Cuma, Eylül 30, 2005

Ken Parker neden sevilir?


Yarın işe gitmeyeceğim. Saat dokuz gibi uyanıp, sevgili eşimi (Özlem) uyandırma işini Van kedimize bırakacağım. Kedi ile uyandırma işi şöyle oluyor. Eşinize o uykudayken "Canım benim, güzel aşkım" gibi sözler söyleyip, dudağına küçük bir öpücük konduruyorsunuz.

İşin bundan sonrası çok kolay. Aşırı derecede kıskanç olan "erkek kedi" yattığı köşeden fırlayıp sizi birebir taklit edip, Özlem'i dudaklarından koklamaya başlıyor... Özlem kediyi itiyor ama o sırada kedi bana karşı bir taktik mücadele verdiğinden "tam saha pres" uygulayarak yeniden Özlem'i koklamaya, suratını yalamaya başlıyor... "Nıyeeeaaahh" şeklinde sıkıntılı bir haykırışla uyanan Özlem bana "Ali ne yapacağız biz bununla?" diyerek üzüntülü gözlerle bana bakacak. O sırada henüz uykulu olduğundan, benim kediye fırlattığım hain gülümsemeyi yakalayamayacak.

Sıra kedinin karşı atağındadır artık... Özlem artık uyanmış ama yataktan kalkmak istememektedir. Lanet olası hayvan, kadın ruhundan benden daha çok anladığından, başı ile pikeyi kaldırarak içeri doğru bir hamle yapar. Artık yatağın içinde Özlem'in omuzuna başını yaslayarak ona sarılan ve ısıtan kedi; 20 desibellik hafif bir fısıltı ile ona en güzel Miles Davis şarkılarını mırıldamaktadır artık...

Ken Parker'ın "Kentucky"sinden bir tane de bana vereydin ne olurdu yarabbim?

Hayır işin kötüsü, "eşek herif"in rekabet işini iyice abartarak beni 24 saat markaja alması! Nasıl mı? Hemen anlatayım. Yorganın ayak ucundan girerek kimseye sezdirmeden içeri sızmada artık kitap yazacak kadar ustalaşan kedinin aramıza yerleştikten sonra yaptığı ilk iş, dört ayağını Özlem'e sırtını ise bana dayayarak "gerinmek"! Bu taktikle 81 kiloluk bendenizi Özlem'den 10 santim kadar uzaklaştırdıktan sonra, sevgili eşime sarılıyor!

Karım ve beyaz tüylü o şey arasındaki yasak ilişki, artık beraber Penguen dergisi okumaya kadar ilerlemiş durumda! Kedi Özlem'in kucağına oturuyor ve tüm karikatürlere bakıncaya kadar Özlem'in sayfayı çevirmesine izin vermiyor.
- Bitirdin mi oğlum sayfayı?
- Mıırrr...

Eşek herifin iyi de bir mizah zevki var. Özellikle Selçuk Erdem'in sayfasına ve oradaki hayvan resimlerine bayılıyor. Evde yaptıklarını nasıl anlatsam ki? Kapıları açmak, lambaları açıp kapatmak gibi "ekstraları" yetmezmiş gibi, benim favori içeceğim limonlu Freşa'ya da sulanmış durumda! Veteriner efendi "abartmamak şartıyla arada sırada içebilir" fetvasını verdiğinden beri, buzdolabındaki Freşalar daha hızlı tükenmeye başladı!

Evet, kesinlikle bir "Kentucky" edinmeliyim! Barutu ağızdan doldurulan, vurduğunu kısa yoldan ulu manituya kavuşturan bir Kentucky! Evet, evet! Bu iyi bir fikir!

Seni seviyorum Ken Parker!

Çarşamba, Eylül 28, 2005

Gaflet, dalalet ve hatta cehalet!


Eskiler "Bir şeyi kırk kere söylersen olurmuş" derler ya, birazdan anlatacağım hikâye tam o türden... Hatırlayacağınız üzere bir süre önce Türk edebiyatçılığının "medar-ı iftiharı" Akis Kitap'a buradan bir takım önerilerde bulunmuştuk.

Bunu söylemek hicap veriyor ama önerilerimiz ne yazık ki ciddiye alınmış durumda! Türk internet sektörünün medar-ı iftiharı, müşteri merkezinin telefonları her daim meşgul çalan, "cennetmekân" Ideefixe mağazamız, Paullo Ceolho ismiyle basılan "Made in Tahtakale" kitabı, Latin Amerika Edebiyatı kısmına koymuş! Hayır, işin daha da komiği, Latin Amerika Edebiyatı listesine bu kitabın "birinci sıradan" giriş yapmış olması!

İlahi Ideefixe! Ne şakacısın! Allah seni bildiği gibi yapsın, e mi?

Hayır, isim benzerliğinden ötürü böyle bir hatayı da yapmış değiller... "Editörün notu" diye bir de not düşülmüş kitabın tanıtımının altına: "Simyacının yazarı ile isim benzerliği vardır. İki kitabın yazarı aynı değildir. Bilginize..." diye! İsim benzerliği olabilir ama ürünümüz en bi has Latin edebiyatı ürünüdür! Uyanıklığa bakar mısınız?

Aklıma, 1990'lı yıllarda İtalyan Lisesi'nde okuduğum günlerde yaşadığım bir olay geldi. Sene 1990 ya da 91... O yılın aralık ayının son haftasında, Türkiye'ye ünlü İtalyan tenor Luciano Pavarotti gelmiş ve TRT'de "O sole mio" yu söylemişti. Ertesi hafta, yılbaşı gecesi özel televizyon kanallarından biri (muhtemelen Show TV) ekrana İbrahim Tatlıses'i çıkartmış ve İbrahim'e aynı "napoletan"ı çığırttırmıştı: "Ooooğğğ solaaa miyoooo!

O günlerde okulun kopillerinden biri espriyi patlattı: "Pavarotti'nin tekniği varsa, İbraamın Allahı var!"

Kısacası, "Paulo Coelho'nun tekniği varsa, Ideefixe'in de Allahı var!"

Artık ondan da emin değilim ya, neyse...

(...)

Kendilerine zehir zemberek bir mesaj yazdıktan sonra, eşekliklerinin farkına varıp, bu hatalarını dün düzelttiler. Ama internet minare değil ki çuvala sokasın, şu canına yandığımın dünyasında! Google'da "Ideefixe ve Ceolho" deyince, karşınıza yukardaki sayfa geliyor. Ideefixe'in dünya edebiyatına katkısını ölümsüzleştirmek için bu muhteşem ekran görüntüsünü sayfamıza alıyoruz...

Bu arada, Akis Kitap'ın yöneticileri kendilerini uyaran Can Yayınları'na cevap olarak "Aslında sizin bize para ödemeniz gerekir, biz burada Paulo Coelho'nun bedava reklamını yapıyoruz" demiş :)... Bence yerden göğe haklılar, kendilerinden en kısa zamanda yeni Gabriel Garcia Marquez, Jose Saramago, Eduardo Galeano, Pablo Neruda'lar bekliyoruz!



Not 1: Paulo Coelho'nun yayıncısından bir mail geldi. Onu da artık bir dahaki sefere paylaşırım sizinle...

Salı, Eylül 27, 2005

"Küresel bir takım sporu": Linux


Bilgi Yayınları’ndan geçtiğimiz günlerde çıkan “Just for Fun / Sadece Eğlenmek İçin” kitabı muhteşem bir söyleşi ile başlıyor. Arka planda otoyolda son sürat giden bir araba, çişi gelen üç kız çocuğu ve bir annenin bulunduğu bu diyalog “yaşamın ve teknolojinin anlamı” üzerine sürüyor.

Özetle anlatmak gerekirse, Linux işletim sisteminin yaratıcısı Linus Torvalds, bu eğlenceli yolculuk sırasında yaşamın ve teknolojinin doğasının “üç ana güdülenme” üzerine kurulduğunu anlatır: Birincisi yaşamda var olmak, ikincisi toplumsal düzen ve üçüncüsü de eğlence...

Torvalds’a göre yaşamda her şey bu düzende gelişir. Ve eğlencenin ötesinde başka bir şey de yoktur. Yani bir mantıkla yaşamın anlamı bu üçüncü evreye ulaşmaktır. Torvalds, bu kışkırtıcı teorisine örnek olarak seksi gösteriyor: "Seks, yaşamda var olmak şeklinde başlamış ama toplumsal bir şey dönüşmüştür. Bu nedenle evleniriz. Ve tarih içinde, kentleşme olgusuyla koşut bir şekilde bu olgu zamanla bir eğlenceye dönüşür..."

Tıpkı teknoloji gibi... Evet, aslına bakılırsa ilk teknolojiler (ateş, yazı ve balta) var olmaya ya da insanoğlunun varlığını daha iyi koşullarda sürdürmeye yönelikti. Teknolojinin toplumsal yönüyse bize telefonu ve televizyonu getirdi. Başlangıçta devletlerin bu iki teknolojiye büyük miktarda yatırım yapmalarının nedeni, bu buluşların toplumsal düzene dönük yanıydı... Günümüzde ise televizyonun ağırlıklı olarak eğlence için kullanıldığı açık. Mobil telefonların nasıl bir hızla eğlenceye doğru kaydığını saymamıza gerek yok.

Torvalds’a göre insanoğlunun yazgısı “şamatalı eğlentiler yaratığı” olmaktır ve teknoloji bunu izler. Torvalds asıl bombasını söyleşisinin sonunda patlatıyor: "Linux’un başarısının sırrı, eğlenceli olmasıdır. Yüz binlerce parlak beynin bir karşılık beklemeksizin fikir jimnastiği yapıp, gelişimine katkıda bulunduğu Linux, artık 'küresel bir takım sporu'dur."

Ve insanların takım sporlarını ve özellikle de bir takımın parçası olmayı neden sevdiğine çok iyi bir örnektir...

(...)

Ekim ayının kapağı, tahmin edeceğiniz üzere, TÜBİTAK Ulusal Elektronik ve Kriptoloji Araştırma Enstitüsü'nde bugünlerde son rötuşları atılan "ulusal işletim sistemimiz" Pardus... Uğruna beş kere kapak devirdiğimiz Pardus için geliştirici ekibi ile el ele vererek, çok özenli bir iş çıkardığımızı düşünüyorum...

Umut Pulat'ın Anadolu Kaplanı'nı nasıl sembolleştirdiğini çizgilerle anlattığı; Görkem Çetin'in bizimle birlikte sabahladığı; Erkan Tekman ve Barış Metin'in bıkmak usanmaksızın yaptıkları önerilerle zenginleşen bu dosyanın fotoğrafları ise bir başka Pardus geliştiricisine, A. Murat Eren'e ait...

Biz bu takım sporunu çok sevdik... :)

Pazar, Eylül 25, 2005

"Ben yaşamadım, kitaplar arasında büyüdüm"


Dergi bitti, edebiyat yazıları yeniden başladı... Bugünkü misafirimiz Jorge Luis Borges.

Hikâye bu ya, Borges bir gün havaalanındayken, onu pek seven bir okuru heyecanla Borges'e yaklaşır ve sorar:
-Siz ünlü Borges değil misiniz?
Borges şöyle yanıt verir:
-Evet, kimi zaman...

Borges'i nasıl anlatabilirim ki? Borges iyisi mi, bir ikinci yazının konusu olsun, ben size başlığa çektiğim cümlenin hikâyesini anlatayım...

Dünyanın en çok kitap okuyan insanlarından olan ve muazzam bir kütüphaneye sahip olan Borges, 1955 yılında Arjantin'in başkenti Buenos Aires'in en büyük kütüphanesinin başına getirilir. 900.000 kitap ve Borges başbaşadır artık.

Ama yazgı ona bir oyun oynar... 1955 yılının sonbaharında Borges, artık kör olmuştur. O, artık artık kapaklarını bile doğru dürüst göremediği yüz binlerce kitabın efendisidir! Oturur bir şiir yazar:

"Kimse yakınıp yerindiğimi sanmasın
Bu lütfundan yüce Tanrı'nın,
Bana ilahi bir şaka yaptı
Kitabı ve körlüğü aynı anda bağışladı..."

Başımız sağolsun...


Bu sabah bir elektronik posta aldım. Mektup, yaklaşık iki ay kadar önce trombosit bulunması "Acilen Clark Kent'ler aranıyor" çağrısını yaptığım Duran Bey'e dairdi... Yücel Erkan Bey'in affına sığınarak, mektubu aşağı alıntılıyorum:

Merhaba Ali Bey,

Ben Yücel Erkan. Daha önce siteniz aracılığıyla duyurduğunuz kan bağışına katılanlardan birisiyim.

Nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum ve bu kötü haberi vermekten de çekiniyorum. Ne yazık ki, Neriman Hanım'ın eşi Duran Bey geçen hafta pazar günü vefat etmiş.

Ben bu bilgiyi salı günü öğrendim. Benim için büyük bir üzüntü kaynağı oldu. Yaklaşık 1,5 aydır her hafta Cerrahpaşa'ya gidip trombosit veriyordum. Bu benim için neredeyse bir rutine dönüşmüştü.Geçen hafta Neriman Hn. dan telefon gelmeyince, artık aramaktan çekindiğini düşünüp ben aradım ve bu acı haberi aldım.

Hastalıklar ve hastaneler beni çok rahatsız eder. Birşey yapamama duygusuna, dirayetsizliğe kapılırım. Sizin sayenizde ulaştığım Duran Bey'e bir nebze olsun yardımım dokunması beni manen rahatlatıyordu. Son birkaç gündür kendimi bir tanışımı kaybetmiş gibi hissediyorum ve üzülüyorum. Keşke elimden yapabilecek daha fazla birşey gelseydi.

Size yazmamdaki gaye, bilmiyorsanız durumdan haberdar etmek. Ayrıca bu konuda hislerimi açabilecek bir olarak sizi görmem.

Saygılar.

Clark Kent varolma nedenini, ben ise çok geç tanıdığım 35 yaşındaki bir genç insanı kaybettim... Söyleyecek söz bulamıyorum.

... Başımız sağolsun.

Cuma, Eylül 23, 2005

Hayallerim, aşkım ve sen...


Pardus kapağı sabaha karşı nihayet bitti... Son rötuşlarını atıyorum. Saat 9:30 gibi bir göz atmaları için Görkem Çetin ve Erkan Tekman'a atıp, güzel bir banyo yaptıktan sonra işe gideceğim.

Bu konuyu da sayfaya çaktıktan sonra -ki saat 12:00 gibi olur- bir sayıyı bitirmenin en keyifli kısmı olan renkli çıkışlardan sayfaları son kez okuma aşamasına geçeceğiz :)... Pazartesi'den itibaren üç-dört günlük bir mola vereceğim.

Çimende yürümek istiyorum biraz... Ya da ne bileyim, gideyim Balat'a, üstü açık bir mekânda çayımı içip, kitaplarımı okuyayım diyorum.

Geçen gün dergisinden istifa eden bir arkadaş söyledi, bir süredir bunu düşünüyorum: "Modern bir insanın günde üç saatini kendisine ayırması gerekirmiş... Ben üçü geçtim, günün sadece tek bir saatini kendime istiyorum artık!"

Hayat sürprizlerle doludur. Dergiciliği bıraksam ne olur acaba?


Ekran görüntüsü: Gökçen Eraslan

Pazartesi, Eylül 19, 2005

Kim korkar hain Freehand'dan?


Bu ay üzerimdeki eziyet nihayet çarşamba günü bitecek. "Kayıp Kentin Sokak Haritası" sanırım hayatımda yaptığım en iyi ve en özenli işlerden biri oldu. Buna rağmen bir yanlış yapmaktan korkmuyor değilim. Pardus kapağını biraz daha geciktirmek pahasına da olsa, olası hataları önlemek adına, benim yarın arkeolog Fırat Düzgüner'e gitmeme karar verildi.

Bu arada Atlas dergisindeki arkadaşlar gelip gidip "yapılan işe" bakıyorlar. Sanırım bu sefer onları fena atlattık :).

Pardus kapağı ise biraz ağır da olsa ilerliyor. Cumartesi günü sağolsun, Görkem Çetin evime geldi ve onunla biraz fikir jimnastiği yaptık. Bu sayıya "dürüstçe" cevabını bulup koymayı istediğimiz bir soru vardı: "Windows ortamındaki hangi programların Linux da karşılığı var?"

Tamam, herkes GIMP'i, OpenOffice'i, Mozilla'yı, Kopete'yi falan biliyor ama Linux uç talepleri de karşılayacak mıydı? Örneğin Focus dergisi sayfalarını Quark Xpress'de yapıp, Freehand'de bazı tasarımlarını yapıyordu. Endüstriyel tasarımcı kardeşimin bilgisayarındaki "olmazsa olmaz" yazılımlarsa AutoCAD, Rhino, 3DS Max gibi "baba ürünler". Bir başka deyişle, Linux "gerçek hayatlarla" örtüşecek miydi?

Görkem gittikten sonra da bu araştırmaya devam edip, ilginç sonuçlara vardım. Bazı konularda özgür yazılım ürünleri çok geride kalırken, bazı alanlarda inanılmaz bir fark atıyordu! Hem de Bilkom fiyatıyla 1.149 ya da 1.599 dolarlık yazılım paketlerinin yaptığı işi "bedavaya" yaptığı halde!

Bu yazılımlardan biri, henüz 0.42.2 sürümünü yayınlayan Inkscape. Bu yazılımı rahatlıkla Macromedia Freehand'in karşısına koyabilirsiniz! Öyle ki, Freehand ile otomatikleştirilmesi 5-6 aşamalı bir süreçle sağlanan bir döngüyü sadece birkaç rakamla oynayarak yapabiliyorsunuz! Belki Freehand kadar oyuncaklı değil ama bir arayüzün nasıl olmasını söylemesi açısından muhteşem bir iş çıkardıkları gerçek. Yazılımın mantığını kapmanız için altı tane basit tutorial'ı izlemeniz yeterli, gerisi zaten "sezgisel" bir şekilde geliyor zaten...

İşin komiği, sadece 8 MB'lık bir kurulum dosyası olan bu yazılımın, çalıştığında sistem belleğinde 6 MB gibi bir alan kaplaması! Şaka gibi...


Geleceğin resim formatı olacağına inandığım SVG'nin tüm avantajlarını sonuna kadar kullanan bir grafik işleme yazılımı olan Inkscape'in 1.0 sürümünde nasıl bir görünüm alacağını açıkçası çok merak ediyorum.



Not: Mike Salsbury Inkscape ile Macromedia Freehand'i karşılaştıran çok ilginç bir test yapmış. Kaçırmayın!

Cuma, Eylül 16, 2005

Lisans meselelerine dair


Çok sevdiğim bloglardan birisi olan Z42, blogunda sanırım beni ve Creative Commons için vermeye çalıştığım çabayı kastederek sitesine şu satırları yazmış:
"özgürlük"ten bahseder, "hadi yazdıklarımızı ortamın nimetlerinden faydalanarak paylaşalım" der, "ama kurallarımızı koyalım; isim haklarımızı, çıkarlarımızı, şunu, bunu koruyalım" da içine katılıverir.

kusura bakmayın ama, "biz sizin kurallarınız olmadan da zaten birbirimize saygılıydık. sizin kurallarınız, dayatmalarınız, çıkara dayalı ortaya döktükleriniz, küçük hesaplarınız olmadan da ahlakımız ve ortamımız güzel."

kendinizi pazarlamak, isimlerinizi duyurmak, "bakın ben kimim, neler neler yapıyorum" diyebilmeniz için oluşmadı bu ortam...

Z42 bu satırları yazarken, beni aklından bile geçirmemişti belki ama yazısının adresi beni işaret eder gibi duruyor, çünkü sitemde yazılanları "ticari işler dışında" hemen herkesin paylaşımına açan, hatta insanlara "buyrun isterseniz bu yazıyı alıp, eklemeler yapıp geliştirebilir, hatta altına kendi imzanızı atabilirsiniz" diyen bir lisans ile içeriğimi korumaya çalışıyorum. Üstelik bunu sanırım en çok yüksek sesle söyleyen de benim...

Sanırım burada "paylaşma" eyleminin üzerinde biraz daha durmamız gerekiyor. Evet içeriğimi bu gezegen üzerinde yaşayan herkesle paylaşıyorum. Creative Commons logosunun üzerine tıkladığınızda karşınıza gelen ilk kelimeler olan "You are free: * to copy, distribute, display, and perform the work. * to make derivative works." tam da bunu söylüyor.

Ama bazı kurallarım da var... Birincisi, kişinin yaptığı tüm işlerde yazının ama ortasında ama dibinde, "Ya Ali Işıngör diye bir adam var, adresi de şudur, bu yazıyı yazarken ondan yararlandık" demesini istiyorum. Bir de bunu yaparken, share alike prensibi gereği, aynen benim yaptığım gibi onu da içeriğini başkalarının kullanımına açmaya zorluyorum. Belki kötü bir teşbih olacak ama kimsenin benim yazdığım bir metinden yararlanıp, sonra (tıpkı BSD lisanslarında olduğu gibi) bunu sahiplenmesini, başkalarına "bikbik"lenmesini de istemiyorum...

Bu yaptığım aslında, bu sitenin GPL mantığı içersinde, sonsuza kadar özgür kalmasını sağlamaktan başka bir şey değil. Bugün tüm Linux dağıtımları, kütüphanelerdeki el yazması birkaç yüzyıllık kitaplar bile bir lisans modeli ile (GFDL, OPL) korunuyorlar.

Ha, bir de yazdığım bir metnin yarın Coca-Cola reklamında ya da bir kitapta (Bazen Focus'un eski sayılarında yayınlanmış yazılarımı da koyuyorum buraya) kullanılmasını istemiyorum. Bilmiyorum, çok şey mi istiyorum?

Yazıdaki "kendinizi pazarlamak, isimlerinizi duyurmak" kısmının ise beni sadece yaraladığını söylemekle yetineceğim... Biliyorum, beni düşünmemişti muhtemelen Z42, ama yazıda tarif edilen korumacı ve lisanslama yanlısı düşünceye sahip kişilerden biriyim ben de. Üzerime alınmam için bu "yeter sebep" değil mi?

Z42'nin sahibi bir süre önce büyük bir incelik gösterip, yazımdan bir alıntıyı sitesinde kullanıp kullanamayacağını sormuştu. Kendisine gönderdiğim cevap tam olarak şuydu:

Kaynağını belirttiğiniz sürece -ki belirttiğinizi söylüyorsunuz- elbette bir sakınca yok... Burkina Fasa Fiso, "Creative Commons Attribution-NonCommercial-ShareAlike 2.5" sözleşmesi uyarınca, kaynağı belirtildiği takdirde, ayrıca izin almaya gerek duymaksızın tüm içeriğini dünyanın paylaşımına açan bir site... Afiyetle kullanın, siz de açın :)

Haber verdiğiniz için yine de sağolun...

Kısacası, haber vermenize bile gerek yok.


Not: Yukardaki resim ne olabilir ki? Hay Allah! Nereden girmiş araya? :) Yoksa yoksa bu "Pardus Kurulan CD"nin kurulum ekranı mı? Yımırtanın sarısına, çiçeğin üzerindeki arıya can veren rabbım, daha nelere can veriyor! Şaka bir yana Pardus kapağı "çiçek gibi" oluyor! İki gün önce evlenen A. Murat Eren'in isteğine uyarak, Eray Özkural'ın fotoğrafını dergide büyükçe kullandık...

Çarşamba, Eylül 14, 2005

"Adalet edebiyatın da temelidir"


Dün çalışırken bir ara yanımıza "hukukçuların piri" Fikret İlkiz Abimiz geldi. Bilenler bilmeyenlere anlatsın, kendisi Türkiye'de basın davalarına bakan en önemli hukukçu, gazetecilerin ise en zor zamanlarında "sağ omuzlarında beliren melek" olarak kabul edilir. Neyse, fırsattan istifade kendisine Creative Commons sözleşmesinin hukuki bağlayıcılığını sordum: Cevaben "bu sözleşmenin Türkçe olmamasının bir handikap olabileceğini, mümkünse bu sözleşmenin Türkçesini siteye koymamın faydalı olacağını" anlattı bana.

Konu konuyu açıyordu: "İyi de abi tam tersini düşünelim. Benim adım Paulo Coelho olsun ve kitabımı İngiltere'de basmış olayım. 'Her hakkı mahfuzdur' bilgisi kitabın içinde bir yerlerde, ama İngilizce olacak... Ne yani, ben şimdi kitabın içindeki 'telif hakkı bilgisi İngilizce' diye bu kitabın içeriğini istediğim gibi kullanabilir miyim?"

"Bana soracak olursan, Creative Commons sözleşmesi bu haliyle de geçerlidir. Ama kullanıcıya bunu anlayabileceği bir dilde de söylemek zorundasın. Bu arada belki bilmiyorsun ama Paulo Coelho'nun adını taklit eden bir yayınevi çıktı, dava açtık onlara!"

Hemen Burkina Fasa Fiso'daki yazıyı gösterdim ona. O anda hiç beklemediğim bir teklifte bulunarak, bu yazıyı dava dosyasına eklemek istediğini söyledi bana.

"Gurur duyarım abi!"

(...)

Kıssadan hisseye gelirsek... Paulo Coelho'nun davasına yavaş yavaş müdahil olmaya başlıyorum galiba! Bu mahkemeden çıkacak karar, Türkiye'de bundan sonra Türk ve yabancı yazarların sadece eserlerinin değil, "isimlerinin" de korunması açısından büyük önem taşıyacak.

Bakalım mahkemelerimiz Umberto Eco, Samuel Beckett, Paulo Coelho'dan mı yana tavır koyacak yoksa Umberitto Ecko, Samyel Berekket, Paullo Ceolho'ları gibilerini mi koruyacak? Sanırım aslında herkes bu sorunun cevabını zaten biliyor...

Bu arada çoğu blogger'ın kullanmaya başladığı Creative Commons sözleşmelerinin acilen Türkçe'ye çevrilmesi gerekiyor. Niyetim, ay başında maaşımı aldıktan sonra, kullanmakta olduğum "Attribution - NonCommercial - ShareAlike 2.5" sözleşmesini bir "yeminli tercümanlık bürosu"na tercüme ettirmek. Bu sözleşmenin tercümesi, benimle aynı sözleşmeyi kullanan pek çok kişinin kendisini rahat hissetmesini sağlayacaktır diye düşünüyorum.

Peki, ya diğer sözleşmeleri kullananlar?




Not 1: Blog Kardeşliği toplantısından erken çıkmak zorunda kaldım. Toplantıda birkaç arkadaşın haklı olarak Burkina Fasa Fiso'dan şikayetleri olmuş. Bir yazıyı siteye koyduktan sonra tekrar okuyarak üzerinde bazı değişiklikler yapmanın yanlış olduğunu da bu vesileyle öğrenmiş oldum. RSS'ler her değişiklikte metni yeni bir yazı olarak algılayıp, aboneleri mesaj yağmuruna tutuyormuş. Bundan sonra tüm düzeltmelerimi "elimden geldiğince" yazıyı yayımlamadan önce yapacağıma emin olabilirsiniz!

Not 2: Fikret İlkiz Abimizin de bir blog sitesi varmış bu arada :)... Ne güzel komşumuzsun sen Fikret abi!

Pazar, Eylül 11, 2005

Blog Kardeşliği toplantısı


İş yapmamanın yolu, kendinize yapacak başka işler yaratmaktır. Ben de öyle yapıp, evde yazmak zorunda olduğum koca bir ek dururken, "Blog Kardeşliği" toplantısına gittim. Niyetim, ikinci toplantıda tanışmaya fırsat bulamadığım, ama bir şekilde konuşmak istediğim kişilerle bu sefer bir araya gelmekti.

Ama olmadı... Derginin işinden kaçmak isterken bizim yazıişlerinin "neredeyse yarısıyla" orada karşılaşınca, ister istemez Focus'u konuşmaya başladık... Sanırım önce Gülüm'e son iki gündür dergide neler olduğunu sordum, arkasından Mert bana yeni sitenin CSS'lerinin aşağı kattaki bilgiişlem departmanı ile nasıl sorunlar yarattığını anlattı, Osman ise gelecek sayılardan birisi için "Con Ahmet'in Devridaim Motoru" gibi tarihteki çılgın arayışları işlemek istediğini söyledi derken.... Orada ip koptu!

Kendimi bir anda, Tophane sırtlarındaki Osmanlı rasathanesinin başrasıtı Takiyüddin'in yaptığı "sonsuza kadar dönen değirmen"den bahsederken buldum! Dergicilik böyle bir şeydir, konu konuyu açar ve saatlerce daldan dala atlayarak konuşursunuz. Genelde de konuşmalar şöyle biter: "Yaa aslında biz ne konuşuyorduk abi?"

Her neyse, blog olayından kopmuş ve dergiyi hatırlamanın getirdiği suçluluk duygusuyla, bitirmem gereken eki hatırladım. Toplantıyı erken terkedip, eve döndüm...

Peki, ne kaldı bende Blog Kardeşliği toplantısından geriye?

1- Blog Kardeşliği'nin kutucuklarında sosyal sorumluluk duyuruları dönecek. Bu, benim içim önemli bir konuydu. En azından her 25 gösterimden birinde, acil kan çağrıları, doğal afet yardım duyuruları, sivil toplum örgütlerinin çağrıları yayınlanacak. Blog işinin yavaş yavaş sosyal yönünün ve "vatandaş gazeteciliği" dediğimiz yanının gelişmesi için küçük bir adım bu.

2- Bir dahaki toplantıda yazıişlerindeki arkadaşlardan ayrı bir yere oturulacak ve insanlarla tanışılacak.

Karalama Defteri ve Karalamalar bir araya gelip Voltran'ı oluşturacak mı, Postitler'in sahibi bu konuları nereden bulur, Sunipeyk ne yer ne içer? Ejderha Zamanı necidir? Hakan Uygun Pardus projesinin neresindedir? Arayüz kullanılışlığı üzerine epey kafa patlattığı belli olan Altı Üstü Tasarım'ı bu konuda aynı şekilde kafa yoran ve AB destekli TOSSAD projesini yürüten Görkem Çetin ile karşılaştırsak, ne olur?

Tüm bu sorular yine cevapsız kaldı. Gelecek toplantıda beni bizimkilerden uzak tutun...



Not 1: Yazıda Mert Maviş adının bu kadar sık geçmesine takılmayın. Blog Kardeşliği yönetiminden bir tek onu tanıyorum, bu nedenle benim için "patron" o!

Not 2: Evdeyim ve demin Mert yediğim patatesin ve Miller'ın parasını ödemeyi unuttuğumu söyledi. Suratımı nasıl allar bastığını size anlatamam. Bir an küçülüp küçülüp yok olmayı diledim... Beni affedin! Gelecek toplantıda söz, kocaman bir pasta ile geleceğim!

Cuma, Eylül 09, 2005

Piedra Irmağı Kıyısında Oturup Ağlama Tesisleri
"gururla sunar!"


Karşımda bir kitap var. Adı "Öküz arabasını satan derviş". Allah allah? Ben bu ismi bir yerden hatırlıyorum ama? Neyse... Kitabın kapağı, bir zamanların kötü Kemalettin Tuğcu romanlarını anımsatsa da, üzerindeki isme bakınca konunun üzerinde daha fazla durmadım: "Brezilyalı ünlü yazar Paulo Coelho'nun romanı işte, salak herif! Saçmalamasana!"

Ama beyin saçmalamaya devam ediyor: "Vah! Erdal Öz parasızlıktan böyle kapaklar mı yapmaya başlamış? Zevksizlikten olamaz canım, adamcağız bugüne dek Can Yayınları'nı namusuyla götürdü, herhalde çok parasız kaldı, ondandır..."

Dün Özgür Atanur'u Fotoğrafevi'nin önünde bıraktıktan sonra uğradığım kitapçıda beynim saçmalamayı daha fazla sürdüremedi. Konuyu unuttum gitti... Ta ki, benimle aynı kitaba takılan Ejderha Zamanı'ndaki yazıyı görene kadar!

Şimdi sıkı durun! Kitabı yazan uyanık vatandaşımız, romanının adını Robin S. Sharma'nın "Ferrarisini satan bilge" kitabından araklamış. Kapağın üstüne bir de yazar adı olarak Paullo Ceolho (Paulo Coelho değil!) yazınca olmuş mu sana aslanlar gibi "Tahtakale işi, trikotaj Lakoste" edebiyatı! Vallahi şaka değil!

Ejderha Zamanı bu kitabı yayınlayan Akis Kitap'a birkaç yeni kitap önerisinde bulunmuş. Öneriler şöyle: Samyel Berekket - Godot'u otlatırken, Umberitto Ecko- Gülün Suyu, Danyal Brawn - İbni Sina'nın şifresi.

Akis Kitap bunlara benzer pek çok şahesere imza atmış. Söylemesi zor ama benim favorilerim, "Türklerin uzaylılarla randevusu", "Ateistler için din kültürü ve ahlak bilgisi" ve "Soğuk bir gazoz ister misin yavrum?" adlı külliyatlar. Sonuncusunun yazarının Nuri Alço olduğunu, sanırım ayrıca belirtmem gerekiyor.

Madem edebiyatımız için birşeyler yapıyoruz, ben de naçizane birkaç öneride bulunarak, Akis Kitap'ın ufkunu biraz daha açmak istiyorum:
  • Ali Fuat Hiçkorkmaz Sineması - Atiye Dorsay (kapağına Alfred Hitchcock resmi konacak)
  • Ne Adamlar Sevdim, Aslında Yoktular... - (Şiir kitabı. Bunu da Atiye yazsın, uyar. Acaba ismini Attiye İlham mı yapsak lan Hüsamettin? -Yok abi ööle çok belli oluyo!)
  • Nutuk - Mustafa Kemal Attiyetürk (Lan dertsiz başımıza bela mı alacan Hüsamettin? - Abi o zaman kitabın adını Mutuk yapalım, şarapçılığa dair bir şey olsun)
  • Asansörün Mucidi Türk: Hasan Sör - (Bilim serisi. Aaağbi, nassı fikir ama? - Efferüm len eşek sıpası! Senden iyi edepiyatçı çıkar la!)
Şaka bir yana, işi gücü bırakıp, Paulo Coelho'ya ve yayıncısı HarperCollins'e Türkiye'deki durumu kısaca anlatan bir mail attım. Gelen cevabı sizlerle paylaşacağım, sanırım epey güleceğiz :).


Bu arada Paulo Coelho'nun tüm dünyada satış rekorları kıran kitabı "Zahir"i sabırsızlıkla bekliyoruz. Simyacı'dan bu yana en iyi kitabı olduğu söylenen Zahir, İran'da çıkar çıkmaz yasaklanmış.



Özel istek üzerine not: "Piedra Irmağının Kıyısında Oturup Ağladım" Paulo Coelho'nun bir kitabının adıdır.

Özel istek üzerine not 2: Mutuk, Şarköy-Mürefte civarlarında üretilen ucuz bir şarabın adıdır. Kimisi "köpek öldüren" deyiminin bu şaraptan doğduğunu iddia eder ki, haksız olduklarını söylemek epey güçtür. Mutuk şarabını rahatlıkla "boya sökücü" olarak da kullanabilirsiniz.

"Geçerken hayal edilen yer"


Tüm sevenlere duyurulur. Ekim ayında vereceğimiz "Kayıp kentin sokak haritası" eki için kampa girmiş durumdayım. Evimde, önümde dev bir Bizans şehir haritası, dört bir yanıma saçılmış kaynak kitaplarla boğuşarak aralıksız bir şekilde yazı yazıyorum. Bugün dergiden bana yardıma sağolsunlar, aramıza yeni katılan Emrah Sayar'ı gönderdiler.

Şöyle şeyler yazıyorum:
4- Zeuskippos Hamamları: Hipodrom ile birlikte M.S. 196 yılında imparator Septimus Severus’un vakfı olarak inşa edildi. Pagan dönemin önemli yapıları arasında yer alan Zeus Hippios tapınaklarının yerine yapılmasından ötürü Zeuskippos adını alan bu hamamın ısıtma tesisatlarının bulunduğu kısım, tutukluların yerleştirildiği yer olarak da kullanılmıştı. 15. yüzyıla geldiğimizde kendisinden bir iz kalmayan bu hamamın bulunduğu yerde, ilginçtir, 1556 yılında Mimar Sinan tarafından Haseki Hürrem Sultan Hamamı inşa edildi! Şimdi bu kadar anlattıktan sonra sakın heveslenip elinizde bohça ile Haseki Hürrem Sultan Hamamı’na gitmeyin. Şimdilerde orası, Kültür Bakanlığımızın turistlere “halı ve kilim satış mağazası” olarak hizmet veriyor!

5- Topoi: Kadıköy’ün antik dönemdeki adının, hemen karşılarındaki yeryüzü cennetini görmemelerinden ötürü “Khalkedon” yani “Körler Ülkesi” olduğunu biliyoruz. Peki, Khalkedonlular karşı yakaya baktıkları zaman nereyi görüyorlardı? Tabi ki “geçerken hayal edilen yer” anlamına gelen “Topoi” sahillerini... Kökenini “Topeia” kelimesinden alan Ahırkapı bölgesi için Byzantionlular “Dünya’nın üçe bölündüğü yer” tabirini kullanıyorlardı.

8- Anaplous: Antik dönemde Prookhthoi (Çıkıntı) adıyla anılan bu bölge, zamanla halkın dilinde Brokhoi’ye dönüştü. Boğazın en sert akıntısını barındırması nedeniyle, M.S. 5. yüzyıldan itibaren artık Anaplous (Akıntı) adıyla anılan bu mahalle, sahilinden denize girilememesi ile ünlüydü. Osmanlı döneminde bu akıntılı bölgede nöbet bekleyecek bir cankurtaran ekibinin kurulmasına gerek görülmüştü. Anaplous’un üzerinde bugün Cankurtaran Mahallesi yükseliyor. Bir akıntı, şekil değiştirerek de olsa, bu mahallenin adını 2.000 yıldır belirliyor... Eski Yunanca’daki “akıntı ve ters akıntı” (anaplus ve kataplus) kavramları, 1960’lara kadar İstanbullu balıkçılarının yabancısı olmadığı kelimelerdi.

14- Sterkoraria Pyle: Eski Yunanca’da ahır (Sterkoraria) ve kapı (Pyle) kelimelerinin bileşiminden alan bu semtin adı, şehir Türklerin eline geçtikten sonra bile değişmedi. “Ahırkapı” semti, imparator I. Basileos (M.S. 867-886) tarafından yaptırılan kraliyet ahırlarının hemen yanında kurulmuştu. Schedel Hartmann’ın resimlediği 1493 tarihli Nürnberg Yazmaları’nda da görülen bu yapılar, Osmanlı döneminde padişah atlarının bulunduğu “Has Ahırı”na ev sahipliği yaptı.

Kısacası, bu aralar bana dokunmayın. Şaka bir yana, "geçerken hayal edilen yer"in yani İstanbul'un keyfini olabildiğince çıkarmaya bakın :)...



Not 1: Yukardaki çizim, Buondelmonti'nin 1422 yılında yaptığı Konstantinopolis haritasıdır. Bu ve buna benzer pek çok harita -ki bazıları ilk defa Türkiye'de yayınlanacak- ekim ayında Focus'un ekinde yer alacak.

Salı, Eylül 06, 2005

Bir zorunlu açıklama


Blog sahibi olmak zor iş. Herkes üzerinize birşeyler konduruyor. Salgado yazısını okuyan benim her türlü fotoğraf makinesini gözü kapalı kullanabileceğimi sanırken, kelli felli akademisyenler öğrencilerine ders vermem için beni fakültelerine çağırıyorlar. Geçenlerde birisi profilime koyduğum resme "hiç benzemediğimi" söyledi. Ne cevap verebilirdim ki? Sadece gülümsemekle yetindim...

Ne yalan söyleyeyim, hayatımın hiçbir döneminde, ne şimdi ne de ilk gençliğimde Ken Parker'a benzemiş birisi değilim. Hayatın kötü bir şakası bu.

Şimdi bazılarınızın "Ken Parker da kimin nesi?" dediğini duyar gibiyim. Kendisi bir çizgi roman kahramanı. Yaratıcısı Giancarlo Berardi'nin anlatımıyla, "Çağdaş sorunları olan çağdaş bir insan. Hiçbir güvencesi yok, geleceği meçhul; kendi belirlediği idealleri tutkuyla, ümitle, cesaretle ve acı çekmek pahasına korumaya çalışarak günübirlik yaşayan" biri Ken Parker... Yani bizden biri.

Ken Parker'ı bazen bir Eskimo köyünde yerlilerle balık tutarken, bazen kimsesiz bir kıza babalık yaparken, bazen de peşinde koşan onca güzel kadın dururken bir fahişeye aşık olmuş görürüz.

Karşımızdaki, antika tüfeğine tutkuyla bağlı olan; soykırıma uğrayan yerlilerin yanında yer alan; bir macerasında bir barda karşısına çıkan Zagor, Tex Willer, Tommiks gibi diğer kahramanlarla inceden inceye dalgasını geçen bir abimizdir.

Yüzünü Robert Redford'dan ödünç alan Ken Parker, yanlış zamanda yanlış yerde dünyaya gelmiş gibidir. Attığını vuran kovboyların dünyasında, atının terkisinde Edgar Allen Poe'nun şiirlerini taşıyan ve son derece kırılgan bir tiptir.

Fellini'nin şöyle bir sözü var: "Engelleri ve paradoksları gülerek karşılarsak, bunlar bizi öldürmez. Ancak sıkıntı bizi öldürebilir. Sıkıntı ise ne mutlu ki çizgi romanların uzak tuttuğu bir şeydir."

Adına yedinci sanat da denen sinemayı, en kaba tabiriyle, "Saniyede 24 karenin izleyiciye sunulduğu gösterim sanatı" olarak tanımlayabiliriz. Çizgi romanın farkıysa, geriye kalan "23 karenin" yerleştirilmesini okurun hayalgücüne bırakmasıdır.

Çizgi romanın üstünlüğü, tam da burada karşımıza çıkar. İyi yazılmış bir çizgi roman, 100 kere okumuş da olsanız, sizi asla hayal kırıklığına uğratmaz. İçindeki kahramanlar, "eksik kareleri" bulmanıza, bir şekilde yardımcı olacaktır zaten...

Cumartesi, Eylül 03, 2005

Cennette kesinlikle kablo yok!


Nihayet yeni dizüstü bilgisayarıma kavuştum. Asıl güzel olan, evimin yakınındaki beş yıldızlı otel ve restoran bolluğundan ötürü 24 saat kablosuz genişband internet erişimine sahip olduğumu keşfetmem.

Conrad Otel, Çırağan Kempinsky ve La Maison. Acaba hangisini seçsem? Seçim yapmak hiç bu kadar zor olmamıştı :)...

Cuma, Eylül 02, 2005

Deniz oğlum, lütfen evine dön!


Dün sabah kahvaltısı sırasında "Bakalım bugün ne demiş pabucumun solcuları" diye içinden söylenerek İtalya'nın en çok satan La Repubblica gazetesini açan başbakan Silvio Berlusconi'nin herhalde bütün günü zehir olmuştur...

La Repubblica gazetesine tam sayfa ilan veren bir "blog sitesi", başbakanın sağ kolu olan ve geçen ay ülkede bir bankacılık skandalının patlamasına neden olan Antonio Fazio'ya "Defol!" diye bağırıyordu!

İlan şu sözlerle bitiyordu: "... Fazio hâlâ yerinde oturuyor ve defolup gitmeyi düşünmüyor. Biz, yani www.beppegrillo.it blog sitesi ve binlerce sade vatandaş, kendi kendine finanse edilen bu doğrudan demokrasi girişimi ile Bay Fazio'dan bundan sonra evinde oturmasını istiyoruz..."

İki ay önce blog demokrasisinin bir örneği olarak yine bu sayfalarda ağırladığımız ünlü İtalyan komedyen Beppe Grillo, sitesinde bir çağrı yapmış ve okurlarından bir günlük gazetede yayınlanacak ilan için beşer avro bağış yapmalarını istemişti.

Binlerce İtalyan bu çağrıya katıldı ve ilan La Repubblica'da yayınlandı. İki gündür İtalya bu ilanı konuşuyor. Beppe Grillo bir blog sitesinin neler yapabileceğini gösteriyor bizlere...

Peki, siz hangi politikacılar için "Defol!" diye bağırmak isterdiniz? Benim listemin başında, Deniz Baykal ve "bugünkü yapısıyla" tüm CHP var...



Not 1: İlan yayınlanmasına rağmen hâlâ Beppe Grillo'nun hesaplarına bağış yağıyormuş... Beppe, birinci ilandan artan ve yeni gelen paralarla yayınlayacağı ikinci "tam sayfalık ilan"ın neye dair olacağını açıkladı bugün. İkinci ilanda, haklarında çeşitli suçlamalar dolayısıyla açılan davalarda hüküm giyen ama milletvekili dokunulmazlığı dolayısıyla hapse girmekten yırtan "milletvekillerinin tam listesi"ni yayınlayacakmış! İtalya şimdiden bu ilanı tartışmaya başladı.

Bu arada, bu listenin TBMM versiyonu, tek bir gazete sayfasına sığar mı acaba? Sadece Van ve Hakkari milletvekillerinin "eroin kaçakçılığı"ndan dolayı Interpol'de tutulan kayıtları, birkaç sayfayı doldurur diye tahmin ediyorum... Meraklısı, Postitler'deki tek bir isme dair kaleme alınan uzuuuuun bir yazıya göz atabilir.

Perşembe, Eylül 01, 2005

"Kill Bill" Volume 3


Sanırım artık Ekim 2005 kapağını sizlerle paylaşmamızda bir sakınca yok... Focus'un ekim ayı kapağı, yaklaşık bir buçuk yıldır TÜBİTAK Ulusal Elektronik ve Kriptoloji Araştırma Enstitüsü'nün kapalı kapıları ardında geliştirilen "Pardus" olacak. Açık kaynak kodlu bu yeni işletim sistemi, Türkiye'nin bugüne dek en çok sayıda yazılımcıyı bir araya getiren projelerinden birisi olma niteliğini taşıyor. Basit bir yerelleştirmeye dayanan bir dağıtım olmanın ötesinde, ikonlarından yapılandırma yöneticisi ÇOMAR'a, paket yönetim sisteminden yapılandırma aracı TASMA'ya dek pek çok bileşeni baştan yazılan, yeni bir "işletim sistemi" Pardus...

Kısa bir süre sonra "Kurulan CD"nin ilk betasını çıkarmaya hazırlanan Pardus hakkında aslında size şimdiden anlatmak istediğim pek çok gelişme var, ama sanırım bunun için biraz daha beklememiz gerekecek... Focus okurlarının Pardus'a dair tüm merak ettiklerini, en son ekran görüntüleri ve haberleri ekim sayısı ile sayfalarımıza taşıyacağız...

Bu arada itiraf etmeliyim ki, Focus ile Pardus arasında bir süredir "adı konmamış bir aşk" yaşanıyordu... Geçtiğimiz günlerde bu aşkın adını da koyduk! Focus'un izne ayrılan yazarlarından Duygu Özpolat blogunda ilan ettiğine göre yazmamızda artık bir sakınca yok, kendileri Amerika'dan döndüğünde, Pardus geliştiricilerinden A. Murat Eren ile dünyaevine girecek.

Tabii dönebilirse! Katrina Kasırgası'nın vurduğu New Orleans kentinde biyoloji doktorası yapmakta olan Duygu, blogunda son olarak kenti basan timsahlardan, şehrin sokaklarında yüzen tabutlardan, düşeceği yerde giderek yükselen su seviyesinden falan bahsediyordu :)))... Focus Blog üyeleri arasına da katılan Duygu'dan ilk fırsatta hayırlı haberler bekliyoruz.

Bu akşamlık benden bu kadar. Ekim ayına kadar eğer yapacak daha iyi bir işiniz yoksa, Pardus'un son pasta-cilasının atıldığı Kalite Takımı'na destek verebilirsiniz... "Kill Bill" en sevdiğimiz filmdir, üçüncü bölümünün jeneriğine adının yazdırmak isteyenlere önemle duyurulur!