Salı, Mayıs 31, 2005

Nelerle karşılaşıyorsunuz?


Focus dergisinde bir süredir bir açık yazılım sayfası açmış durumdayız, dergi içindeki 5-6 sayfalık dosyalar içinde inceleyemediğimiz çeşitli konuları burada ağırlıyoruz. Bu tür bir sayfanın varlığı, bir tavır olarak da bize anlamlı geliyor...

Her neyse, Görkem Çetin Focus'un bu sayfalarının arkasındaki beyindir. Bize o konuyu yazmayacak bile olsa bizi kışkırtır; onunla telefonda yaptığımız 10-15 dakikalık bir sohbetten o ayki yazılım sayfaları çıkar. Örneğin bu ayki "açık yazılım" sayfasında çıkan "Creative Commons" lisans modeli yazısı, böyle bir telefon konuşması sonrasında çıktı...

Sadece kışkırtmakla kalmaz, kendi içine düştüğü bataklığa beni de çekmeye çalışır: "Ya Ali boşver Focus'u... Nasıl olsa Özlem ofisini açtı, eve çorba parasını da getiriyor... Creative Commons'u Türkiye'ye getirsene! Tamam, para falan kazanamazsın ama acayip keyifli bir iş yaaa..."

Böyle de adinin bayağısıdır Görkem... Şaka bir yana, bugünkü telefon konuşmamızın bir yerinde, konu Linux'a dair bilinen yaygın yanlışlara yani "galat-ı meşhur"lara geldi konu...


Ali: Abi ya bana bugün xxx'in bilgi işlem departmanından şunu dediler: "Linux üzerine işlerimizi taşımıyoruz çünkü burada yapacağımız her şeyi bütün dünya ile paylaşmak zorundayız." Adamlara açık yazılımın "saçık yazılım" olmadığını ve Linux üzerinde ayrıca kapalı yazılımlar da geliştirilebileceğini anlatıncaya kadar anam ağladı...
Görkem: Evet, bu konu her iki sempozyumda bir benim de önüme geliyor. Bir de bak şeyi soruyorlar: "Neden bu kadar az açık yazılım var?" Dünyadaki yazılımların yüzde 85'i açık kaynak kodlu halbuki!

Ali: En komiği şu, "300 kadar Linux var ve herbirinin dosya tipi farklı olduğu için birbirleriyle konuşamıyorlar!"


Sohbet bu minvalde ilerlerken, Linux hakkındaki en komik "galat-ı meşhur"ların bir listesini çıkarmaya karar verdik. Yetiştirebilirsek, eğlenceli bir liste halinde Focus üzerinden yayınlayacağız... Hakkaten, sizin başınıza neler geldi?

Desteklerinizi bekliyoruz...

Pazartesi, Mayıs 30, 2005

"İçkiler deniz olsun,
aşkımız yelken" *


Yanılmıyorsam Bob Geldof'un şarkısıydı "I don't like Mondays"... 70'lerde elindeki makineli tüfeğiyle sınıfa girdikten sonra önüne geleni tarayan bir çocuktan mülhem bir şarkı... Henüz 17 yaşındaki bu çocuk yakalandığında, polise verdiği ilk ifadesinde "I don't like mondays" yani "Pazartesileri hiç sevmem" demiş... Hemen arkasından anarşizm dozu yüksek bir kampanya başlatılmıştı: "Pazartesileri yasaklayalım!"

Bence de pazartesiler yasaklanmalı... İngilizlerin "mavi pazartesi" dedikleri sendromu bugün fazlasıyla yaşayan bendeniz, yazı yazmak falan istemiyorum... Ama bugün yazmam ve yarın teslim etmem gereken bir yazı var, Volvo Ocean Race adlı, dünyanın en uzun ve zor spor organizasyonunda yarışacak olan teknelerin teknolojisi...

Volvo Ocean Race, her dört yılda bir, İspanya'daki Vigo kentinden başlayan ve dünyanın etrafında tam bir tur atarak Göteborg'da bitecek olan yelken yarışının adı. Sadece dokuz etaptan oluşan ve yaklaşık sekiz ay süren bu yarış, şüphesiz dünyanın en zorlu, en uzun ve en pahalı spor organizasyonu. En yeni teknolojilerin, en yeni kompozit malzemelerin, en gelişkin süper bilgisayarların kullanıldığı bir "er meydanı"dır Volvo Ocean Race. Örneğin Küresel Konumlandırma Sistemi (GPS), karbonfiber ve fiberçelik gibi çok sayıda malzeme ve teknoloji, uzay mekiklerinde ve günlük yaşamda kullanılmalarından çok daha önce bu okyanus yarışında denendiler. Giderek sıkılaşan güvenlik standartlarından ötürü "en az" 4.400 kilo ağırlıkta olmalarına izin verilen 70 feetlik (yaklaşık 23 metre) tekneler, hem okyanus fırtınalarına dayanıklı olmak hem de çok hızlı olmak gibi birbirine zıt iki temele prensibi bir araya getirmek zorundadır.

Bu yılki yarış, öncekilerden çok daha ilgi çekici olacak. Çünkü güvenlik kısıtlamalarının kaldırıldığı, sadece etap start noktalarında yarışmalarına izin verilen yeni bir sınıf geliyor çünkü: "Volvoextreme 40". Bir katamaran (çift gövdeli) olan Volvoextreme 40 sınıfının sadece 1.200 kilo ağırlığında olduğunu söyleyeyim. Yani bir Formula 1 arabasının iki katı ağırlığında ama hacimsel olarak F1 aracının 1.200 katı falan olan araçlar bunlar!

Yukardaki resimde, bu yılki yarışın en iddialı ekiplerinden biri olan Sonyericsson Team'in teknesini görüyorsunuz. Hidrodinamik, rüzgâr tüneli ve yelken performansı modellemeleri için 768 işlemcili, Solaris işletim sistemli bir ortam kullanılmış.

Güzel bir yazı olacak galiba...

(*) Not: Muazzez Ersoy'un bir şarkısından.

Hanım koş, Microsoftçulara bi haller olmuş!



Ben bu siteyi bir yerden hatırlayacağım ama...


Yeniden Düzenleme (31 Mayıs): RSS'in bir ilginçliği. Ekran görüntüsünü değiştirince haber Gezegen Linux'taki sırasını da şaşırdı. Kusura bakmayın, bir daha olmaz...

Yeniden Düzenleme (14 Haziran): Blogger iyice boklamaya başladı. Geçen hafta bir anda sunucuları RSS 2.0'dan 0.91 sürümüne düştü. Sonra düzeldi. Sanırım blogger 2.0 beta'nın testlerinden kaynaklanıyor bu durum. Şimdi de bir yazıyı siteden çıkarınca (nedenini sonra açıklayacağım) bir ay önceki bu yazıyı, Gezegen Linux'ta yukarı çekti. Bu ikinci kez oluyor, sitede düzgün dururken, Gezegen'in içine ediyoruz. Üç vakte kadar oradan beni şutlayacaklar gibi bi his var içimde ama neyse :)... Şimdi o yazıyı çarnaçar yeniden siteye soktum. Bakalım bir sonraki update 'de (15:31) durum düzelecek mi?

Yeniden düzenleme (14 Haziran): Saat 15:37 itibariyle durum düzeldi.

Cumartesi, Mayıs 28, 2005

Gökten bir uçak düştü...


Geçtiğimiz çarşamba günü İstanbul Üniversitesi Mühendislik Fakültesi'nin davetlisi olarak "Teknoloji geliştirme yöntemleri ve bilim dergiciliği" konulu bir panele konuşmacı olarak gittik... Aslında davetli olmamızın en önemli sebebi, Cevat Sunol'un birkaç ay önce dergide yayınlanan "Garajınızdaki uçak sanayii" başlıklı yazısıydı. Focus'un artık demirbaşlarından olan Cevat, Türkiye'de kompozit malzemeden uçak üreten ilk ve -eğer yanılmıyorsam- tek uçak mühendisi... Onun Kayseri'de yaptığı ve tüm "tip belgeleri" (uluslararası havacılık otoritesi tarafından verilen yeterlilik belgesi) tamamlanmış halde bugün göklerde süzülmekte olan uçağının hikayesi, tam "Aziz Nesin"lik bir öyküdür...

Cevat, mühendislik fakültesindeki çocuklara mühendis olmanın ne demek olduğunu, Osmanlıca'da mühendis anlamına gelen "hiyelkâr" kelimesi ile aynı kökten gelen "hayalkâr"dan bahsederek anlatmaya başladı: "Mühendis sadece soru çözen adam değildir, yeni sorular sormayı hayal edecek kadar da deli olmalıdır."

Cevat tam bir delidir. Üniversitede okurken, yapmayı kafasına koyduğu bir kit uçak fikrini hocalarına açtığında aldığı cevap, "Uçmayın çocuklar!" olmuş! O günden itibaren de aklı fikri "uçmak" olan bu uçak mühendisi arkadaşımızın önüne çıkarılmadık engel, başına gelmedik olay kalmamış... Cevat, Türkiye'de uçak ürettiklerini söyleyen "montaj atölyelerini", bize hep Sovyetler döneminden şu fıkra ile anlatır:

Turistin biri Moskova'da büyük bir mağazaya girer. Girişte karşısına üzerlerinde iskarpinler, botlar, çizmeler vs. yazan kapılarla karşılaşır. Botlar kapısından girer; bu kez deriler süetler vs. yazan kapılarla karşılaşır. Bunları konçlular, konçsuzlar kapıları izler. Böyle bir dizi kapıdan geçtikten sonra kendisini bir anda sokakta bulur. Hışımla geri dönüp yetkiliye çıkışır:
- "Kardeşim burada ayakkabı filan yok ki!" Görevli sükûnet içinde cevap verir:
- "Tamam ayakkabı yok, ama sistem nasıl?"

Cevat, o görkemli, koca koca tesislere büyük umutlarla yaptığı tüm gezilerden sonra kafasından hep şu cümle geçmiş: "İyi de burada tasarım masarım yok ki!"

Tasarım yoktur ama tesisler gerçekten güzeldir... Onun sorduğu sorulara verilen cevaplar, özetle; mühendislik yatırımlarında maliyetlerin yüksekliği, geri dönüşlerin yavaşlığı, önce yabancı ortaklarla girişilecek işbirliğiyle imalat ve montajla işe başlamanın doğruluğu, tasarım ve Ar-Ge çalışmalarına bundan sonra geçilmesinin daha doğru olacağı yönündedir...

Her neyse, kısacası İ.Ü. Mühendislik Fakültesi Maden Mühendisliği bölümünde bizim açımızdan çok eğlenceli bir gün geçirdik. Günün sonunda yukardaki fotoğraf çekildi öğrencilerle. Biz ikinci sıradayız. Ak sakallı abimiz Feyzi Öktem'den itibaren sola doğru gitmek gerekirse, ben, Cevat Sunol ve bu güzel organizasyonun gerçekleşmesini sağlayan Şule Kapkın Hoca...

Cuma, Mayıs 27, 2005

İstanbul Efsaneleri



Bugün Umida ile sabah erkenden buluşup, Çelik Gülersoy'un İstanbul üzerine yazılmış 20.000 kadar kitabı dünyanın dört bir yanından toparladığı "İstanbul Kütüphanesi"ne gittik. Bir gün üzerinde çalışmanın hayalini kurduğum "İstanbul Efsaneleri" konusu üzerine bir süredir nasıl kafa patlattığımı, iki ay önce yine bu blogda anlatmıştım... Konuyu Özgür'e bir kişisel sohbet sırasında açmamla (-ki kendisi Allahtan ne blogumu okur, ne de internetten anlar:) bu düşüncenin üzerine atlaması bir oldu! Eh, genel yayın yönetmenin kılıcı karşısında boynumuz kıldan ince olunca, bu güzel düşüncenin bir de tarihi belirlendi: "İstanbul Efsaneleri eki, Temmuz 2005 sayısına yetişecek!"

Konuyu tek başıma "hakkıyla" yapamayacağımı anlayınca, hemen derginin yazıişleri ekibi içinde bir "kumpas çevrildi"... Bu arada söylemek lazım, "yazı işleri"nin omurgası, daha önce bir arada çalışmış ve iyi anlaşan bir ekibin etrafında kurgulandığı için (Ben, Umida Salih ve Feyzi Öktem), ışık hızıyla kumpaslar çevrilmeye, hemen kulisler işlemeye, üçkağıtlar açılmaya başlanır :)))....

Her neyse, sözde ben yazı işleri toplantısında Özgür'e üzerine atlayacağı bir konuyu önererek bu ay üzerime bir konu alacak, böylelikle de "İstanbul Efsaneleri" ekini çok heveslisi olan Umida'ya ötelerken, ben de arta kalan bol vakitte bu eke destekte bulunacaktım... Yazı işleri toplantısından kucağımda bir değil "iki çocuk" ile çıkınca, tüm bu yapılan hesaplar bir yerimize kaçtı... Özgür bilmiyor ama bu ay üç konu ile uğraşıyorum :)))

Neyse ki, Umida hafta içinde İstanbul sahhaflarını dolaşıp inanılmayacak eski kitaplar bulmuş. İçlerinde "İstanbul işi büyü"lerden, Evliya Çelebi'nin dudak uçuklatan abartmalarına bile rahmet okutacak güzellikte öykülere dek o kadar çok şey varki! Bu arada İstanbul Kütüphanesi'nin kütüphanecileri sağolsunlar, Bizans efsanelerine erişmemizi sağladılar!

Dünyanın en huzurlu ortamında, yer yer bizi yerimizden zıplatan eski bir sürü kitabın arasında çok güzel bir gün geçirdik. Asıl sürprizi, eve geldiğimde yaşadım. Venedik kentinde yaşayan ve ömrünü Uluç Ali, Turgut Reis gibi Türk korsanlarının İtalya ve İspanya sahillerindeki maceralarını bulmaya harcamış bir İtalyan tarihçi ile tanışmış, geçen hafta telefonda uzun uzun sohbet etmiştik... Tarihi Ceneviz ve Venedik kayıtlarına erişim hakkı olan bu arkadaş, bana geçen hafta ona danıştığım konuyla (ki bunu da bir ara anlatacağım) ilgili bir harita göndermiş. Bir Katalan portalanı! Yani Bizans imparatorlarının emrinde çalışan Katalan denizcilerin çizdiği bir İstanbul haritası! Benden mahalle adlarını çözmemi istiyor! 15. yüzyılın ilk yarısına tarihlenen ve okunması imkansız bir gotik harf sistemi ile yazılan bu haritada, çözmeyi başarabildiğim ilk metin, "tatlı su kuyuları" oldu... Yukardaki 1580'lere tarihlenen Hogenberg haritasında da aynı yerde -en altta sağ köşede- "tatlı su kuyuları" lafı geçiyor.

Yani bu ne demekmiş efendim? Demek ki, şimdi San Benoit Lisesi'nin olduğu yerde bir zamanlar üzüm bağları varmış ve Galata'nın su ihtiyacı buradaki kuyulardan sağlanıyormuş! Şimdi Beşiktaş meydanının olduğu yerde ise sadece tek bir sütun resmi var. Bu ise, bu alanda kurulduğu bilinen eski bir Apollon tapınağının kalıntısı...


Not: Şimdi aklıma geldi. Biz bunları yazıyoruz ama dün de Gezegen Linux'a üye olduk... "Ya biz bi hata yapmışız" deyip afaroz ederler mi acaba?

Perşembe, Mayıs 26, 2005

GPL lisanslı, üç boyutlu
dünya haritası


Ekranımda dünyanın üç boyutlu bir görüntüsü var... Dünyayı bir top misali döndürüyorum ekranda. Amerika, Afrika, Hindistan, Japonya derken yeniden Amerika... 13.000 kilometre uzaktan “Dünya”, demek böyle görünüyormuş.

Türkiye’nin üzerine geliyorum. Yüksekliği önce 1 kilometreye ardından da birkaç yüz kilometreye kadar düşürüyorum. Marmara bölgesi gözümün önünde yavaş yavaş büyümeye, yüzey şekilleri giderek netleşmeye başlıyor. Programın sağ alt köşesindeki küçük NASA sembolünün altındaki kırmızı çubuk, NASA’nın Landsat kütüphanesinden veri paketlerinin hızla makineme indiğini gösteriyor.

Yukarda, Ağrı Dağı'nın Erivan üzerinden görünen manzarası, gerçek renk modunda çekilmiş ve yaklaşık 15 dakika süren bir dosya indirme/rendering sürecinin ardından elde edildi. Yeryüzü şekillerinin daha belirgin gözükmesi için x düzleminin (yükseltilerin) 3x büyütüldüğü bu resimde, Ağrı Dağı'nın üzerindeki yollar, çok rahatlıkla gözlemlenebiliyor.

1990’larda bu tür bir bilgiye sahip olmak için devletler, birkaç milyon doları hiç düşünmeden gözden çıkarabiliyordu. Bugün içinse uydulardan çekilen milyonlarca yeryüzü fotoğrafı, NASA gibi kurumların internet üzerinden kamuya açtığı kütüphaneler aracılığıyla incelenmeyi bekliyor!

Binlerce terabyte büyüklüğündeki bu kütüphanelerin sadece küçük bir kısmına el atan World Wind, Landsat uydularının dışında; Terra, Aqua gibi orta seviye spektometre uydularından gelen verileri kullanıyor. Bu uydulardan gelen fotoğrafları dünyanın tüm topografik bilgilerinin kayıtlı olduğu SRTM (Shuttle Radar Topography Mission) birleştiren yazılım, size dünyanın istediğiniz bölgesinin üç boyutlu görüntüsünü izlemenizi sağlıyor.

Yazılımın en ilginç yanıysa bu değil... Worldwind’in içindeki NASA SVS (Scientific Visual Studio) aracı ile dünyanın dört bir yanında gerçekleşen doğa olaylarının (kum fırtınası, volkan patlaması, kasırgalar vs.) uzaydan çekilmiş videolarını izleyebiliyorsunuz...

Yeniden düzenleme (28 Mayıs): NASA Ames Research Center tarafından geliştirilen ve GPL lisansı ile dağıtılan bu yazılımı, Worldwind sitesinden indirebilirsiniz. Bir süredir sunucu değişikliğinden ötürü NLT Landsat uydu verilerinde yaşanan sorunlar, 1.3.1.1 sürümü ile giderildi...

Çarşamba, Mayıs 25, 2005

Ailenizin kedisi "Pardus"



Pardus, Türkiye'nin kritik noktalarda uzun bir süredir eksikliğini duyduğu yazılım platformunu oluşturmak için geliştirilen bir "Ulusal İşletim Sistemi"... Bu düşündüğünüzden çok daha hayati bir konu, çünkü işin ucu, bilgi güvenliğinden savaş sistemlerinizin atış kontrol sistemlerine kadar uzanıyor... Focus'a gelmeden önce, bir strateji dergisi olan M5 Haber'in genel yayın yönetmenliğini yaptığım dönemde "üst düzey" askeri yetkililerle yaptığımız bir görüşmede, "off the record" olarak anlatılan iki olay (-ki yazarsam herhalde bu okuyacağınız son blogum olur:) tüyleri diken diken edecek ciddiyetteydi...

İki-üç ay kadar önce bir "Çalışan CD"yi, ardından da bazı hataların düzeltildiği 1.1 sürümünü çıkartan Pardus'un sabit diske kurulabilecek son halini eylül ayı gibi göreceğiz. Tabii bu eylül ayının -benim tahminlerime göre- bir iki ay daha ötelenmesi de mümkün. Sonuçta, Pardus ekibi için de son derece sancılı geçeceğini düşündüğüm bu süreci "kazasız belasız" atlatırsak, birkaç ay sonra karşımıza "çiçek gibi" bir işletim sistemi çıkacak. Bu yüzden Focus okurlarına Pardus'u yakından izlemelerini öneririm...

Pardus'un sadece bir işletim sistemi değil, memleketimizin giderek sayıları azalan "güzide fight club"larından biri de olduğunu söyleyerek konuyu kapatıyorum. Bu son söylediğimi herkes farklı bir anlamda anlayabilir, alıcılarınızın ayarlarıyla oynamayın...

Cuma, Mayıs 20, 2005

Focus dergisi Haziran 2005 kapağı...


Haziran sayımızı bu akşam saat sekiz gibi bağlayacağız. Kapak konumuz, yanda gördüğünüz üzere "Star Wars Efsanesi"...

Peki, ama neden Star Wars? Herkesin Star Wars filminin bir ucundan tuttuğu bugünlerde, Focus neden kapağına Star Wars'u çekti? Aslında bu sorunun cevabı çok basit: "Çünkü kendi Star Wars'umuzu anlatmak istedik..."

Bizim için Star Wars bir bilimkurgu filminden "çok daha fazlası" çünkü... Kimisi için milyonlarca dolarlık bir ses ve ışık gösterisi, kimisi için bir felsefi bakış, kimisi içinse sadece sinemaları dolduracak olan gençlerin ceplerini boşaltmanın "bir yolu" Star Wars... Haftalık ve Aktüel gibi magazin dergileri içinse "Gizli ayinler düzenleyen Jedi tarikatı" türünden sansasyonel haber kaynağıydı Star Wars...

Bizim için Star Wars, dünya sinemasında bir dönemi bitiren, bir yenisini başlatan film. Hatta biraz daha da fazlası... Focus'un son beş yılda sayfalarında duyurduğu sayısız yeni teknoloji ve ürünün "esin kaynağı"nı yaratmayı başarmış, bir "kollektif beyin jimnastiği"... Mikrodalga fırınlardan kablosuz erişim noktalarına, lazerli ameliyatlardan süper bilgisayarlara pek çok ilerlemeyi kazıdığınızda, altından Star Wars çıkıyor.

Ama hepsinden önemlisi, çok önemli bir "alt kültür"... Filmler arasında geçen olayların anlatıldığı "Genişletilmiş Evren"i, paftalar dolusu uzay gemisi planları ve tüm bu dünyayı çevreleyen oyunları, çizgi romanları ve hayran kulüpleri ile muazzam bir "kültürel altyapı" Star Wars"...

Tıp, biyoteknoloji, kuantum fiziği gibi zorlu kapak dosyalarının altından kalkan Focus ekibi için, tek başına yapamayacağımız kadar da "ağır bir konu" Star Wars... Bu yüzden bu dosyanın hazırlanması sırasında bizden yardımlarını esirgemeyen www.starwars.gen.tr camiasına, Türkiye'nin tartışmasız en iyi çizgi roman yayımcısı olan Arkabahçe Yayıncılık'a ve bir diğer hayran kulübü olan www.yildizsavaslari.com sitesine teşekkürü bir borç biliriz...

Güç sizinle olsun.

Ali Işıngör
Focus Dergisi Yazı İşleri Müdürü


Perşembe, Mayıs 19, 2005

Biraz da Firefox!

Firefox 1.1'in alpha sürümü de diyebileceğimiz Firefox Developer Release sona doğru yaklaşıyor... Dün itibariyle 1.774 adet bugfix ve optimizasyona ulaşılan geliştirme sürecinde, gelinen nokta hiç fena değil... 18 Mayıs tarihli son Trunk sürümü itibariyle gelinen nokta şu:

  • Yeni bir "Seçenekler" arayüzümüz var. Bu yeni pencere, tablara dayanan daha kolay bir arayüze sahip. Cookie (Çerez) yönetimi de büyük ölçüde kolaylaşmış. Her Cookie'ye ayrı bir kural oluşturabiliyorsunuz artık!
  • Scalable Vector Graphics (SVG) desteği.
  • Sanitize. Tarayıcı geçmişi, cookieler, cache, kayıtlı şifreleri tek bir komutla silip izlerini yok etmek isteyen paranoyaklar için birebir!
  • İleri ve Geri (Back & Forward) tuşlarına tıkladığında sitenin cacheden çağırılması. Bugüne dek sadece Opera'da olan bu özellik, gereksiz yükleme sürelerini sıfıra indiriyor.
  • FTP sitelerine anonim olarak bağlanabilme (Nihayet! Adres satırına ftp.xxx.com@xxx gibi şeyler yazmaktan sıkılanlar için...)
  • Yepyeni bir eklenti (Extensions) sistemi

Dylan Dog, Blogger
ve kötü bir yazılım...

Bir süredir burkinafasafisoya haber giremiyordum. Bunun nedeni zamansızlık ve yıllık iznimden döndükten sonra biriken işler değildi... Blogger aracılığıyla bir blog sahibi olanlar bilir, bu blog konsollarının en kötü yanı, size blogunuzda fotoğraf yayınlamanıza izin vermek için abidik gubidik yazılımlar kullanmanızı şart koşmalarıdır. Serde yayıncılık olduğu için görsel unsuru olmayan bir yazı düşünemediğimden, Picasa'nın bir eklentisi olduğunu öğrendiğim "Hello" modülünü hem evdeki hem de dergideki bilgisayarıma yükledim... Ama kullanabilmek ne mümkün! Hello haftanın iki günü sunucuya bağlanabilmeyi başarırken, geri kalan beş gün sırtüstü yatıyordu!

İşin garibi, bu yazılımın ardında Picasa yani Google yazılımcılarının olması. Dünyanın en iyi arama algoritmalarını yazan ekibin "ftp uploading" gibi basit bir işi beceremiyor olması mümkün mü? Üstüne üstlük bir internet yayıncılığı aracı olan bu aracın UTF8 karakter setini (Bir başka deyişle, Türkçeyi de içeren yığınla dilin özel harflerinin doğru gösterilmesini sağlayan uluslararası web standardı) desteklemiyor olması, bir başka şaşırtıcı durum!

Bu resmi Flickr ile gönderdim. Web tabanlı yazılımları kullanmak hoşuma gitmese de, daha iyi bir alternatif bulana kadar bununla idare edeceğiz...

Neyse, ekte bir haftadır göndermeye çelıştığım Dylan Dog kapağı var. Çevirisini Murat Mıhçıoğlu'na vereli epey oldu. Herhalde yakında Rodeo Yayıncılık'tan çıkar... Türkçe adı "Kaplanın Rüyası" olan ve çevirmeni olarak "iyi bir kurguya sahip olduğunu" rahatlıkla söyleyebileceğim bu macera, İtalya'da 200'ü aşkın Dylan Dog macerası içinde en iyi 10 kapak listesine 6. sıradan girmiş...

Pazartesi, Mayıs 09, 2005

Ürünlerimizde domuz yağı yoktur,
ama kokusu sinmiş olabilir!


İnsan hayatını yazmakla para kazanıp, bunu bir iş olarak yapmaya başlayınca, yıllık izine çıktığında elini klavyeye sürmek istemiyor. Bu yüzden de ne yalan söyleyeyim, "Yarına da size şunu anlatırım" dememe rağmen, siteye bir haftadır giriş yapamadım...

Nerede kalmıştık? Creative Commons'ta sanırım... Creative Commons, patent sisteminin bakış açısına "taban tabana zıt" bir sistem. Bilgiyi "mülkiyet" düzleminde değil, "paylaşım" tabanında ele alan ve koruyan bir anlayış. "Koruyan" kelimesinin altını tekrar çizmek lazım, bilginin paylaşıma açılması "Hadi arkadaşlar, çalın çırpın. Allah belinize kuvvet vere..." demek değil. Bilginin korunmasına kısıtlamalardan değil, özgürlükler penceresinden bakan bir anlayış sadece...

Biraz daha açmak gerekirse: Diyelim ki, merak ettiniz ve yan sütundaki gri logoya bastınız. Karşınıza bir Creative Commons lisans sözleşmesi gelecek... Örneğin benimkisi "by-nc-sa/2.0" lisansı. Türkçe mealiyle söylemek gerekirse; "Bu sitede yer alan tüm bilgileri ticari olmayan amaçlarla kullanabilir, kaynağını göstermeniz şartıyla üçüncü şahıslara da rahatlıkla dağıtabilirsiniz" demek... Creative Commons içindeki onlarca farklı lisans modelinden sadece biri, hatta "en kısıtlayıcılarından" biri bu. Eğer dilerseniz, kendi ürettiğiniz içeriği başkalarının ticari kullanımına da açabilir, kaynak belirtmesini şart koşmayabilir ya da içeriğinizin her türlü kullanımını sadece "gelişmekte olan ülkeler" yararına açabilirsiniz. Bunun için "Developing Countries Licence" diye bir lisans modeli bile var.

Ben parasını yazı yazarak kazanan bir fakir olduğum ve bir sonraki ayın dergisine girecek yazıların bir kısmını önceden buraya koymayı düşündüğüm için :), sitedeki içeriğin ticari amaçlarla kullanılmasına izin vermemeyi tercih ettim....

Bu arada, Creative Commons bir "kağıttan kaplan" da değil. Yakın bir gelecekte Yahoo ve Google resim arama motorları, salt bu lisans modeli ile dağıtılan resimler için özel bir bölüm yaratacak. Orta vadede resim aramalarının sadece bu lisans modeli ile dağıtılan resimlerle sınırlandırılması da söz konusu. Özellikle Google arama motoru sayesinde Türk medyasında "resim araklama" vakalarının çok artması, bu tür global bir önlemi gerektiriyordu...

Belki size çok garip gelecek ama Bill Gates'i en çok korkutan gelişmlerin başında, dünyada her geçen gün gücünü arttıran Copyleft akımı ve onun türevleri olan lisans modelleri geliyor. Creative Commons (CC), General Public Licence (GPL), GNU Free Document Licence (GFDL) gibi paylaşımı esas alan, bir başka deyişle "açık kaynak kodlu" lisans modellerinin onun başına ne işler açtığını zaten biliyorsunuz. Linux'un başarısı ortada...

Bill Gates'e Creative Commons'u sorduklarında "Bırakın bu eski komünist ayaklarını" mealinde bir şeyler söylemiş. Creative Commons'cular hemen Sovyetler dönemindeki Aeroflot'un ünlü sembolünden bir bayrak üretmiş. Copyright'ın C'sini tersine çevirmişler, eh bayrakta da "komünist ayakları" denilen nane de "gani gani" mevcut, olmuş mu size en güzelinden bir Copyleft arması!

Not: Bu makale ile birlikte siteye bir göz atınca, sitenin fazla "sol kokmaya" başladığını hissettim. Sitemizde zinhar komünistlik olmayıp, muhalif duruşumuz yandaki bantın en üstünde bahsi geçen "Tersine Dünya" özleminden ibarettir. Zaten "posbıyık"tan da hiç hazzetmeyiz. Ürünlerimizde domuz yağı yoktur, ama kokusu sinmiş olabilir...

Salı, Mayıs 03, 2005

Patent "bilim adamı"nı değil,
bilginin "mülkiyetini" korur!


Biliyorum, Focus gibi bir "popüler kültür ve bilim" dergisinin Yazı İşleri Müdürü'nün bunu söylemesi çok alışıldık birşey değil... Eh, ne de olsa bu tartışmanın öbür yanında duranların arasında ilaç endüstrisi, yazılım şirketleri, elektronik devleri ve hepsinden önemlisi "reklamveren" var...

Sanat ve fikir ürünlerinde patent uygulaması, Venedik Cumhuriyeti'nde 1470'lerde ortaya çıkan bir uygulama. Asıl kurumsallaşmasını ise 1790'da, ABD başkanı Thomas Jefferson'un Amerikan Patent Enstitüsü'nü bizzat kurmasıyla yaşamış. Oradan da Paris ve Londra'ya sıçramış. Patent çılgınlığının Amerika'yı sarması ise tam iki asır sonrasına, 1980'lerde elektronik endüstrisinin şaha kalkmasıyla yaşandı. İnsanlar zengin olma hayaliyle akla gelebilecek herşeyin patentini almaya başladılar. Patent yasalarının yetersizliği buna da izin veriyordu...

Bugüne dek nelerin patenti alınmadı ki? Örneğin, saçları tepeden açılan arkadaşlarını yanlardan uzattıkları lülelerini tepelerine atarak kellerini sakladığı saç tarama biçimi! Sahil beldelerimizin vazgeçilmezlerinden biri olan bu saç stilinin patenti, 1977'de uyanık bir Amerikalı tarafından 4.022.227 no'lu buluş olarak alınmış!

Daha yakın zamanlara gelelim mi? Örneğin Amazon.com'un internet üzerinde tek tıklamayla alışveriş sürecini bitirmenin patentini alması! Şaka değil, bugün dünyanın tüm e-mağazaları alışveriş işlemini tek tıklama ile halledebilmek için Amazon'un patronuna para ödemek zorundalar! Bu birşey mi? Lycra, teflon derken bildiğimiz naylonun bile patenti alınmış durumda!

Patentlerin en korkuncu ise hiç şüphesiz, ilaç endüstrisinin devleri tarafından alınan patentler. 1800'lerdeki sömürge çağını anımsatırcasına, dünyanın tropik ormanlarından getirilen doğal özleri çoktan aralarında paylaşmış durumdalar. Bu maddelerin milyon dolarlık laboratuarlarda bulunan yeniden üretim yöntemleri, patentlerin sonsuz güvencesi altında çok daha büyük kârlara dönüşecekleri günü bekliyorlar.

İlaç firmalarının kâr hırsı yüzünden, bugün AIDS'in hastalıklı bünyede ilerlemesini durduran ilaçlar, Afrika'da hastalığa tutulan 30 milyon insana iletilemiyor. İlaç firmalarının Amerika'da kutusunu 1.200 dolara sattığı bu ilaçlar, patentsiz üretilmeleri halinde, sadece 30 dolara mal edilerek, milyonlarca Afrikalının ölmesini engelleyebilir!

Neyse, ne demiştik: "Patent bilim adamını değil, bilginin mülkiyetini korur..." Burada aklıma Dante'nin İlahi Komedya'sının ilk satırları geliyor: "Hayat yolunun ortasında/ kendimi koyu bir karanlıkta buldum..."

Cahit Sıtkı "patenti alınmamış" bu mısraları ödünç alıp, "Yaş 35/ yolun yarısı eder/ Dante gibi ortasındayız ömrün..." der. İlahi Dante Alighieri! İyi ki bu alemin uyanığı olmaya sen de niyetlenmemişsin! Yoksa kim yazacaktı senden sonra "35 yaş" şiirini?

----------------------
Not: Tüm bu hikayeyi neden yazdığımı ve yan sütundaki CC (Creative Commons) simgesinin ne demek olduğunu yarın anlatacağım...

Pazartesi, Mayıs 02, 2005

Sosyalizm: Şişede durduğu gibi durmuyor mübarek!


Sene 1995 ya da 96 olsa gerek... Yazı yazmak için her zamankinden fazla yanıp tutuştuğum yıllar.. Cumhuriyet gazetesinde (-ki o zamanlar Cumhuriyet, şimdikinin aksine ciddi bir gazeteydi) gördüğüm küçük bir haber, hayatımı değiştirdi. Çünkü gerçek gazeteciliği bu sayede öğrendim. Anımsadığım kadarıyla aşağı yukarı şöyle bir şeydi ilan:

"Söz dergisi çıkıyor. Yazarları arasında Sadun Aren, Yaşar Kemal, ..... ve
Aziz Nesin'in bulunduğu haftalık haber dergisi Söz, ilk sayısını önümüzdeki hafta çıkarıyor"

"Tarihe dokunmaya" inanan bir insanımdır. Aziz Bey ile aynı dergide çalışmak! Bugün bile düşüncesi beni heyecanlandıran bu fikirle, İstiklal Caddesi'nin arka sokaklarından birindeki Söz dergisinin kapısına dayandım: "Merhaba ben sizinle çalışmaya geldim, maaş falan istemiyorum, bana oturacağım bir sandalye verin yeter..."

Maaş ne kelime, üstüne para bile verebilirdim! Ve bir anda kendimi Türk solunun efsane isimlerinin arasında buldum. Nasıl olmasın ki? 12 Eylül sonrasında yurtdışında birleşerek TBKP'yi oluşturan eski TKP ve TİP'liler, Kurtuluşçular, Emek Hareketi, Troçkistler kimi ararsanız oradaydı!

"Solun daha solundakilerin" darbe sonrasında ilk kez ayağa kalktığı günlerdi. Sosyalist Birlik Partisi (SBP) bu gruplarla birleşip, önce Birleşik Sosyalist Parti'ye (BSP); oradan da yanına Troçkistleri ve "kolejli solcular"ı yani Dev-Yol'cuları alarak bugünkü Özgürlük ve Dayanışma Partisi'ne (ÖDP) dönüşecekti... Eski hatalar tekrarlanmayacak, Avrupa tipi bir "gökkuşağı koalisyonu" kurularak, giderek sağa kayan Türkiye ve merkez sol politikalar tekrar sola çekilecekti... Artık asık suratlı olunmayacak, sadece ve sadece "aşkın ve devrimin partisi"ni kurgulayacaktık!

Olmadı. Bunun nedenlerini ve sonuçlarını tartışmak, muhtemelen bu "blog"un sayfalarına sığmaz. Neyse, tüm bu girizgâhı niye yaptım, onu anlatayım... Dergi satışlarının tepetaklak aşağı gittiği günlerde, Söz'ün neden satmadığına dair kafa patlatmaya başlamıştık! Hayır, ekip canavar gibiydi, gündemi sarsıyorduk ve her hafta Hürriyet gazetesi konularımızdan birini manşetine çekiyordu... O halde sorun neredeydi?

Ansızın derginin penceresinin baktığı sokağın adının farkına vardık! Tüm ekip kahkahalarla gülüyordu. Şimdilerde Güzel Sanatlar Akademisi "Pera"nın bulunduğu bu sokağın adı ne miydi? "Mücadele Çıkmazı"... :)

Neyse, geçmiş 1 Mayıs bayramı hepinize kutlu olsun! Bu arada şişenin üzerindeki terkibe de dikkat edip, serin yerde "muhafaza edin" olur mu?

Pazar, Mayıs 01, 2005

"Serüven doğudan yükselir"


"Dünya çizgi romanında Türk imgesi" konulu yazım bu ayki Focus'ta... Açılış resmi, İnkilap Yayınevi'nin son dönemde çıkarttığı "Cin"den...

Bugünlerde yıllık iznimi kullandığım için, uzun zamandır ertelediğim işleri tamamlamaya çalışıyorum. Önümdeki "yapılacaklar listesi" şöyle:

1- "Birgün nasıl olsa vakit bulur, uzun uzun okurum" dediğin kitapları (örneğin Surname) oku...
2- Bol bol "Hearts of Iron II" oyna. Önce Almanya olup Stalingrad'ı al, sonra da de Gaulle olup direnişi örgütle... Dünyayı fethet!
3- Uzun süredir aramadığın arkadaşlarını ara.
4- İstanbul Kütüphanesi'ne git.
5- Yavaş yavaş yürüyerek keşfetmek istediğim sokaklar vardı. Oralarda yürü...