç mi suçu yoktu işlerin bu noktaya gelmesinde?" Var elbet. PalmTürk'çülerin en büyük hatası, etrafında oluşan "hâle"yi daha da büyütecek bir atılımı yapamamaları, tanıtım işini ciddiye almamaları ve herşeyden önemlisi, kendilerini "marka"laştıramamalarıydı...

Dün akşam Erkan ile bunları konuştuk. Bence bu, önümüzdeki aylarda "Kurulan CD"sini duyuracak olan Pardus için son derece hayati bir konu. İstediğiniz kadar iyi bir ürününüz olsun, istediğiniz kadar mevcut "Linux cemaati" içinde bir heyecan yaratmış olun, eğer pakedi iyi bir şekilde ambalajlamadıysanız, tüm yapılan iş sadece "orada" kalmaya mahkûmdur!

Tamam özgür yazılım, bilgi güvenliği, ulusal işletim sistemi, ölçeklenebilirlik iyi sloganlar... Ama tüm bunların, kendi halindeki bir ev kadınına ya da bloguna Britney Spears'in resmini koyan 17 yaşındaki kopile "hiçbir şey" söylemediği kanısındayım! Linux'cuların acilen "yeni bir dil" yaratması, Microsoft'un pazarlama departmanı gibi düşünüp, bugüne kadar kullanmadıkları türden silahlar bulması gerekiyor.

Örneğin ev kadınına yönelik şunu söyleyecek miyiz? "Benim işletim sistemim, şu an kullanmakta olduğun zımbırtıdan çok daha eğlenceli... İçinde sadece solitaire değil, tavla, tetris, uzay gemisi vurmaca, kızma birader ve solucan yutmaca oyunları da var! Üstelik hepsi bedava!"

Ya da blog sitesini tasarlayan çocuğa şunu hissettirebilmeliyiz: "Ücretsiz fotoşop mu istiyorsun? Bende zaten bir tane var! Sitendeki tüm resimleri Gimp ile hazırlayabilir, Quanta ya da Bluefish gibi özgür yazılım araçlarıyla en güzel web sayfalarını kodlayabilirsin!"

Mesela bir liste hazırlayalım. Bu listede, bir kişisel internet sitesinin hostinginin yapıldığı, arada sırada video editing işlerinin görüldüğü, bir kenarında CAD yazılımının da durduğu Windows işletim sistemli makine ile muadili Pardus yüklü sistemdeki lisans maliyetlerinin bir dökümünü çıkaralım. "Faydaysa fayda", buna benzer karşılaştırmaları, bir takım egzantrik sistemler üzerinden Microsoft da yapmıyor mu?

SpreadFirefox'un başarısı önümüzde duruyor. Adamlar, ürünü değil, bir "rüyayı" pazarladılar. Firefox, bugün milyonlarca insan için "özgürlüğün ve başkaldırının" simgesi. Aslına bakacak olursanız, Internet Explorer'ı bazı alanlarda hâlâ yakalamaya çalışan, Opera'yı ise pek çok alanda geriden izleyen bir yazılım Firefox. Ama ambalajı ve söylemi iyi...

Adamlar, insanların kendilerini bu mücadelenin bir parçası hissetmelerini sağlayacak küçük logoları, etiketleri, duvar kağıtlarını tasarlayarak işe başladılar. Bugün o etiketlerden milyonlarcası, blog sitelerini süslüyor. Bunları acaba tartışacak mıyız? Bir "SpreadPardus"umuz olacak mı örneğin?

Erkan ile konuşmamızda dile getirdiğim, bir başka boyutu da var bu işin. Sadece Pardus'u değil, Serdar Köylü'yü de, Barış Metin'i de, bir A. Murat Eren'i de markalaştırmalısınız... Tabii bunlar, iyi bir marketing ve PR çalışmasıyla, üstelik cüzi bütçelerle de yapılabilecek işler.

Pardus iyi bir ürün. Önümüzdeki dönemde kucağında bulacağı en büyük sorunsa, ambalajının nasıl yapılacağı olacak...

Sürçülisan ettikse affola!




Not 1: Erkan ile elbet sadece bunları konuşmadık. Pardus'un lansmanına dair bazı "bomba haber"leri de öğrendim elbet... Ancak anlatamam, çünkü adam artık evimin adresini biliyor. Görenler görmeyenlere anlatsın, Erkan Tekman "cüsse itibariyle" beni fena şekilde harcayabilir! Özgür basın işte böyle susturuluyor, ey halkım, unutma bizi...

Not 2: Erkan, ayın sekizinden sonra Uludağ'daki arkadaşlarla bende içmeye ne dersin? Ben Görkem Çetin'i ayarlarım. Adam zaten bir kol çengi, "Düğün dernek var" deyin koşa koşa gelir!

Not 3: Size Erkan'dan da bahsetmeliyim biraz. Her ne kadar profilden biraz Sanço Panza'yı anımsatsa da, Erkan, Türkiye'nin "sayılı" Don Kişot'larından biridir. Dün akşam onu, Mançalı ihtiyar Don Kişot gibi biraz yorgun, biraz düşünceli buldum... Onun ve ekibinin, altına imza attıkları "ulusal işletim sistemi" ile, Microsoft gibi "yel değirmenlerini" kolaylıkla alt edeceklerinden eminim...

Salı, Temmuz 26, 2005

Şeytan aldı götürdü, satamadan getirdi!


Microsoft'un Google Earth'e karşılık olarak, apar topar MSN Virtual Earth'ü yayına sokmasını sanırım duymayan kalmamıştır. Madem konu rekabetten açıldı, biraz rakam konuşalım.

Gmail sonrasında Hotmail sunucularındaki trafiğin yüzde 12 düştüğü, artık sağda solda yazılıyor. Bu rakama, söz konusu sunuculardaki her üç ayda bir gerçekleşen yüzde 20'lik büyüme oranı da eklenince, Hotmail'in "resmen müşteri almaya başlamamış" olan Gmail karşısında aldığı yenilginin boyutları, daha iyi anlaşılıyor...

Biraz daha rakam verelim. Bünyesinde 300.000.000 hesabı bulunduran Hotmail, bir süre önce büyük bir temizliğe gitmiş ve kullanılmayan hesapları silerek bu rakamı 170.000.000'a indirmişti. Hotmail bugün yüzde 33'lük pazar payı ile dünyanın en büyük elektronik posta sağlayıcısı... İkinci sırada, yüzde 30'luk pazar payıyla Yahoo geliyor.

Her iki endüstri devini de korkutan Gmail'in pazar payı ne kadar dersiniz? Kasım 2004 rakamlarına göre sadece yüzde 4! 2005 sonunda bu rakamın yüzde 24-25'lere çıkmasına kimse şaşırmamalı.

Peki, GMail'in bu atağına karşı, çok daha geniş olanaklara sahip olan Yahoo ve Hotmail, neden zamanında kapasitelerini 2 GB düzeyine çıkararak cevap vermediler? Bu soruya verilebilecek tüm cevaplar, Google'ın izlediği "Dalga Teoremi"nde gizli.

Yeni ekonomi iktisatçılarının uzun bir süredir öne sürdüğü dalga teoremini, yerinde bir benzetmeyle, "küçük balığın büyüğü yemesi" olarak düşünebiliriz. Teorem, şu mantık yürütmeye dayanıyor:

"Şirketimizin X günü, Y sayıda müşteriye, Z yatırımı ile hizmet verdiğini ve bu işin X miktar kâr bıraktığını düşünelim. Eğer günün sonunda elimdeki kâr (yani X), ertesi gün için hedeflediğim ve yüzde 20'lik bir büyümeyi içeren (Y +%20 Y) bir müşteri tabakasına ulaşmamı sağlayacak yatırımı karşılayan (Z +%20 Z) düzeydeyse, artık siz de "giderek büyüyen bir dalganın üzerindeki sörf tahtasının üzerindesiniz" demektir. Bu döngüyü sonsuza kadar tekrarlayabilir, yüzde 20'lik adımlarla her geçen gün biraz daha büyürsünüz..."

İşin güzeli, siz bu yöntemle işlerinizi büyütürken, sizden yüzlerce (GMail örneğinde milyonlarca!) kat büyük olan rakiplerinizin "devasa cüsselerinden ötürü", aynı sörf tahtasına binememesi. Daha açık konuşmak gerekirse; 160 milyonu aşkın abonesi olan Yahoo'nun müşterilerine sunduğu depolama alanını 100 MB'dan 2 GB'a yükseltmesi, "yüz milyonlarca dolarlık" bir yatırım demek. Aynı şey, bir sörf tahtasının üzerine binen ve sadece "birkaç milyon" üyesi olan GMail için elbette söz konusu değil...

Bu teoremin "açıkları" yok mu peki? Elbette var. Öncelikle "durmanız gereken yeri" iyi bilmeniz gerekiyor, çünkü dalgalar sonsuza kadar büyümez ve bir yerden sonra küçülmeye başlar. İkincisi ise bu teorem için çok iyi bir "sörf tahtası"na sahip olmanız gerekliliği. Google için bu sörf tahtası, "Adsense" reklam sisteminden başka birşey değil.

Neyse, bugünlük bu kadar ekonomi dersi yeter. Biraz da gülelim. Yukarıdaki ekran görüntüsü, yazının girişinde sözünü ettiğimiz MSN Virtual Earth'ten alınma. Uzaydan çekilen bu fotoğrafta, Apple'ın genel merkezinin "olması gereken" yeri görüyoruz. Alttaki resimde ise aynı noktanın Google Earth'ten alınmış fotoğrafı var. Sizce de bir gariplik yok mu? :)))





Not 1: Focus Blog sitesinde ödüllü bir yarışmamız var. Ağustos ayında piyasaya çıkacak olan Focus dergisi ile verilecek olan "müziğin 50 yıllık tarihçesi" posterinde kaç ismin yer aldığını en doğru şekilde tahmin eden kişiye, üç aylık Focus aboneliği hediye ediyoruz. Bekleriz...

Not 2: Söz verip de tutamamaktan sıkıldım. Sırada, Google Earth ve GPL yazı dizisinin dördüncüsü, yeni bir Baba Tahir yazısı, Nef'i'ye dair bir mısranın açıklaması, Tresnjevac'ın ikinci bölümü ve çok eğlenceli bir "şekerpancarı" makalesi var. Hiçbirini unutmadım.

Not 3: Yazıyı anlamayan arkadaşlar olduğunu gördüm. "İzahlı Batı Müziği" yapıp, bu iki resmin ne anlama geldiğini de söyleyelim: MSN yazılımcıları Apple'cılara bir eşek şakası yapıp, binalarını uzay fotoğraflarından silmiş! "Sizi bu dünyadan sileceeeez" demenin Microsoftçası bu olsa gerek. Başka kimleri silmişler, buldukça buraya ekleyeceğim.

Not 4: 11 Eylül saldırıları ile yıkılan ikiz kuleler de yerinde duruyor MSN Visual Earth'de... Bu, ellerindeki uzay fotoğraflarının eskiliğinin mi işaretidir yoksa "yıkılmadık, ayaktayız" mesajı mıdır, bilemeyeceğim.

Pazartesi, Temmuz 25, 2005

Dünyanın en güzel kalecisi


Burkina Fasa Fiso sitesi "İsviçre çakısı" misali, hayata dair en olmadık konularda bilgilerle şaşırtmaya devam ediyor. Hazır, milli takım önümüzdeki haftalarda Avrupa kupasına katılmanın yollarını arayacakken, burada futbolla ilgili bir bilgi vermemek olmazdı.

Futbol sadece futbol değildir... Futbol bir "felsefe", öyle ki penaltı atışları sırasında kaledeki Albert Camus'ün beynine "varoluşçuluğun ilk tohumlarını" attıracak kadar esaslı bir felsefe! Camus deyince, onun futbolculuğundan bahsetmemek olmaz. Lise takımında kaleci iken Cezayir'in bağımsızlık mücadelesine ufak da olsa bir katkı yapmak için, kurulmakta olan Cezayir milli takımına katılan Camus abimizin muhteşem futbol anektodları vardır. Hele onun bir dünya kupasına katılma öyküsü vardır ki, dillere destan!

1930'da, Uruguay'daki dünya kupasına katılmak üzere bir gemiye binen Camus ve arkadaşları, fırtına yüzünden Afrika sahillerinden ayrılamazlar. Fırtına boyunca gemi güvertesinde bol bol maç yaparak ter atarlar ama fırtına sona erdiğinde, dünya kupası da bitmiştir zaten...

O fırtına kopmasaydı, bugün Camus'ün sıfatlarının yanına muhtemelen "kedi kaleci"yi de ekleyecektik...

Focus kadrosunda bayanların sayısı her geçen gün artsa da, dergice futbolu seviyoruz. Haliyle favori 11'imizi kurmadan da edemedik:
  1. Kalede, "kedi kaleci" Albert Camus.
  2. Şostakoviç: "Futbol sonatı" yüzünden.
  3. Eduardo Galeano: Futbolun edebiyatını yaptığı için.
  4. Oscar Wilde: "Futbol beyefendilerden çok, kaba kadınlar içindir" dediği için.
  5. Garcia Lorca: Kıvraklığından ötürü onu orta sahaya koyduk.
  6. Gabriel Garcia Marquez: Her hafta sonu maça gidip, ağız dolusu küfredermiş.
  7. Bob Marley: Video klibindeki kıvrak bilek hareketinden ötürü.
  8. Franz Kafka: Koşuyor koşuyor ama karşı kale ondan uzaklaşıyor.
  9. Bob Dylan: Onu ileriye ve "sol" kanata koyduk :)...
  10. Pele: Onsuz bir 11 düşünülemez.
  11. John Lennon: Sıkı bir Liverpoollu, ayrıca altyapıda da oynamış.

Yedeklerimiz ise şöyle:
12. Galileo Galilei: "Dünya yuvarlaktır" sözü ona ait.
13. Fidel Castro: Maradona Küba'da kokain tedavisi gördüğü dönemde, onunla altışardan iki devre, bir gösteri maçı yaptığı için. Bastır Fidel!
14. Nelson Mandela: Hapiste kaldığı sürece bir kulağı, maç yayını yapan transistörlü radyodaymış!
15. Aziz Nesin: "Gol kralı" öyküsü dolayısıyla.
16. Subcomandante Marcos: Emre Belezoğlu'nun eski takımı "Internazionale"ye köklerini hatırlattığı için... Önümüzdeki aylarda Inter, Zapatistalar ile maç oynamaya, Meksika'ya gidecek. Marcos, kar maskesini çıkarmayacağı için sahada bir değil, tam 11 "subcomandante" olacak! "Dadından yinmez" bu maç...
16. St. Pauli: Alman liginin siyah kırmızı renklere sahip bu anarşist takımı, Solingen yangını sonrasında Türkçe, "Dazlakları s..tiredin, biz kardeşiz" pankartıyla sahaya çıkmıştı.
17. Kazım Koyuncu: İstanbul takımlarına inat, Trabzonsporlu güzel insan.



Not 1: Şekil A'dan anlaşılacağı üzere, dergi ahalisi olarak Cezayir milli takımını pek severiz. Bizim kurtuluş savaşımızdan esinlenen Cezayirlilerin bağımsızlık mücadelesi süresince Fransızlar için o ülke, sadece ve sadece bir "çıkmaz"dır: Cezayir Çıkmazı... Adı üstünde, o malum sokağın adı bizim için Cezayir Çıkmazı'dır, "Fransız Sokağı" ile hiç işimiz olmaz!

Not 2: Kadroda "artık" beş kişilik boşluk var. Kazım Koyuncu da kampa katıldı. Tekliflere açığız...

Pazar, Temmuz 24, 2005

Firefox yol haritasında değişiklikler


Deer Park Alpha 1, Alpha 2 sürümleri derken, Firefox cephesinde aslında uzun bir süredir beklenen değişiklikler nihayet gerçekleşti. İlk önemli değişiklik, 1.0 sürümünden sonra çıkması hedeflenen ilk kararlı (stable) sürümün numarasının 1.1'den 1.5'a yükseltilmesi var. Bu kararın alınmasında, 0.8 sürümünden bu yana kullanılan Gecko motorunun, aradan geçen 16 aylık geliştirme sürecinde sayısız yeni özelliğe kavuşması, büyük rol oynadı. Firefox 1.0 sonrası bulunan kritik hata düzeltme sürümlerinin 1.0.6 düzeyine ulaşması da bu kararın alınmasında bir diğer etken...

23 Temmuz 2005 trunk sürümü itibariyle, 2.556 adet bugfix ve optimizasyon içeren yeni sürümün, +0.1'lik bir gelişmeden çok daha fazlasını içerdiği, uzun bir süredir söyleniyordu zaten... Başlangıçta sadece bir "optimizasyon sürümü" olması hedeflenen 1.1'in geliştirilme sürecinde çok sayıda yeni özelliğe kavuşması da, yol haritasında 1.5 sürümü için hedeflenen pek çok yeniliğin bu sürüme taşınmasına yol açmıştı.

Eski yol haritasında "Firefox 1.1 beta" adıyla geliştiricilerden daha geniş bir kitleyle paylaşılmasına karar verilen beta sürümünün numarasının da 1.4'e yükseltilmesine karar verildi. Bu değişiklik, baştan yazılan update mekanizmasında ve eklenti (extension) sisteminde karışıklığı önleyecek.

23 Temmuz 2005 trunk sürümü itibariyle, Firefox'a eklenen yeni özellik ve düzeltmelerin en önemlileri şunlar:

  • Yeni bir "Seçenekler" arayüzümüz var. Bu yeni pencere, tablara dayanan daha kolay bir arayüze sahip. Cookie (Çerez) yönetimi de büyük ölçüde kolaylaşmış. Her Cookie'ye ayrı bir kural oluşturabiliyorsunuz artık!
  • Scalable Vector Graphics (SVG) desteği.
  • Sanitize. Tarayıcı geçmişi, cookieler, cache, kayıtlı şifreleri tek bir komutla silip izlerini yok etmek isteyen paranoyaklar için birebir!
  • Bfcache. Aynı oturum içinde İleri ve Geri (Back & Forward) tuşlarına tıkladığında sitenin cacheden gösterilmesi. Bugüne dek sadece Opera'da olan bu özellik, gereksiz yükleme sürelerini sıfıra indiriyor.
  • FTP sitelerine anonim olarak bağlanabilme.
  • Yepyeni bir eklenti (extension) sistemi.
  • Sekmelerin (tab) yerini değiştirme ve düzenleyebilme özelliği.
  • Update notification window.
  • Mac OS X sistemler ile artan uyumluluk. Dock üzerindeki Firefox logosuna artan sayıda dosya tipini taşıyabiliyorsunuz.
  • Safari tarayıcısı ile artan uyumluluk. Safari Profile Migrator.
  • Firefox ile düzgün çalışmayan siteleri raporlama aracı.
  • Pop-up blocker, artık plug-in'leri kullanarak açılan pencereleri de engelliyor. Flash tabanlı pop-up'lara elveda!
  • 404 hatası gibi uyarılar için yeni uyarı sayfaları.
  • Download Manager, artık indirilen dosyaların yüzdesini doğru bir şekilde hesaplıyor.
  • Firefox'un resmi teması Winstripe'a yeni ikonlar eklendi, bazı ikonlar elden geçirildi.
  • Help dosyalarında büyük çaplı temizlik ve yenileme.
  • Yazma Özellikleri (Print Setup) bir miktar düzeltildi.
  • Web sayfalarında % 12 daha hızlı rendering, % 8 daha az bellek (memory) kullanımı.

Cumartesi, Temmuz 23, 2005

Microsoft Windows Vista Social Club


Başlangıçta 2005 yılının bahar aylarında piyasaya sürüleceği söylenen, sonra 2005 yılının sonralarına ertelenen, bu tarihe de yetişmeyeceği anlaşılınca, "2006 içinde çıkmaz ayın çarşambası" şeklinde bir tarihe ötelenen Longhorn kod adlı yeni işletim sisteminin merak edilen gerçek adı açıklandı: "Microsoft Windows Vista".

Allah'ın sopası yok ki, hak edenlere gözdağı amacıyla şöyle göze görünür bir yerlere "mostralık" asalım! İsim açıklanır açıklanmaz, iki teknoloji firması bu ismin ticari haklarını elinde tuttuğu için itiraz etti. Sen misin, yazılımda ve ticarette patenti, Copyright'ı savunan? Biraz da sen boğuş bakalım "yarattığın" canavarla... Özne, Microsoft gibi bir dünya devi olunca, hangi ismi seçerse seçsin, dünyanın bir köşesinden birileri çıkıp "Ben bu ismin tüm ticari haklarına sahibim" diyerek itiraz edecek. Kimisi bunu gerçekten inandığı kimisi ise para koparmak için yapacak...

Sorun sadece bu olsa yine iyi. Vista kelimesi Letonya, Estonya, Litvanya gibi Baltık ülkelerinin dillerinde "tavuk" anlamına geliyormuş. Kısacası fena halde "chicken translate"* vaziyetleri de mevcut.

İşletim sisteminin adı Vista olacağına göre, Messenger'a da artık şöyle bir şey deriz herhalde: "Microsoft Windows Vista Social Club"...


Not 1: * Sultanahmet jargonunda "piliç çevirme"

Ağustos sayısı,
Burkina Fasa Fiso
ve bol bol kaşıntı...


Bu aralar dergi, yeni muhabirlere işi anlatma ve doktorlara taşınma derken, Burkina Fasa Fiso'ya pek ilgi gösteremediğimin farkındayım. Yeni arkadaşlarla pek sorunumuz yok, işi hızla kapıyorlar. Asıl sıkıntı, haziran ayı yaşadığımız bazı sorunların beni "hasta etmiş" olması... Şaka değil; Özgür'ün omuzunun çıkması, Umida'nın aniden gidişi, Feyzi Öktem'in ortadan kaybolması derken, yaşadığım stres ve kızgınlıklar, bendenizin "Gül Hastalığı" denen bir derde kapılmasına yol açmış.

Gül Hastalığı, nedeni tam olarak bilinmeyen bir tür "cilt nezlesi". Stres ve yorgunluğa bağlı olarak çıktığı sanılan bu hastalık, vücudunuzun güneş ışınlarıyla temas etmeyen bölgelerinde garip şekilli kızarıklıklar oluşmasına yol açıyor. Bu yüzden büro hastalığı da deniyormuş bu rahatsızlığa. İlginç bir şekilde, kaşıntıyı azaltmak için önerilen en iyi ilaç, bol bol güneşlenmek... Kısacası, bulaşıcı olmayan, virütik olup olmadığı henüz kesinleşmemiş, modern çağın abidik gubidik belalarından biri...

Nasıl bir kaşıntı yapıyor, anlatamam... İşin garibi, bu kızarıklıkların kaşımamanız halinde birkaç gün sonra ortadan kaybolması! Sıkıntılı bir temmuz sayısından sonra, dergi kadrosuna dört yeni ismin katılması, bu hastalığın daha ileri bir safhasına yakalanmama engel olmuş.

Neyse, ağustos sayımızı rahat bir şekilde çıkardığımızı söylemiştim. Bu, sayının genel kalitesine de yansıdı. Ben kişisel olarak, bu ayki kapak dosyamız "Müziğin 50 yıllık tarihi"nin yanı sıra "Denizkızları" ve "Türk Lejyonerler" konularını çok sevdim.

"Türk Lejyonerler" konusundan bahsetmeden olmayacak. Feyzi Öktem ile CNN Türk editörlerinden Cengiz Özkarabekir'in birlikte hazırladığı dosyada, İkinci Dünya Savaşı sırasında adları Ali, Mehmet, Selçuk, Murat olan; aynı dili konuşan; ama farklı üniformalar altında çarpışan 300.000 (yazıyla: Üç yüz bin!) Türk'ün öyküsü anlatılıyor. Önümüzdeki aylarda Doğan Yayıncılık tarafından kitap olarak çıkacak bu ilginç konuyu, İkinci Dünya Savaşı meraklılarının kaçırmamasını öneririm...

Bu arada, Focus yazarları ortaklaşa yeni bir blog sitesi açtık. Henüz iki günlük olan bu sitede, okurlarla yeni bir iletişim ağı kurmayı hedefliyoruz. Gelecek haftadan itibaren ağustos sayısının "öngösterimleri" de burada yer alacak... Bekleriz...

Çarşamba, Temmuz 20, 2005

"Kelp ile Tahir"


Geçen hafta yazdığım, "Ne kendi etti rahat, ne âleme verdi huzur" başlıklı yazının sonunda, isteklerin artması halinde "bis" bile yapabileceğimi söylemiştim. Eh, okur istek yaptığına ve boynumuz onun önünde "kıldan ince" olduğuna göre, sözünü verdiğim diğer Tahir öyküsünü anlatmak şart oluyor:

Bu seferki hikâyemiz, yine Osmanlı dönemine, ama biraz daha eskiye dayanıyor... Dördüncü Murat devrinin ünlü şairi Nef'i'ye densizin biri, hatta adını da söyleyelim, padişahın yakın çevresinden Tahir isimli bir softa, "kelp" yani "köpek" deme gafletinde bulunur!

Nef'i gibi bir şairle baş edilir mi? Yazık etmiş kendine... Öte yandan, IV. Murat'ın sevgisini kazanan bir din adamına hak ettiğince cevap vermek, eh, en hafif tabiriyle "biraz cesaret" ister! Ama Nef'i bu, onu kim durdurabilmiş ki? Tutmuş, bir dörtlük yazmış:
Bana tahir efendi kelp demiş
İltifatı bu sözde zâhirdir.
Maliki mezhebim benim zira
İtikadımca kelp tahirdir...

Günümüz Türkçesine çevirmek gerekirse, "Tahir Efendi bana köpek demiş, sağolsun; ama ben Maliki mezhebindenim, Maliki inancına göre köpek temizdir (tahirdir)" anlamına geliyor bu dörtlük. Tabii son satırı, "Asıl köpek Tahir Efendi'dir" şeklinde de okuyabilirsiniz!

Osmanlı hiciv sanatının doruk noktalarından biri olan bu dörtlükten sonra Tahir Efendi'nin sesi soluğu bir daha çıkmamış.... Nasıl çıksın ki? Aradan 400 yıl geçmiş ve hâlâ bu dörtlüğü konuşuyoruz!

Nefi'nin sesinin kısılması ise bir başka vesileyle bu kez sadrazamlardan Bayram Paşa'ya "köpek" demesi yüzünden gerçekleşir. Padişah IV. Murat'a bir daha hiciv yazmayacağına dair söz vermesine rağmen dilini tutamayan şair, ölüm fermanını da kendi imzalamış olur.

Rivayet odur ki, idam edilmeye giderken kendisine, dalga geçerek "Rahmetli babama da selamlarımı iletirsin" diyen sadrazam Bayram Paşa'ya, "Ben validenizin yanına gidiyorum" diyecek kadar da son nefesine dek "formdan düşmeyen" sıkı bir abimizdir kendileri...

Aslında Nef'i üzerine anlatılabilecek daha çok anektod var, ama sanırım tadında bırakmak en iyisi...

Pazartesi, Temmuz 18, 2005

Ne mutlu Tresnjevac’lıyım diyene!


Anneler öyle bir cumhuriyet kurmuşlar ki, sınır mınır çizmemişler. Ne maddi, ne manevi... Cumhuriyetin soyadını da “Düşünce Cumhuriyeti” koymuşlar. Düşüncenin sınırı nereye kadarsa, Tresnjevac’ın sınırları da o kadar demişler: “Sınırsız, sonsuz…”


Adını telaffuz etmek bayağı bir maharet gerektiriyor, Tresnjevac. Nam-ı diğer, Macarcası “Oromhegyes”… Eski Yugoslavya topraklarında, Belgrad ile Voyvodina arasında küçük bir Macar köyü. Köyde çoğu Macar kökenli 2.000 kişi ya var, ya yok.

İşte bu köy, Tresnjevac, bir cumhuriyet. Ve öyle bir cumhuriyet ki; ne devleti var, ne milleti, ne de “bölünmez bütünlük” diye bir ilkesi... Vergi, askerlik, milli marş gibi şeyler de yok! Tresnjevac vatandaşı olmak için nüfus kağıdı, ikametgâh il muhaberi, sorgu-sual, para-pul falan gerekmiyor. “Tresnjevaclıyım” demek yetiyor. Dahası, Tresnjevac “tırışka”dan bir cumhuriyet de değil, şimdiden ABD’de ve Almanya’da konsoloslukları bile var.

Kesin bir tarih vermek zor ama 1992 yılında kurulduğunu söyleyebiliriz. Kuruluş hikâyesi, son derece ilginç. 1992’de, Sırbistan hükümeti, eski Yugoslavya’nın dağılmasından sonra Tresnjevac sakinlerini “yurttaşlık görevleri”ni yapmaya davet etmiş. 200 adet celp kâğıdı gelmiş köye. Sırp hükümeti, Tresnjevac’lı 200 delikanlıyı “seferberlik manevrası”na çağırıyormuş meğer. Köylüler çabuk uyanmışlar, “manevra” denilenin Hırvatlarla ya da Boşnaklarla savaşmak demek olduğunu hemen anlamışlar. Davete icabet etmemişler tabii. Sırplar da sağlık olsun dememiş. 200 reddiyeci hakkında tutuklama emri çıkarmakla kalmamışlar, köyü tanklarla sarıp ablukaya almışlar. Köyün öte yanındaki sınırda da Macar Ordusu teyakkuza geçtiğinden, tank paletleriyle köyü dümdüz etmeye de gözü yememiş Sırpların.

Bir, iki, üç derken bıçak kemiğe dayanmış. Oğullarını savaşa göndermek istemeyen Tresnjevaclı anneler uluslararası kuruluşlarla temasa geçmişler ve ardından bağımsızlıklarını ilan etmişler, Tresnjevac Cumhuriyeti’ni kurmuşlar. Ama öyle bir cumhuriyet kurmuşlar ki, sınır mınır çizmemişler. Ne maddi, ne manevi... Cumhuriyetin “soyadı”nı da “Düşünce Cumhuriyeti” koymuşlar. Düşüncenin sınırı nereye kadarsa, Tresnjevac’ın sınırları da o kadar demişler: “Sınırsız ve de sonsuz…”

“Kim olursan gel” demişler, vatandaş olmak için “Ne mutlu Tresnjevaclıyım” demek yeterli demişler...



Not 1: Google'da adımı arattığımda, kendime dair en eski kaydın, 29 Ekim 1997 günü ZaMir NET'e attığım bu mesaj olduğunu gördüm. Mesajda, Tresnjevac kasabasına ulaşmak için yardım arıyormuşum... Dünyanın bu en güzel ülkesini anmadan edemedim, sizi de bu ülkeyle tanıştırmak istedim :)...


Not 2: Tresnjevac'ın öyküsü özetle, Bosna Savaşı sırasında oğullarını Sırp ordusuna vermek istemeyen bir grup annenin başlattığı bir direnişin, nasıl başarıya ulaştığını anlatır. Ama burada "hikâye içinde hikâye" var, geçmişte bunu bir dergide uzun uzadıya anlatmıştım, şimdiyse ne adına "blog okuru" dediğimiz okur cinsinin dinlemeye ne de benim anlatmaya o kadar sabrım var... Özetleyerek anlatıyorum.

Mesajı attığım ZaMir Net, dünyanın ilk internet portallarından biriydi, kuruluşu yanılmıyorsam, BBS sunucularına bağlandığımız yıllara (1992) dayanan bu ağ, Bosna Savaşı sırasında dağılan ailelerin birbirlerini bulabilmeleri için kurulmuştu. Zamir Net üzerinden kimisi 12 yaşındaki kızı Rukija'yı, kimiyse bir daha asla göremeyeceği kocasını arıyordu. Sırpça "Barış" anlamına gelen Zamir Net'te yayınlanan on binlerce çığlıktan çok azı yerine ulaşabiliyordu...

Kısa bir süre sonra, Balkanlar'ın dört bir yanında, Hırvatistan'da, Bosna Hersek'de, Sırbistan'da, Kosova'da, Slovenya'da kardeş ZaMir Net'ler kuruldu... Birlikte yaşama isteği olmasa da, acılar, birbirinin kanına ekmek doğrayan halkları bir internet ağı üzerinde birleştirmeyi başarmıştı! ZaMir Net zamanla büyüdü ve Balkanlar'ın en güçlü ve muhalif internet servis sağlayıcılarından biri oldu. ZaMir Net'i kapatmaya, ne "kasap" Miloşeviç'in ne de "kıyma makinesi" Franco Tudjman'ın gücü yetmişti... İnternet ve B92 gibi radyoların etrafında büyüyen muhalefet sayesinde, bir süre sonra, her iki lider de tarihin çöplüğüne gittiler...

Bir internet servis sağlayıcısı "müşterilerine" daha ne verebilir ki?


Not 3: Gezegen Linux'dan şutlanmak üzere olduğumun farkındayım. Gelecek hafta söz, sadece açık yazılıma dair yazacağım :)...

Pazar, Temmuz 17, 2005

Why Marx is man of moment?


A penniless asylum seeker in London was vilified across two pages of the Daily Mail last week. No surprises there, perhaps - except that the villain in question has been dead since 1883. "Marx the Monster" was the Mail's furious reaction to the news that thousands of Radio 4 listeners had chosen Karl Marx as their favourite thinker. "His genocidal disciples include Stalin, Mao, Pol Pot - and even Mugabe. So why has Karl Marx just been voted the greatest philosopher ever?"

The puzzlement is understandable. Fifteen years ago, after the collapse of communism in Eastern Europe, there appeared to be a general assumption that Marx was now an ex-parrot. He had kicked the bucket, shuffled off his mortal coil and been buried forever under the rubble of the Berlin Wall. No one need think about him -still less read him- ever again.

"What we are witnessing," Francis Fukuyama proclaimed at the end of the Cold War, "is not just the ... passing of a particular period of postwar history, but the end of history as such: that is, the end point of mankind's ideological evolution."

But history soon returned with a vengeance. By August 1998, economic meltdown in Russia, currency collapses in Asia and market panic around the world prompted the Financial Times to wonder if we had moved "from the triumph of global capitalism to its crisis in barely a decade". The article was headlined "Das Kapital Revisited".

Even those who gained most from the system began to question its viability. The billionaire speculator George Soros now warns that the herd instinct of capital-owners such as himself must be controlled before they trample everyone else underfoot! "Marx and Engels gave a very good analysis of the capitalist system 150 years ago, better in some ways, I must say, than the equilibrium theory of classical economics," he writes. "The main reason why their dire predictions did not come true was because of countervailing political interventions in democratic countries. Unfortunately we are once again in danger of drawing the wrong conclusions from the lessons of history. This time the danger comes not from communism but from market
fundamentalism."

In October 1997 the business correspondent of the New Yorker, John Cassidy, reported a conversation with an investment banker. "The longer I spend on Wall Street, the more convinced I am that Marx was right," the financier said. "I am absolutely convinced that Marx's approach is the best way to look at capitalism." His curiosity aroused, Cassidy read Marx for the first time. He found "Riveting passages about globalisation, inequality, political corruption, monopolisation, technical progress, the decline of high culture, and the enervating nature of modern existence - issues that economists are now confronting a new, sometimes without realising that they are walking in Marx's footsteps".

Quoting the famous slogan coined by James Carville for Bill Clinton's presidential campaign in 1992 ("It's the economy, stupid"), Cassidy pointed out that "Marx's own term for this theory was 'the materialist conception of history', and it is now so widely accepted that analysts of all political views use it, like Carville, without any attribution."

Like Molière's bourgeois gentleman who discovered to his amazement that for more than 40 years he had been speaking prose without knowing it, much of the Western bourgeoisie absorbed Marx's ideas without ever noticing. It was a belated reading of Marx in the 1990s that inspired the financial journalist James Buchan to write his brilliant study Frozen Desire: An Inquiry into the Meaning of Money (1997).

"Everybody I know now believes that their attitudes are to an extent a creation of their material circumstances," he wrote, "and that changes in the ways things are produced profoundly affect the affairs of humanity even outside the workshop or factory. It is largely through Marx, rather than political economy, that those notions have come down to us."

Even the Economist journalists John Micklethwait and Adrian Wooldridge, eager cheerleaders for turbo-capitalism, acknowledge the debt. 'As a prophet of socialism Marx may be kaput,' they wrote in A Future Perfect: The Challenge and Hidden Promise of Globalisation (2000), 'but as a prophet of the "universal interdependence of nations" as he called globalisation, he can still seem startlingly relevant." Their greatest fear was that "the more successful globalisation becomes the more it seems to whip up its own backlash" - or, as Marx himself said, that modern industry produces its own gravediggers.

The bourgeoisie has not died. But nor has Marx: His errors or unfulfilled prophecies about capitalism are eclipsed and transcended by the piercing accuracy with which he revealed the nature of the beast. "Constant revolutionising of production, uninterrupted disturbance of all social conditions, everlasting uncertainty and agitation distinguish the bourgeois epoch from all earlier ones," he wrote in The Communist Manifesto.

Until quite recently most people in this country seemed to stay in the same job or institution throughout their working lives - but who does so now? As Marx put it: "All that is solid melts into air."

In his other great masterpiece, Das Kapital, he showed how all that is truly human becomes congealed into inanimate objects -commodities- which then acquire tremendous power and vigour, tyrannising the people who produce them.

The result of this week's BBC poll suggests that Marx's portrayal of the forces that govern our lives - and of the instability, alienation and exploitation they produce - still resonates, and can still bring the world into focus. Far from being buried under the rubble of the Berlin Wall, he may only now be emerging in his true significance. For all the anguished, uncomprehending howls from the right-wing press, Karl Marx could yet become the most influential thinker of the 21st century.


- Francis Wheen, 17 Temmuz 2005, The Observer.



Not 1: Bugünlük gavurca yayın yapıyoruz. Yazıdaki kırmızılar, bendenizin marifetidir.

Not 2: Meraklısına not: BBC'nin "Tarihin En Önemli Filosofu" anketinde dereceye girenler açıklandı. Listenin 10. sırasında Karl Popper, 9'da Aristo, 8.'likte ise Sokrat var. Nietzsche abimiz ise dördüncülükte kalmış! Kürsüye kimlerin çıktığını merak edenler, buraya...

Not 3: Yukardaki yazıda adı sık sık telaffuz edilen "Sakallı", keyfi geldikçe Le Monde Diplomatique ve Post-Express'e yazıyor. Epey matrak bir köşesi var bu yayınlarda. Köşesinin adı, "Ben Söylemiştim.."

Cuma, Temmuz 15, 2005

Ne kendi etti rahat, Ne âleme verdi huzur!


Bugünkü hikâyemiz, Malumatçı Baba Tahir’e dair... Osmanlı basınının en renkli simalarından biri olan “Baba Tahir”, Cağaloğlu’nda iki göz bir dükkânda “Malumat” adlı dergiyi çıkaran, dönemin siyasilerine pek bulaşmayan ve hatta âdet olduğu üzere gazetesinin ilk sayfasından sık sık “padişah efendimiz Abdülhamit Han hazretlerine” sabah temennaları gönderen, “sağlığınıza duacıyız” türünden selamlar çakan bir gazeteci abimizdir.

Dönemin basınına baktığımızda, o pek renkli olan siyasal hareketlilikten de eser yoktur dergisinde... Ne İttihatçılık, ne İngiliz muhipliği ne de İtilaf fırkası taraftarlığı vardır. Tüm bu dümdüz yapısına rağmen, “Malumat”, döneminin en korkulan yayınıdır! Sebebi ise Tahir Baba’nın ta kendisidir. Üzerinize afiyet, Türk basınının "ilk şantajcısı"dır kendileri....

Yaptığı yalan haberlerle mahalledeki bakkaldan imparatorluk sınırları içinde faaliyet gösteren yabancı şirketlere kadar herkesi sindiren Baba Tahir’in en muhteşem vukuatı ise hiç kuşkusuz “Terkos idaresi" için yazdığı haberdir...

İstanbul'a içme suyunun getirildiği Terkos Gölü'ndeki tesisleri, o senelerde bir Fransız şirketi işletmekteydi. Şirket, arada bir kendileriyle ilgili hoş haberler yazması (Şimdilerde biz buna “advertorial” diyoruz :)) için, daha başka birçok şirket gibi Tahir Bey'i örtülü bir maaşa bağlamıştı.

Ama gün gelir, devran döner, şirkete Fransa’dan yeni bir müdür gönderilir... Yeni müdür "bu memlekette" işlerin nasıl yürüdüğünü bilmemektedir. Hesapları kontrol ettiğinde her ay Malumat gazetesine giden bir kese altını gören yeni müdür, “Kimseye bana ilişmesin diye aylık ödeyemem!'' deyip Baba Tahir'in maaşını kesiverir!

Baba Tahir, adet üzere olduğu üzere "kese"sinin kalemine gelmesini bekler... Bir gün, iki gün, bir hafta geçer ama kese gelmez. Şirket içindeki muhbirleri ona haberi uçururlar: “Valla kusura bakma, bu yeni müdür pek dişli çıktı!”

İki gün sonra, Malumat’ın ilk sayfasında küçük bir haber yayınlanır: “Efendim, geçtiğimiz gün Terkos Gölü etrafında avlanan avcılar pek besili bir domuz görmüşler, bu neces (pis) mahlukâtı öldürmek için ateş etmişlerdir. Ancak hayvana ıskat eden (isabet eden) mermiler onu sadece yaralamış, bu mahir avcılardan kaçan ve kan kaybeden yaban domuzu, göle düşerek orada boğulmuştur!”

İstanbul halkı ayaklanıp da bu haram hayvanın sebep olduğu “maddi ve manevi” pisliğin boyutlarını öğrenebilmek için şirket binasına akın edince, Tahir Bey'in kesilen aylığı hemen o gün yeniden bağlanır! Hadise, Malumat'ın bir sonraki sayısında “Aldığımız son istihbarata göre domuz hakikaten vurulmuş ama göle düşmemiş, sahilin gerisinde gebermiş ve leşi de bulunmuş'' diye noktalanacaktı.

Baba Tahir’in birbirinden eğlenceli vukuatlarını anlatmaya, ne kalemimizin mürekkebi ne de bu satırlar yeter... İşin sonunu merak edenlere şunu anlatmakla yetinelim sadece: Baba Tahir, Terkos’u işleten firmaya karşı çaldığı bu galebeden sonra terbiyesizliği iyice ele alır. İşi asilzadelik peşindeki zenginlere Avrupa kraliyetlerinin önemli nişan ve madalyalarının sahtelerini üretmeye kadar götürür! Bu marifetlerini bilen Abdülhamit’in Baba Tahir’e dokunmaya aslında hiç mi hiç niyeti yoktur ama onun için bile bardağı taşıran damla, Baba Tahir’in padişahın damadını da haraca kesmek isteyecek kadar “işi büyütmesi”dir!

Abdülhamit, Baba Tahir’i Türk basınına getirdiği “girişimci ruh” ve “dinamizm”den dolayı onurlandırmaya karar verir. Onu dönemin güzide sayfiye bölgelerinden Fizan Çölü’ne sürerek ödüllendirir.

Hayatının bundan sonrasına dair pek bir bilgimiz olmayan Baba Tahir’in son olarak, Şam’da öldüğünü ve cenazesine kimsenin katılmadığını biliyoruz. Baba Tahir o kadar çok can yakmış, o kadar çok nefret toplamıştır ki, cemaatin topladığı parayla mezar taşına şu mısralar yazılır:
“Ne kendi etti rahat,
Ne âleme verdi huzur,
Yıkıldı gitti cihândan,
Dayansın ehl-i kubûr!”

Malumatçı Baba Tahir, şimdiki basını görseydi, Fizan'dan geri döner miydi acep?


Not 1: Bu yazı çalakalem yazılmış bir blog girdisidir. Eğer tarihi vak'alara dair bir hatam varsa, affola!

Not 2 (18 Temmuz): Yukardaki notu yazdığımda, Malumatçı Baba Tahir'in gömüldüğü yerden emin değildim. Derinsular'ın yorumundan sonra, kaynakları kontrol ettim, doğruymuş. İsteklerin artması halinde, "bis" yapıp, size bir başka Tahir'in hikâyesini anlatabilirim :)...

Çarşamba, Temmuz 13, 2005

Karabük'te kol gibi demirler düzeliyor,
bu arkadaşlar da düzelecek elbet...


Derginin en yoğun haftasına girdik bugün... Kimsenin başını kaşıyacak vakti yok, herkes sessizce işin bir tarafından tutmuş çalışıyor. Birkaç güne kalmaz, havadaki stres "elle tutulacak" kıvama gelir...

Bu arada, Umida'nın ayrılmasından sonra ekibe yeni isimler katıldı. Eski PCWorld ve ComputerWorld ekibinden Osman Köroğlu bunlardan biri. Dergicilikte 8. yılını dolduran Osman'ın özellikle Linux ve gömülü sistemler tarafındaki birikimiyle, Focus'a çok şey katacağını düşünüyorum.

Dergiye yeni katılan arkadaşların bir diğer özelliğiyse, hepsinin sıkı birer blogger olması. Örneğin Gülüm Dağlı, blog alemindeki ismiyle söylemek gerekirse, mtlda... Gülüm'ün ekibe katılması, bize ilginç bir CV göndermesi ile gerçekleşti. Henüz 18 yaşındaki bu şirin kızı buraya "bir kahve içmeye" çağırdık, kahveler bittiğinde birbirimizi bir aylığına deneme kararı almıştık. Gülüm'ü ilk 15 günlük zaman diliminde, istemeden de olsa, biraz korkuttuğumuzu düşünüyorum. Özellikle de elindeki işi bitirip de bir kenara çekildiği zamanlar, bana öyle geliyor ki, kara kara "başarıp başaramayacağını" düşünüyor! Galiba o bizi sevdi, pek farkettirmesek de aslında biz de onu sevdik...

İletişim fakültesindeki stajı için iki aylığına aramıza katılan Ceren Balel ise, Sünger Bob'u sevmemek ve vejeteryan olmak gibi, Focus ekibi için "kabul edilemez" iki önemli falsoya sahip. Dergimizin Bodrum'da yaşayan "Türkçe Editörü" Maide Selen'in yeğeni olan Ceren'i, halasının da izniyle, derginin yayın yönetmeni Özgür Atanur ile birlikte "işkembe yemeye" (tercihan şirden) götüreceğiz. Yok, "Et yemem" diye tutturursa, onun bu iradi kararına saygı duyup, Mercan'a kokoreçe gideceğiz hep beraber. "Teknik olarak" içinde et olmadığı için kokoreçin vejeteryanlığına halel getirmeyeceğini düşünüyoruz...

Bu arada bir de yeni webmaster'ımız var: Mert Maviş. Genç arkadaşlar arasında dergiye en hızlı uyum gösteren kişinin o olduğunu düşünüyorum. Bu haber, bir de müjdeyi içeriyor: Focus'un mevcut haliyle son derece arkaik olan sitesi, iki ay sonra yepyeni bir yüzle karşınıza çıkacak!

Sözün kısası, dergiye üçü çok genç, dört yeni arkadaş katıldı; pek bir kalabalıklaştık... Bu genç arkadaşların acemiliklerini ve biz yaşlılardan nasıl çekindiklerini gördükçe, bıyık altından kıs kıs güldüğümü de sizlerden saklamayacağım. Eh, ne diyelim o halde: "Karabük'te kol gibi demirler düzeliyor, bu arkadaşlar da düzelecek elbet!"

Bu arada, tüm ikazlarıma rağmen bana "Ali Bey" demeleri sinirlerimi bozmuyor değil. Tamam, bazılarınızdan 14 yaş büyük olabilirim ama bunu hatırlatmanın yeri mi? Tehlikeli sularda yüzüyorsunuz...

Salı, Temmuz 12, 2005

Unutmaya dair


"Kendi halinde bir Güney Amerika kasabası olan Macondo'ya kuzeyden bir muz şirketi gelir. İşçiler, sendikaya üye olur ve ağır çalışma koşullarını protesto ederler. Derken, sıkıyönetim ilan edilir. 3.000 kişi istasyonun önündeki açıklığı doldurur. Yüzbaşı kalabalığa dağılması için süre tanır. Kalabalık dağılmaz. Yüzbaşı ateş emri verir. Tam o anda bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başlar. Yağmurla birlikte, kasaba unutma hastalığına yakalanmıştır. Kasaba halkı, muz şirketinin hiçbir zaman kurulmamış olduğunda diretmektedir artık..."

Gabriel Garcia Marquez'in "Yüzyıllık Yalnızlık"ta anlattığı bu hikâye, benim gözümde, insanoğlunun en önemli ütopyalarından ikisini, unutmayı ve yalnızlığı anlatır... Unutmak, tanrısal ve sıkıcı olmamanın bir işareti, ölümlülüğünse en büyük nimetidir benim için.

Bazen tanrıdan bir şeyi unutmayı dilediğim, çok oldu... 17 yaşındayken tanrıdan, beni terkeden kız arkadaşımı unutmayı diledim. 19'umda sanırım, yitip giden Mülkiye hayallerini unutmaya çalışıyordum. 21 yaşına geldiğimde, gariptir, bu sefer başka kızları unutmaya çabalıyordum! Bu süre zarfı içinde, beni de unutmaya çalışanlar oldu sanırım... Eğer olmamışsa, bak işte buna üzülürüm!

"Ey yaşlı deniz" diye seslenir şair:

"Hep gelip geçeceğiz / Bu aç güneşin altında / Esen rüzgârda savrula savrula / Toz toprak olacağız / Duvarlarda yazı / Okunmaz silik / Boş kaleler kıyılarında / Görkemli fosiller gibi kalacak / Bizden bir titreşim / Otların uçlarında / Üstümüzde keçi gözleri..." *

Sanırım her şeyi unutmayı başardığımız gün, kendimizle yalnız kalmayı başaracağız...


* Necati Cumalı

Pazartesi, Temmuz 11, 2005

La fetâ illa Ali, la seyfe illa Zulfikâr!


Savaş zamanı Kuzey Irak’a girmek zor iştir. Hele hele bir de sınır kapısı kapatıldıysa... Önünüzde iki yol vardır: Ya size kendisinin “şerefli bir Türk subayı” olduğunu söyleyen ordudan kovulma bir “albay eskisi”ne 3.000 dolarınızı kaptırır, ya da sınırdan eşeklerle kaçak mazot ve “beyaz” geçiren “at hırsızı kılıklı” bir kaçakçı ile karşıya geçersiniz...

Ben ikinci yolu tercih ettim. Bizim “at hırsızı”nın adı Kâzım olsun. Ya da İtalyan gazeteci arkadaşların taktığı ad ile söylemek gerekirse “Quasimodo”... Yüzünde çıkan şark çıbanı ve hafif kamburu ile Quasimodo’yu fazlasıyla andırıyordu bizim Kâzım. Özal öncesi günlerde bölgenin mûteber sigara kaçakçılarındanmış kendileri. Şimdilerdeyse “gündüz insan, gece hırt” olarak geçiriyor günlerini... Sıkı bir pazarlıktan sonra “kelle başı 400 dolar”a anlaştık. Cizre’den Şırnak’a geçilirken Kasrik Boğazı’nda arabalardan inilecek, geniş bir yay çizerek Çukurca ile Silopi arasında bir yerden karşıya geçilecek. Son dakikada çıkan bir pürüz yüzünden geçiremedi bizi karşıya Quasimodo...

Kaldık mı savaşın 12 kilometre ötesindeki Silopi’de? Neyse, “başka bir çaresi” bulundu ve geçtik Zaho’ya. Arkamızda sınırın açılmasını bekleyen 700 gazeteci bırakarak...
Kural No 1: Eğer gazeteciyseniz, bu gibi durumlarda “asla ve asla” nereye nasıl gideceğinizi kimseye söylemeyeceksiniz! Çünkü bazı haberler hızlı yayılır ve en yakınınız olarak gördüğünüz meslektaşınızın yaptığı teklif yüzünden “rakam” yükselir. Bu yüzden sadece dergiden “Feyzi Hoca”ya telefonda haberi verdim. Bir de “patron”un kızkardeşine: “Kendi başıma çıkamazsam, beni buradan çıkarın” diye...
“Welcome to Kurdistan”
Silopi’de “iyi görüntü veren” az sayıdaki yerlerden biri, son kontrol noktasından önceki trafik kilometre tabelasıdır. Yanlış anımsamıyorsam, "Habur 13- Zaho 20 kilometre" yazar. Televizyoncuysanız eğer, “Irak Sınırı’ndan bildiriyor” olmak için iyi bir yerdir.

Burada biz de fotoğraf çektirdiğimiz için, Habur’dan sonraki ünlü “Welcome to Kurdistan” tabelası önünde de bir görüntü almak istedik. Ya tabelayı “birileri” kaldırmış ya da biz atladık, bilmiyorum, tabelayı göremedik. Geçmişte birkaç kere kurşunlanan, panzerler tarafından ezilen ama sonra yerine yenisi konan tabela, belki de yeni bir saldırıya kurban gitmişti. Kimbilir?

Neyse Zaho’ya vardık. Oteller Silopi’den biraz daha ucuz, biraz daha kötü ve biraz daha “kısa” burada... Zaho’nun en iyi otelinin iki katını (Otel üç katlı) kapatan bir Amerikan televizyon kanalı yüzünden fiyatlar fırlamış. Çoğu yabancı gazetecinin yaptığını yapıp, bu “köy irisi” yerin eli yüzü düzgün evlerinden birini 400 dolara tuttuk.

Belki çok bilinen bir gerçeği tekrar etmek olacak ama hem Barzani hem de Talabani artık “devlet geleneğine sahip” iki aşiret lideri olmuşlar. Zaho’daki belediyecilik hizmetleri, sınırın öte yanındaki bir Cizre ya da Silopi’ye göre çok daha ileri. En azından çöpleri toplanıyor, içecek temiz suları var ve bir belediye başkanları var!

Pardon, “Ne yani, Cizre ilçesinin bir belediye başkanı yok mu diyorsun sen şimdi?” dediğinizi duyar gibiyim... Evet, yok! İşin garibi, dört yıldır yok! Türkiye’nin diğer tüm ilçelerinde olduğu gibi burada da yerel seçimler düzenlenmiş. Seçimi önce “devletin istemediği parti”nin kazandığı açıklanmış. Seçimde ikinci olduğu ilân edilen bölgenin en büyük korucubaşısı, sonuçlara itiraz etmiş. Karşılıklı yapılan itirazları inceleyen Yüksek Seçim Kurulu, başkanlığı önce korucubaşına, sonra da ilk kazanana vermiş. İlçede olaylar çıkıp da korucubaşı Cizre’yi basınca seçimler iptal edilmiş! “Devlet Baba”, hem korucubaşından hem de halktan korkunca, belediyenin yönetimini kaymakama vermiş ve sıyrılmış işin işinden...

Cizre’de doğumgünü partisi
Silopi’de zaman yavaş geçer... Kediler uyuşuk, akrep ve yelkovan yavaş, sinekler ise tembeldir... Güneş bile saatlerdir aynı yerde asılı gibidir, zaman geçmez bilmez...

Sanırım Cizre’deki 17’inci günümüzdü. Sabah eşim aradı: “Doğumgünün kutlu olsun canım!” Doğumgünü mü? Irak sınırında? Allah Allah? Teknik bir arıza olmalı...

Akşama, Diyarbakır-Habur hattındaki tüm “İtalyan Basını Muhabirleri”nin Cizre’de Uluslararası Basın Merkezi’ne dönüştürülen Öğretmenler Evi’nde toplanması yönünde bir ortak karar alındığını öğrendik. Kararın gerekçesi ise bir süre sonra belli oldu. Tam İtalyanca bir gerekçe: “Akşama ortaklaşa spaghetti alla milanese yapılacak!”

Neyse, Cizre Öğretmenler Evi’ne gidildi ve yönetimine “cebren ve hile” ile el konuldu. Ayağının tozuyla Fildişi Sahilleri’ndeki savaştan gelen Bruno Crimi parmesan peynirini rendelerken, World Press Photo ödülünü üç kez kazanan Francesco Zizola domatesleri doğradı, Afganistan’da dört ay kalan Pietro Suber mantarı közledi, Rai Uno ise makarnayı karıştırdı... Garsonlar, 27 kişilik İtalyan gazeteci grubuna Spaghetti alla Milanese’yi servis etmek için masaya getirdikleri tencerenin kapağını açtığında, ortaya makarnaya saplanmış bir “şamdanlık mumu” çıkar!

Biraz garip ama "italo-curdo" usulü bir doğumgünü “pasta”sı oldu bu...

Zaho’nun ötesi
Zaho’dan sonra daha ileri gidemedik. Çünkü Irak’a girdiğimiz gün, yedi İtalyan gazeteci birden Basra’da kayboldu! Asıl ilginç hikâye de tam burada başlıyor.

İtalyan gazeteciler sendikası FNSI, “24 saat içinde” İtalya’nın tüm gazete, dergi, radyo ve televizyon kanallarına ulaşarak bölgedeki muhabirlerinin isim listesini ve uydu telefonlarını alır. Hemen ardından da teker teker bu gazeteciler aranarak, konumları ve sağlık durumları öğrenilir. Bu arada durumu uygun olanlardan da kibarca “24 saat içinde Irak’tan ayrılmaları” rica edilir. Birkaç gün önce İtalya’nın dört Iraklı diplomatı sınırdışı etmiş olmasından ötürü “korkulan”, Irak yönetiminin misilleme amacıyla İtalyan gazetecileri tutuklamaya başlamış olması ihtimalidir...

Sadece bizim uydu telefonumuz eski tip bir “INMARSAT” (küçük bir valiz büyüklüğünde olanlardan) olduğundan ve günün belirli saatleri açık tutulduğu için bize (Ben ve Panorama’dan Bruno Crimi) ulaşmada zorluk çekilir. Gecenin ilerleyen bir saatinde uydu telefonumuzu çaldıran hanımefendi bize konumumuzu, bulunduğumuz oteli ve “savaş bölgesi sigorta numara”mızı sorar!

Bendeniz “zavallı ve afyonu patlamamış” bir Türk olduğumdan, önce soruyu algılayamadım. Sonra dank etti. İtalyan Gazeteciler Sendikası tüm basın kuruluşlarına çalışanlarını riskli bir bölgeye gönderdikleri zaman bir “özel sigorta” yapmalarını şart koşarmış... Bu sigorta, savaş bölgesindeki gazeteci ya da ailesine bir yaralanma ve ölüm halinde çok ciddi ödemeler yapılmasını sağlıyormuş! Bruno’ya sordum, “Ölümün halinde ne alacak seninkiler?” diye... Biraz düşündü, bazı hesaplar yaptı ve söyledi: “34 yıllık gazeteci ve şu maaşı aldığıma göre... Galiba emeklilik ikramiyemin biraz fazlası olması lazım. Yaklaşık 600-700 bin euro kadar!”
Kural No 2: Bir daha bölgeye geldiğinde, anlaşmalı olduğun yabancı kuruluştan “Savaş Bölgesi Sigortası” yaptırıyorsun. Bu arada, Kürtlerin “Süreyya” adıyla çağırdığı Thuraya’dan bir tane alıyorsun!
Yaşama verilen “değer”e ilişkin bir diğer ilginç anektod, Bruno Crimi’nin anlattığı, Amerikalıların Somali’de uyguladığı “tarife” üzerine olabilir:

Somali’de halktan büyük tepki gören Amerikalılar, ilişkileri yumuşatmak için yanlışlıkla öldürdükleri her keçi başına 100, her deve başına 300 doları hemen operasyondan sonra “cash” olarak ödüyorlarmış... “Çocuklar için fiyat neydi?” diye soracak oldum. Bruno düşünmedi bile: “1.000 dolar!” Önce şaka yapıyor sandım. Çok ciddiydi...

Dikkat edilmesi gerekenler
Kuzey Irak’ta dikkat etmeniz gereken şeyler var. Örneğin, bölgenin en leziz meyvası olan hurmaya “hurma” dememek gibi! Kuzey Irak’ta hurmaya aynen İran’daki gibi “temur” deniyor. Hurma kelimesi ise “kadın” anlamına geliyor. Kısacası, bir sokak satıcısından “hurma” isterseniz, sonuçları kimi zaman hoş olmayabiliyor...

Bir diğer dikkat etmeniz gereken konu ise kıyafetlerinizin rengi. Her renk bir siyasal hareketi temsil ediyor çünkü... Sarı giyinirseniz Barzani’ci, yeşil ve hâki giyinirseniz Talabani’ci, elbiseniz kahverengi ise İslamcı, mavi renk ise Türkmen’siniz demektir!

Bir diğer dikkat edilmesi gereken konu, bölgeye girerken üzerinize aldığınız Amerikan dolarlarının “sadece ve sadece” 1996 serisi olması gerektiği! Saddam’ın 1997’den itibaren sahte kalıplarla Merkez Bankası’nın darphanesinde dolar basıyor olması, dolar bozmak istediğiniz dövizcinin hemen paranın üzerindeki basım yılına bakmasına yol açıyor! “İyi de kardeşim, ben bankadan aldım bu parayı, 2002’de basılmışsa ne olacak?” demeyin. 1996 yılında basılan dolarlar en az yüzde 10 daha değerli!

Pazaryerini vuran füze
Güneydoğu’ya yolu sık düşenler bilirler, şehirlerin dışına çıktığınızda gökyüzü elinizle tutacakmışsınız gibi yakındır. Üzerinize sanki yıldız tozlarının döküldüğünü hissedersiniz. Yine böyle bir günün gecesinde Cizre ile Silopi arasında ilerlerken gökyüzünden bir grup Tomahawk füzesinin geçişini izledik.

Hayatımda ilk kez “seyir füzeleri”ni görüyordum. İlginç bir deneyim olduğunu söyleyebilirim. Çok değil, 300-400 metre yüksekten uçan ve garip bir “kağıt yırtılması” sesi çıkaran ölüm makineleri... İster istemez insanın aklına bir düşünce takılıyor: “Birkaç dakika sonra kimler ölecek? Nereyi vuracak?”

Bağdat’ta pazaryerinin vurulduğu günün sabahıydı. Otelimize döndük ve yattık. Ertesi sabah Bağdat’ta “yanlışlıkla” pazaryerini vuran Amerikan füzesinin haberi patladı. Bir telaş hâli... Önceki gece görmüş olduğunuz füzelerin görüntüsü bir an için beyninizi yalayıp geçiyor tekrar... “Acaba?” diyorsunuz, “Onlardan biri miydi?” Böyle bir olasılığı düşünmüş olmak bile rahatsız edici. Bir an için insanlıktan uzaklaştığınızı hissediyorsunuz...

İki gün sonra Deniz Baykal’ın demecini okuyoruz gazetelerden: “Bağdat’taki pazaryerini vuran füze, Türk hava sahasını kullanan Tomahawk’lardan biriydi!”

Füze icad oldu, mertlik tam bozuldu!
Zaho’da ve Kürtlerde hâkim olan hava, bu savaşın adil olmayan bir savaş olması. Bir de “caş”lık duygusu var, yani “ülkesine hainlik” etmiş olmak çekincesi var... Saddam’a kızgınlar ama Barzani’ye de 1996’da Saddam ile ittifak yaptığı için kızıyorlar... Araplardan hoşlanmıyorlar ama ya karısı ya da eniştesi bir Arap... Barzani’yi Türkiye’ye “posta attığı” için seviyorlar ama dost meclislerinde onu “Caşhayati” (hayatı boyunca birilerine ihanet eden) diye çağırıyorlar...

Bir yandan kendi dillerini konuşacakları, kendi renklerini, kendi bayraklarını sallandıracakları bir vatana kavuşacakları için sevinirken; öte yandan Irak halkına “ihanet etmiş olmak” duygusu rahatsız ediyor onları...



Hâsılı, karmaşık duygular içinde Kürtler. Ama içten içe Amerikalılara da kızıyorlar. Peşmergesinden basit köylüsüne bölgedeki tüm Kürtlerin gözünde bölgedeki “Amerikan Özel Kuvvetleri”; uzakta patlayan topun gürültüsünden korkan, Iraklıların önüne peşmergeyi süren, düşmanı ile göz mesafesinde çarpışmaktansa füze ile bombalamayı tercih eden bir “korkak sürüsü”... En çok da başlarının üzerinden geçen füzeler rahatsız ediyor onları...

Zaho’da, otelin lobisinde bölgede net bir şekilde izlenen bir Türk televizyon kanalına bakıyoruz. Haberlerde “pazaryeri”nin mahşeri görüntüleri var.

Ağzımdan istemsizce dökülüyor sözler: “La fetâ illâ Ali, La seyfe illa Zulfikâr...”

Yaşlı adam sessizce onaylıyor...



Ali Işıngör / Cizre-Silopi-Zaho
2003 yılı, Nisan başı


Not 1:
Pazar akşamını pazartesiye bağlayan bu saatlerde tembellik yapma hakkımı kullanıp, eski ama en sevdiğim yazılarımdan birini buraya koyayım dedim. Yaklaşık iki yıl kadar önce, savaşı izlemek için Irak'a geçtiğimde yazdığım bu makale, ertesi ay çalıştığım dergide yayınlanmıştı. Bölgeye, eskiden birlikte birçok konuda birlikte çalıştığım, İtalyan Panorama dergisinden gazeteci dostum Bruno Crimi ile gitmiştim.

Not 2: İki yıl önce, henüz savaşın başındayken ve koalisyon güçleri Irak'ı işgal etmeden önce yazdığım bu yazı, o günden bu yana, aslında hiçbir şey değişmediğini düşündürüyor. Sanki Zaho'ya bugün tekrar gitsem, otelin lobisinde televizyon izleyen o ihtiyarı tekrar bulacağım gibi bir his var içimde.


Not 3:
“La fetâ illa Ali, la seyfe illa Zulfikâr”: Ali’den başka yiğit, Zülfikâr’dan başka kılıç yoktur! (Alevi/Şii deyişi)


Not 4: Sabah işte fırsat bulursam, dünkü Blog Kardeşliği toplantısını ve bana düşündürdüklerini yazacağım.

Cuma, Temmuz 08, 2005

Bir GPL projesi olarak "Open Cola"


Bu aralar en sıkı takip ettiğim blog, ünlü İtalyan komedyen/tiyatrocu Beppe Grillo'nunki... Şimdi Beppe Grillo'dan bahsetmemek olmayacak. Bu geveze ve tıknaz İtalyan, ülkesinin en büyük "başağrısı". Blogunda yazdıkları yüzünden, İtalya yeni nükleer santrallerin ihalesini durdurmak zorunda kaldı, genetik mühendislik ürünü gıdaların ülkeye girişine izin veren kanunlar değiştirildi, Telecom Italia'nın patronunun ülkeyi terketmesine ramak kaldı... Fininvest imparatorluğunun sahibi "Başbakan" Silvio Berlusconi ise o günkü blogunda yazılanlara cevap vermek için ertesi gün Corriere Della Sera'ya (Eskiden çalıştığım gazete) dört tam sayfalık ilan veriyor!

Beppe Grillo'nun blogunu her gün ortalama 80 ila 120.000 kişi okuyor. Her gün yazmadığı, ortalama üç-dört günde bir giriş yaptığı düşünülürse, her yazısı aslında 500.000 kişi tarafından okunuyor. Aslında bu rakamı, kalemindeki mizah unsuru dolayısıyla, bir kez daha üç ya da dört ile çarpabilirsiniz çünkü yazdıkları "Beppe, Silvio için bak bu sefer ne demiş" şeklindeki fıkralarla ülkede hızla yayılıyor...

Time dergisinin bile röportaj yaptığı bu müthiş adamı kelimelerle anlatmak imkânsız... Tavır olarak biraz Aziz Nesin'i az biraz da Ahmet Altan'ı anımsatan Grillo, ülkesinde Creative Commons ve Wikipedia'nın en sıkı savunucusu.

Biz Türkler için tek kötü yan, blog sitesinin sadece İtalyanca olması. Ama sorun değil, ben bundan sonra onun blogundan arada sırada alıntılar yapacağım buraya... Geçen gün onun bloglarından birinde Creative Commons'a dair duyduğum en iyi tanımı okudum:
"Eğer benim cebimde bir avro, senin cebinde de bir avro varsa ve bunları aramızda değiş tokuş edersek, günün sonunda ikimizin de cebinde birer avro kalıyor. Ama benim bir fikrim, senin de başka bir fikrin varsa ve bunları aramızda değiş tokuş edersek, günün sonunda ikimizin de cebinde ikişer fikir kalıyor!"

Bu arada sitesinde öğrendiğim yüzlerce ilginç şeyden birini, Open Cola'yı sizinle paylaşmak istiyorum. Benim gibi hem Linux'u hem de Coca Cola'nın tadını sevenler için birebir olan bu kola markası, ABD kökenli ve "son derece ciddi" bir ürün. Normal koladan tek farkı, şişesinin üzerindeki etiketin arka tarafında, bu kolanın isterseniz evinizde nasıl yapabileceğinizi size anlatması! GPL 2.0 lisansı ile dağıtılan bu kolayı süpermarketten alabileceğiniz gibi, isterseniz evde bir genişçe bir leğende üretip, kendi "distronuzu" paketleyip oturduğunuz mahallede satabilirsiniz!


Not: Open Cola'nın gerçek öyküsünü merak edenlere, "zihin açıcı" bir metin olarak, buradaki yazıyı okumalarını salık veriyorum.

Perşembe, Temmuz 07, 2005

Ütopya ne işe yarar?


Eduardo Galeano pirimiz ile José Saramago arasında, Porto Alegre'de düzenlenen bir panelde geçen bir muhabbettir:
E. Galeano: Ütopya ufuk çizgisi gibidir. Ona doğru iki adım atarım, o da iki adım uzaklaşır benden. 10 adım atarım, bu sefer 10 adım uzaklaşır. Ufuk çizgisine erişilemez. O halde, ne işe yarar bu ütopya dedikleri şey?

J. Saramago: Uzun uzun yürümeye, dostum...

Türkiye'de kaç atom bombası var?


Geçtiğimiz haftalarda İtalya'nın en çok tartıştığı konulardan biri, nedendir bilinmez, Türk medyasında hiç yer bulmadı. Şimdi ne diyeceğinizi duyar gibiyim; "Kardeşim bunu senin bilmen lazım, Hürriyet Medya Towers binasında çalışmıyor musun?"

Aslında bu soruya verebileceğim iki cevabım var. Birincisi, bu satırları yazan "fakir kulunuz", hiç kimsenin takmadığı, "hadi bir köşede de bir bilim dergimiz çıksın" diyerek varlığına katlanılan, tahammülfersa kadın ve dekorasyon dergilerinin beşte biri kadar yatırım yapılmayan bir yayında çalışan bir "zavallı"... Hürriyet Binası, içindeki günlük gazeteleri ve 30'u aşkın dergisi, Doğan Online'ı, holding yönetimi, Doğan Yayınları ve benim bile henüz keşfedemediğim departmanlarıyla postmodern bir "otomobil fabrikası"... Bu yüzden bu binanın geri kalanındaki yayınların "haber"e karşı nasıl bir refleks geliştirdiğini bilemiyorum.

İkinci cevabım biraz daha acımasız: Serdar Turgut'un yerinde bir gözlemle, "Beyaz Türk medyası" dediği bu yapının, "benzemeye çalıştığı" şeyin kötü bir taklidi olduğunu düşünüyorum. Daha açık anlatmak gerekirse; tatilini Santorini'de geçirip, Petrus şarabını nasıl içtiğini anlatan, Nişantaşı'dan Philippe Starck imzalı koltuk satın alan bu insanlar, o benzemeye çalıştıkları Avrupai burjuvalığı yani şehirliliği hâlâ becerebilmiş değiller.

Nasıl olsun ki? Çoğunun altını kazıyın, kendileri iyi bir kolejde okumuş olsalar dahi, ailelerinin İstanbul'a 1960'larda, hadi bilemediniz 1930'larda geldiğini göreceksiniz! Bu biraz da Türkiye'nin modernleşme macerasıyla ilintili bir konudur, Mustafa Kemal ve arkadaşları bu ülkenin burjuvazisini o yıllarda yaratmaya çalışmışlardı. Bu yüzden de ortaya bazı garabetlerin çıkması doğaldı: Ürettiğinden fazlasını tüketen, hatta pahalı olanı tüketmeyi bir gelişmişlik göstergesi sayan, olaylara neden sonuç ilişkisi içinde bakmayı bilmeyen, AB üyesi olmayı vize kuyruğunda beklememek sanan bir kitle yaratıldı. Bu nedenle bazı "yaşamsal tartışmaların" Türkiye'ye ve Türk medyasına yansımaması, son derece doğal...

İtalyanların bugünlerde hükümetlerine yönelttikleri sorunun Türkiye'de de gündeme gelmemesi, hem korkutucu hem de düşündürücü: "Ülkemin sınırları içinde kaç nükleer başlık var ve bu başlıklar bir ihtiyaç halinde, nasıl ve kim tarafından kullanıma sokulacak?"

İtalyanların bu konuyu kıyasıya tartışmalarının nedeni, Washington merkezli "Natural Resources Defence Council"in yayınladığı rapor. Rapordaki bilgiler, İtalya'nın savunma eski bakanları tarafından da doğrulandı. NATO ülkelerindeki Amerikan üslerinde bulunan nükleer başlıkların inanılmayacak ayrıntılı bir listesini veren 102 sayfalık bu rapor, tam anlamıyla "diken üzerinde" oturduğumuzu gösteriyor.


Rapora göre Avrupa'da en fazla nükleer başlık, 150 adetle Almanya sınırları içinde yer alıyor. Almanya'yı, 90 başlıklı Türkiye ve İtalya izliyor. Türkiye'deki başlıkların 50 kadarı doğrudan Pentagon'un emir komuta zinciri içinde yer alırken; 40 kadar başlık, "sınırları çok katı çizgilerle belirlenmiş" bir dizi ortak kullanım anlaşması çerçevesinde tutuluyor. Raporda "ortak kullanım" sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiğine dair fikir verecek bir örnek, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı sırasında Amerikan yönetiminin Yunanistan'ın elindeki nükleer başlık takılabilen Nike Hercules füzelerini "depoya kaldırması" olayı ile anlatılıyor...

Ülkenizde 90 kadar nükleer başlık olunca, ister istemez insanın aklına, "karşı taraf"ın kaç başlığı bize doğru yönelttiği sorusu geliyor. Düşünmesi bile korkunç...

"Heyoo bizim de atom bombamız var!" diye sevinecek şabalakları Can Yücel'in bir şiiriyle uyaralım:
Köpek,
mülkün sahibi değil,
köpeğidir.

Çarşamba, Temmuz 06, 2005

Masal masal matitas...


Sıkıntılıyım. Focus bugün en iyi elemanlarından birini kaybetti. Aslında beklediğim bir gelişmeydi, ama ne yalan söyleyeyim, dergi ve kendi adıma çok üzüldüm. Hayat herkesi birgün bir seçim yapmak zorunda bırakabiliyor...

Şunu kafamızın bir kenarına yazmamız gerekir ki, cennete kalkan bir tren yok. Nasıl, Mekke'de cehenneme, Moskova'da cennete gitmek mümkünse, herhangi bir iyi gruba katılıp orada uyumakla da cennete ulaşmak mümkün değil. Sanırım sadece bu yüzden, yıllar sonra "neden denemedim" dememek için, ülkesi ve kendisi için Umida'nın bundan sonra "hukuk kariyeri"ne devam etmesi gerekiyor...

Günün "mânâ ve ehemmiyetine" uygun olacağı için birkaç gün önce anlattığım bir masalın sonunu getireyim.

(...)

60 deve yükü altının Tus kentinin bir kapısından girerken, öbür kapısından dört kişinin sırtında bir tabutun çıktığı gün, ünlü İranlı şair Firdevsi'nin de vasiyeti ortaya çıkmış. Bu vasiyet, Firdevsi'nin Şahname'nin kendi el yazısıyla yazdığı ilk kopyasında bulunmuş. Yazımı 40 yıl süren bu muhteşem divanın ilk sayfasında, ilk gün yazılmış bir notmuş bu:
"Bu kitap bittiğinde, sultandan alacağım parayla, Tus kasabasının yanıbaşından geçen Keşhef Nehri'nin üzerine güzel bir köprü yaptıracağım. Medreseye giden çocuklar, nehir her taştığında bir kurban daha vermesinler diye..."
Meğerse Firdevsi, o koskoca, 73 kilo tutan Şahname'yi küçücük çocuklar için yazmış! Çok küçük yaştayken kardeşi bu nehirde boğulan şairin bu isteği, Gazneli Mahmut'u bir kez daha kahretmiş... Sultan, kendini sonraki nesillere affettirebilmek için, bu paranın tamamıyla, dünyanın en güzel köprüsünün yapılması emrini vermiş. Bugün bu köprü, üstündeki yazıtıyla beraber yeryüzündeki en masalsı yapılardan biri. Nasıl olmasın ki? Köprünün her taşı, doğulu bir şairin kaleminden düşen "bir mürekkep damlası"na satın alınmış, kolay mı?


Not: Açık kaynak koduna ilişkin ilginç bir yazı fırından çıktı çıkıyor...

Minyatür: Columbia Üniversitesi kütüphanesi

Pazartesi, Temmuz 04, 2005

Parmak şıklatmakla olmuyor bu işler!


Dünya gözüyle şu Pink Floyd'u da sahnede gördük ya, buna da şükür... NTV'nin reklam olayının iyice bokunu çıkardığı Live 8 konserleri silsilesi, birçok unutulmaza sahne oldu. Will Smith'in sahneye tahterevanla gelmesi, "bir tecavüz sonrası sabahı Nuri Alço sırıtışı" ile sahneye çıkan Bill Gates'in konuşması, Sony ve Nokia gibi uluslararası şirketlerin sponsorluklarıyla anılacak bu etkinlik...

"Sir" ünvanına "Şövalyelik"i de eklemeyi garantileyen Bob Geldof hazretleri, bir golf sahasının ortasındaki yedi yıldızlı otelde toplanacak olan zenginler klübü üyelerinin "himmetinden" çok umutluydu. Özellikle de Tony Blair ve Maliye Bakanı Gordon Brown'un adlarını sık sık andı. Canlı yayını izlediği iddia edilen 3 milyar küsur insana "Eh, artık eşek değillerse Afrika'yı da görürler artık" cümlesinin etrafında harlanacak "global ölçekli" bir geyik malzemesi sağlandı.

Sizi bilmiyorum ama benim midem bulandı sadece... Yıldırım Türker'in deyimiyle, Rock yıldızı ile Irak şahini başbakanın bu mutlu ve uyumlu görüntüsünün pornografisine daha fazla dayanamadım ve televizyonu kapadım.

Yazıyı biraz daha açalım. Çoğu Sahra Çölü'nün güneyinde yer alan 18 Afrika ülkesinin borçlarının silinmesi için G8 liderlerinin öne sürdüğü bazı şartlar da var elbet. Ama bu can sıkıcı "ayrıntılardan" Arundhati Roy gibilerinin dışında pek kimse bahsetmiyor.

G8 ülkelerinin himmetinden faydalanmak için, bu ülkelerin tek yapmaları gereken şey, IMF ve Dünya Bankası'nın dayattığı serbest piyasa sistemini ve sancılı bir özelleştirme hamlesini kabul etmek. Bu süreçte, Afrika'nın "verimsiz" ve "zarar eden" telekomünikasyon şirketleri, madenleri, tarım kooperatifleri ama özelleştirilerek ama tamamen yok edilerek ortadan kaldırılacak. Bu şirketlerin yerini, "batılı" yenileri alacak. Afrika'nın şu ana dek özelleştirilmiş telekomlarında bu süreç aynen yaşandı. Bugün Afrika kıtasının yarısından çoğu British Telecom, Telefonica, France Telecom "imzalı" cep telefonlarını kullanarak "alo" diyor. Madenlerin durumundan ise hiç bahsetmeyelim isterseniz: Hollandalı elmas tröstlerinin egemenliğindeki Güney Afrika ve Zaire'de at koşturan Belçikalıları saymazsanız, Afrika'nın madenlerinin 2049 ya da 2099 gibi küsurlu tarihlere kadarki tüm hakları, Anglosakson ülkeler (ABD, İngiltere, Kanada ve Avustralya) tarafından çoktan paylaşılmış durumda....

"Serbest piyasa" oyununun en önemli kuralıysa, gümrük vergilerini düşürmek hatta sıfırlamak olacak. Afrikalı ülkeler gümrük vergilerini neredeyse sıfırlarken, Avrupa ülkeleri çok sinsi bir vergilendirme sistemi ile bu ülkelerin zaten zayıf olan iç piyasalarını tamamen ele geçirecek. Bir örnek mi verelim? Örneğin İtalya.
Ürün adı: Kahve
Gümrük tarifesi

Çekilmemiş kahve ---------- % 0
İşlenmiş kahve ------------- % 7
Kafeinsiz kahve ------------- % 9

Ürün adı: Pamuk
Gümrük tarifesi
İşlenmemiş yapağı ---------- % 0
T-shirt ---------------------- % 10

Ürün adı: Ananas
Gümrük tarifesi
Taze ananas ----------------- % 2
Ananas suyu ---------------- % 15
İşlenmiş ananas ------------- % 30
İtalyanların bu rakamları her şeyi tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor: "Bana ucuz hammadde satabilirsin ama işlenmişini asla!" Yardıma muhtaç Afrika ülkelerinin her yıl Batı Avrupa gümrüklerinde kaybettikleri para, 20 milyar avroyu buluyor. Eğer bu gümrük vergileri mevcut olmasaydı, yeni rekabet koşulları doğrultusunda bu "aç ülkelerin" Avrupa'ya yapacakları ihracatın % 5 büyüyeceği hesaplanıyor. Bir başka deyişle, 350 milyar avroyu bulan bir ihracat olanağı!

350 milyar avro... Bob Geldof hazretleri başarırsa, önümüzdeki 10 yıl içinde Afrika'ya aktarılması hedeflenen yardımın tam 7 katı!


Dansetmek artık sizin de içinizden gelmiyor değil mi?