Pazartesi, Şubat 27, 2006

Uludağ sunucuları


Uludağ sunucularına bir haller mi oldu? Ne Arto'ya, ne Uluzilla'ya ne de Jabber sunucumuza bağlanabiliyorum. Cevabını verebilen varsa ve yazarsa sevinirim...

Cumartesi, Şubat 25, 2006

Bir geliştirici olmak...


İtiraf ediyorum. Sekiz ay öncesine kadar konsolu nasıl çalıştıracağını bilmeyen bendeniz artık paket derliyor, Stellarium'dan SuperKaramba temalarına kadar pek çok yazılımın yerelleştirmesini yapıyor, Uludağ'ın hata bildirim sisteminde bana atanan hataları düzeltiyorum. Ne yalan söyleyeyim, Kapalıçarşı'daki halı dükkanındaki satıcının "Alamanca" öğrenmesine benzer bir şekilde, Phyton dilini falan da öğrenmeye başladım :).

Ne gülüyorsunuz? Tanrının bildiğini kuldan saklayacak değiliz elbet :), siz asıl benden ve bir süre sonra yapmaya başlayacağım PİSİ paketlerinden korkun!

Daha da güzel bir şey söyleyeyim size: Bir ayı biraz aşkın bir süredir de resmen bir Pardus geliştiricisiyim! Kendime "geliştirici" diyerek gerçek geliştiricilerin öfkelenmesini istemem elbet, benim yaptığım olsa olsa, "çöpçü balıklığı"... Başkalarının uğraşmakla vakit kaybedeceği türden işleri üstleniyorum "şimdilik". Bu bazen bir KDE bileşeninin yerelleştirmesi, bazen de mevcut yerelleştirme dosyalarının içindeki tutarsızlıkları düzeltmek olabiliyor.

İşten eve döndükten sonra, her gün bir saatinizi bir bileşenin eksik çevirisine ayırabiliyor ve size verilecek küçük ya da büyük işin bir ucuna yapışıp bırakmıyorsanız, siz de bir Pardus geliştiricisi olabilirsiniz!

"Geliştirici" olmaya giden en kısa yolun, KDE bileşenlerinin yerelleştirmelerini üstlenmekten geçtiğini söyleyebilirim. Görkem Çetin işin bu kısmında başvuracağınız adam. Bu süreçte yer aldıktan sonra her gün düzenli olarak Uluzilla raporlarını izlemeli, bir süre sonra da buradaki sorunların çözümünde aktif rol almaya başlamalısınız. Bu sayede "elinizin altındaki canavarı" çok daha hızlı bir şekilde tanıyıp, işletim sisteminizin anatomisini anlamaya başlıyorsunuz.

Geliştirici olmak kesinlikle para kazandırmıyor. Zaten sıkışık olan hayatınızda eşinizle başbaşa kalacağınız zamandan bir saat daha çalmak sadece!

Ama yine de söyleyeyim sizlere, "çöpçü balığı" olmak bile çok güzel! Neden mi? Anlatması biraz zor... 32 yıllık hayatımın önemli bir kısmında, hep birilerine "borçlu" olduğumu hissettim. Bu hissi eminim siz de yaşamışsınızdır, hani hüzün verecek kadar güzel bir şeyle karşılaştığınızda içinizde bir şeyler düğümlenir ya, o his işte... O histir sizi ayakta tutan. Gün gelir Kabatepe Mevkii'nde Çanakkale Harbi'nin birbirinden sadece yedi metre uzak siperlerinin önünde, gün gelir güzel bir köy manzarasının karşısında o his "bir duvar gibi" çarpar size...

Örneğin beni yazmaya, gazeteciliğe iten temel dürtü, ilk başlarda buydu... Son iki-üç yıllık meslek hayatım içinde giderek bu hissi daha az hissetmeye başlamıştım. Hatta yaptığım işin anlamsızlığı yüzünden bir süre sonra hiç hissetmemeye! Pardus'a destek vermek, Pardus için bir şeyler yapmak bu hissi bana geri kazandırdı. Bu ülkeyi "var eden" insanlara olan borcumu, bir parça olsun ödediğimi hissediyorum...

Peki, tüm bunları niye aktardım?

Hemen anlatayım. Bugün Bilgi Üniversitesi'nde düzenlenen Açık Kaynak Günleri'ne gittiğimde girişteki bankoda duran arkadaş, boyun kartıma yazmak üzere "adımı ve mesleğimi" sordu. Ağzımdan şu cümleler istemdışı döküldü:

"Ali Işıngör, gazeteci, yazar, ha bir de Pardus geliştiricisi..."

(...)

Kimse lütfen bunun için bana kızmasın. Dedim ya, "istemdışı" çıktı ağzımdan...




Not: "İşe bir yerden başlamak istiyorum" diyenler gorkem (et) uludag (nokta) org (nokta) tr'ye bir mail göndererek ilk adımı atabilir.

"Origami Tux"


Akşam akşam denedim ve çok hoş oldu.

Cuma, Şubat 24, 2006

Baki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş..


Sekiz yıl önce "kısa bir süreliğine de olsa" beraber çalışma fırsatını bulduğum, tanıdığım en iyi gazetecilerden biri olan, mütevazı insan, yaptığı röportajları kıskandığım "arkadaşım" Baki Koşar'ı kaybettik. Evinde bıçaklanarak bir cinayete kurban giden Baki, kimsenin görmediğini görür, kimsenin cesaret edemediği röportajları yapardı...

O, CNN Türk'ün sesiydi. Mardin'de kalan son Süryanileri bize o anlattı, Birecik Barajı'nın altında kalacak köyleri ondan işittik, Batman'a "ölmeye yatarak" intihar eden genç kızların öyküsünü bizlere yine o fısıldadı...

Ne diyelim? Aradan çekilip, 2000 yılında yaptığı bir haber ile sözü Baki'ye bırakalım.

(...)

Belkıs'ın gözyaşları Fırat'a akıyor

Bir hayalet köydü artık Belkıs Köyü. Gözyaşlarını Birecik Barajı'nın derin suları yutuyordu..


Fırat Nehri, Birecik Barajı'yla gönülsüz gönülsüz sevişiyor nicedir... Sular dizleri geçince, terketmek zorunda kalmış Belkıs köyünü köylüler... Belkıs köyü sakinleri çok kısa bir zaman sonra Birecik Barajı'nın sularına gömülecek olan köylerinin hasretini şimdiden yüreklerinde duyuyorlar... Öyle ki, yeni yerleştikleri Nizip'ten yolları, bayırları aşarak köylerini ziyarete geliyorlar. Suların giderek yükseldiğini içleri sızlayarak izliyorlar...

"Şurada çocukların yatak odası vardı. Burada uyurdu çocuklar. İşte şurası da anamın ekmek pişirdiği tandırın yeriydi. Bakın, hâlâ izleri duruyor" diyor bana bu ziyaretçilerden biri, eski bir Belkıs Köyü sakini. Gencecik eşiyle birlikte gelmiş köyüne. Burada sevmişler birbirlerini, burada evlenmişler. Evliliklerinin henüz üçüncü ayında da suların yükseleceği haberini almışlar... (Hiçbir baykuşa rastlamadık oysa bu doğa harikası bölgede...) Utangaç, mahçup karısı. Konuşmak istemiyor. Gür kirpikleri, iri, siyah gözlerini döverken meraklı ama ürkek bakışlarla izliyor bizi.

Küçük bir çocuk... On beş yaşındaymış henüz...

"Akşamları, akrabalarımıza, komşularımıza giderdik. Fırat Nehri'nde çimerdik. Arkadaşlarımızla buluşur çay yapardık. Dağlarda koyunlarımızı, kuzularımızı güderdik..."

'Özleyecek misin peki köyünü' diye soruyorum. Gözlerinde bir buğu... Titreyen sesiyle, gözyaşlarına güçlükle engel olarak yanıtlıyor beni: "Hem de çok... Ama ne yapalım" diyor.

Yüz yirmi haneli bir köy Belkıs. Antep'in Nizip İlçesi'ne bağlı. Yapılması 1999'ların başında gündeme gelen Birecik Barajı'nın çağdaş kurbanlarından biri. Barajın, bir de bir milat kadar eski kurbanları var. Belkıs köyü, tamamen arkeolojik bir alan çünkü. Milattan önce birinci ya da ikinci yüzyıla ait sayısız tarihi eserin her köşesinde, her kıvrımında saklı olduğu önemli bir toprak... ("Mezopotamya"nın neresi değil ki zaten?). Gecesini gündüzüne katarak çalışan idealist bir arkeolog grubu, Belkıs tamamıyla sulara gömülmeden, buradaki tarihi eserleri gün yüzüne çıkarmak için inanılmaz bir savaş veriyor. Bu ekibin başındaki arkeolog Mehmet Önal, bizim aracılığımızla, "Biraz daha zaman, ne olur, biraz daha..." diye sesleniyor yetkililere. Önal, bu feryadında haklı. Çünkü Belkıs Harabeleri'nde, önce Savaş ve Bereket Tanrısı Ares diğer adıyla Mars'ın heykeli, hemen ardından da milattan sonra birinci yüzyılın üçüncü yarısına ait olduğu tespit edilen iki torba dolusu (iki bin beş yüzü aşkın) Greko - Romen şehir sikkeleri bulundu ki, bu sikkelerin üzerinde dönemin Roma imparatorlarının resimleri ve yer yer yanık izleri var. Bu izler, Sasanilerin, Roma'da çıkardığı büyük yangını da somut olarak ispatlayan ve günümüze kadar ulaşan gerçekten son derece önemli kanıtlar, izler... Bu iki önemli bulgu (özellikle Mars'ın heykeli), dünyanın gözünün buraya çevrilmesini sağladı. Ancak bir zamanlar, burada bizden önce, Roma gibi başka uygarlıkların da yaşadığını gösteren daha binlerce eser bulundu ve bulunuyor. Oysa, Belkıs köyü, yazıkki Birecik Barajı'nın sularıyla, Fırat'ın deli dalgalarıyla savaşından yenik düşecek...

Belkıs köylüleri de tıpkı kendilerinden önce burada yaşamış milletler gibi terkettiler artık Belkıs köyünü, terketmeye zorlanıyorlar... Ancak onlar, sözgelimi Romalılar gibi kendilerinden somut bir iz bırakamayacaklar sonraki kuşaklara; çünkü her şeyleri sular altında kalıyor. Bu nedenle, sular altında kalacak olan atalarına, yakınlarına ait mezarları da kazdılar, kemiklerini çıkartıp yanlarında getirdikleri apak, tertemiz kefenlere doldurup saygıyla kucaklarında taşıdılar, yeni yerleşecekleri yerde açtıkları, suların göremeyeceği başka mezarlara gömdüler. Gazeteci olarak Belkıs Harabeleri ve Birecik Barajı ilişkisini yerinde araştırmak için gittiğim Belkıs köyünde buna bizzat tanıklık ettim, mezarlarını kazan köylülerle konuştum. Çocukluklarından beri ziyaret etmeye, başlarında bir Fatiha okumaya alıştıkları, kiminin babasına, kiminin eşine, kiminin çocuğuna, kiminin dedesine ait mezarları neden kazdıklarını, içindeki kemikleri neden çıkarttıklarını sordum. Buruk yanıtlar aldım hepsinden: "Çünkü sular altında kalacak abi, onları da yanımızda götürmek istiyoruz..."

Gerçekten beni son derece etkileyen, sarsan görüntülerdi onlar... Birkaç gün sonra, içinden kemikler çıkartılmış o mezarlar da sulardan görünmez olmuştu artık.

Belkıs köyü, kimsenin ziyaretine gelmediği, yalnız bir mezar gibiydi. Virane olmuş evlerinin yarısı Fırat'ın suları altında kalmıştı. Bu haliyle, görkemli ama hüzün veren bir resim, düşle gerçek arasında bir tablo gibiydi...

Bir hayalet köydü artık Belkıs köyü. Gözyaşlarını Birecik Barajı'nın derin suları yutuyordu...

Baki Koşar
(Gazeteci)

"Piglet, Çılgın Zürafa, Tavşan
ve Miki Fare benim iyi dostlarımdır"


Akregator sağolsun, son zamanlarda izlediğim blogların sayısı epey artmaya başladı. Bunların arasında en ilginçlerinden biri 11 yaşındaki bir "bızdığa", Deniz Kamcez'e ait.

Bızdık dediğime bakmayın, Deniz 11 yaşında olmasına rağmen "Bir Adamın Hikâyesi" adında fantastik bir romanı yazmaya koyulmuş durumda! 10. bölümüne gelen romanın kahramanları; yazarın kendisi, Spiderman, Müzeyyen (annesi), Yücel (babası), bir vampir, Çılgın Korsan Jack, Lapacı, Bay Ölüm ve Kuduz Sansar...

Okudukça kendi kendime soruyorum: "Fantastik edebiyatı acaba çocuklara mı bıraksak?"

Eğer kendinize ve Deniz'e ayıracak bir yarım saatiniz varsa, bu güzel blogu okuyun. Arada sırada küçük yorumlar bırakmakla da 11 yaşındaki bu çocuğu, inanın çok mutlu edeceksiniz...

Perşembe, Şubat 23, 2006

Ben ne çizgi romancılar gördüm,
zaten yoktular...


Pişmanım. Hem de hiç olmadığım kadar... Hiç tanımadığım; beni hayatında hiç görmemiş; yazımı herhalde beğendiklerinden olsa gerek önce sitelerine koyan, ama sonra "basılı bir mecra söz konusuysa, önce dergiden, o da olmazsa yazarından izin almaları gerektiğini ve bunu neden yapmadıklarını" sorduğum için bana kızan insanlardan iki gündür inanılmaz bir şekilde küfür yiyorum.

Dedim ya; beni tanımıyorlar, ben de onları tanımıyorum. Ama küfrediyorlar...

Sadece ben olsam neyse... 64 yaşındaki, romatizmadan ve sinüzitten muzdarip anacığıma da küfrediyorlar. Onu da tanıdıklarını sanmıyorum.

Bu arada ne yalan söyleyeyim, ebemi de tanımam etmem... Ama koloni mail grubundan bir şekilde gazı aldıklarını tahmin ettiğim "anonymous" arkadaşlar, onu da tanıdıklarını iddia ediyorlar.

Sonra da benim artık neden yorumları siteden sildiğimi, neden artık onlara cevap vermediğimi sorgulayan yazılar yazıyorlar. Nedenini koloni e-mail grubundaki iki örnekle açıklayayım:

Date: Tue Feb 21, 2006 7:57 pm Subject: Re: [koloni] Fw: Sitenizde izinsiz yayınladığınız yazıma dair...

(...) Bocus dergisi ve popoler bilimlere merak sayanları zaten sevmem. Eeee öyleyse ne duruyoruz ? Hazırlıyalım ellerimizi diğer avucumuzun içine ve gerelim, gerelim, gerelim ve serbest bırakalım şlakkkkkk diye. Bir daha da o adamın yazısını falan haber yapmayalım
.
(...)
Date: Tue Feb 21, 2006 10:03 pm
Subject: Re: [koloni] Re: Sitenizde izinsiz yayınladı�ınız yazıma dair...

Hani meşhur hikayedir, adamın oğlu olmuş, tutmuş tenasül organını koparmış. Bu vatandaşında
kırk yılda bir yazısı satmayan bir tekel dergisinde yayınlanacağı tutmuş, ne yapacağını şaşırıyor. Hangi şehirde oturuyormuş bu uyuz arkadaşımız. Gidip bir görüşelim arkadaşla. Bir tanesi de izmir'de çıkmıyor ya kahretsin. kah kah kah.

Başta söylediğim gibi, pişmanım... Hakkımı kanunlar çerçevesinde aramaya niyetlendiğim için; bunu blog siteme yazdığım için; sonuçlarını öngöremediğim bir tartışmaya girdiğim için; "telif hakkı", "Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu", "hak", "hukuk" gibi kelimeleri ağzıma aldığım için...

Bugün sağolsunlar, bir gazetenin hukuk bürosundan gönderilen iki adet "emsal karar" önümde duruyor. Mahkemenin biri, bir dergiden 6-7 sayfalık yazıyı tarayıp, "izin almaksızın" sitesine koyan webmaster'ı haksız bulmuş. Üstüne üstlük bir diğer derginin değil, amatör bir site söz konusu olan!

Ben onlara bakıyorum onlar bana... Sonra "dava açmamaya" karar veriyorum. Olur a, mahkeme salonunda karşılaşırız, ben onlara forumlarındaki bu mailleri sorarım, onlar neden üyelerine müdahale etmediklerini açıklamak zorunda kalırlar!

Hasılı, her iki taraf için de sevimsiz bir durum. Ama onlar için sanırım "biraz daha zor" olur...

Şaka bir yana, bu arkadaşların mahkemeye dahi gitsek, bundan kendilerine bir ders çıkarmayacaklarını, takkelerini bir kere olsun önlerine alıp "ne yaptıklarını" düşünmeyeceklerini biliyorum artık.

Serüvencilere yayın hayatlarında başarılar ve bol şans diliyorum.



Not: Bu konuda karşı cenahtan gelecek hiçbir yorumu siteye koymayacağımı ve cevap vermeyeceğimi, tekrar ilan ederim. İnanın çok yoruldum.

Çarşamba, Şubat 22, 2006

Ketch kelimesinin kökeni


Geçtiğimiz günlerde Gürer Özen ile hayalimizdeki tekneyi konuşurken ikimizin de ketch ve yavl tipi teknelerden hoşlandığımızı gördük. Bugün ilginç bir şey öğrendim, meğerse bu kelime Türkçe'den geliyormuş. Kökeni "kayık" ya da "kıç" olabilirmiş :).

"Ketch \Ketch\ (k[e^]ch), n. [Prob. corrupted fr. Turk. q[=a][imac]q : cf. F. caiche. Cf. Ca["i]que.] (Naut.) An almost obsolete form of vessel, with a mainmast and a mizzenmast, -- usually from one hundred to two hundred and fifty tons burden."

Kaynak: Webster's Revised Unabridged Dictionary (1913)

Salı, Şubat 21, 2006

Copyleft muz mudur?


Sayın Koray Löker'e cevabımdır:

Birincisi: Copyleft, bir takım metinleri "kaynağını belirtmeksizin" istediğiniz gibi yayınlayabileceğiniz anlamına gelmez. GPL de gelmez, genel ahlak kurallarına da sığmaz bu...


İkincisi: "Ticari bir mecra olan matbu yayınlarda yayınlamak için izin alın" demek, kullanmış olduğum by-nc-sa lisansının bir gereğidir. Yazılarımın benim arzum dışında ticari mecralarda kullanılmasına da izin vermiyorum. Nokta.

Ben ekmeğimi yazı yazarak kazanan birisiyim ve yaptığım iş, bir A. Murat Eren ya da Barış Metin'in hatta sizin kod yazarak yaptığınız işle aynı prensiplere sahiptir. Nasıl siz, kodlamış ve GPL ile lisanslamış olduğunuz bir yazılımın kaynak kodlarını başkalarının kullanımına açıyorsanız, CC lisansı ile ben de açıyorum. Hatta aynı şartlarla: "Kaynağını belirtecek (by), isterse üzerinde oynamalar yaparak çoğaltabilecek ve aynı şartlara dahil olmak kaydiyle dağıtabilecek (sa)."

Açıkçası sizin neye itiraz ettiğinizi henüz anlayabilmiş de değilim. Benim itiraz noktam, başkalarının yazımı kullanmasına değil, bunun kaynak belirtmeksizin ya da ticari kullanımlarda izin almaksızın yapılmasına yönelik...

Allah Allah! Ben mi anlatamıyorum acaba?


Bir nokta daha var: 5846 No'lu Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu çok açıktır: Matbu ve matbu olmayan her türlü ortamda "eserin çoğaltma ve yayma hakkı" eser sahibine aittir. Madde 23 "Yayma Hakkı"nı, Madde 24 ve 25 ise "Temsil Hakkı"nı düzenler. Kısacası Levent Cantek gibi bir yayıncının bilmemesine şaşırdığım bu maddeler, tartışmaya mahal bırakmayacak kadar açıktır.

Üstüne üstlük basın ve yayın kanunlarımız, matbu ortamdaki bir yazıdan yapılabilecek tanıtım amaçlı alıntı miktarını bile düzenler. Şimdi ilgili mevzuat önümde olmadığı için yanılabilirim ama ilgili maddeler içinde "kitap tanıtımında alıntının eserin yüzde 2'sinden fazla olmaması" türünden ilginç ayrıntılar bile vardır.

Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu sadece Ali Işıngör'ü değil, sayısız kitap yazmış Levent Cantek'i de, Umberto Eco'yu da, Nutuk'u günümüz Türkçe'sine uyarlayan çevirmenin de hakkını "emek hırsızlarına, korsan yayıncılara" karşı korur. Ve bunu yazarların yazdıklarıyla hayatta kalması, ve her şeyden önemlisi ekonomik bağımsızlığını koruyabilmesi için yapar...



Bir detay daha var: Burkina Fasa Fiso'da içinde bir görseli kullanılan Ken Parker çizgi romanının Türkiye'deki yayın hakları, sevgili arkadaşım Murat Mıhçıoğlu'nun sahibi olduğu Rodeo Yayıncılığa aittir. Ve tamamen izinlidir :)...

Ayrıca bu resim, Bonelli grubu tarafından internete konan ve CC lisansı ile kullanıma açılmış bir resimdir :).



Not: Bu yazıyı tekrar okuduğumda gereksiz bir şekilde sert ve kırıcı olduğunu gördüm. Yazıyı törpülüyor, ve çevreye verniş olabileceğim rahatsızlıktan ötürü özür diliyorum.

Ben çizgi romancının
zeki, çevik ve ahlaklı olanını severim


Burkina Fasa Fiso ve çeşitli dergilerde çıkan yazı/araştırma dosyaları özelinde de Ali Işıngör, bir süredir çeşitli içerik hırsızlığı vakalarıyla uğraşıyor...

5846 No'lu Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'nu bir kalemde unutun zaten, bazı dergi ve internet sitelerinde yazar adını belirtmeye gerek bile duymayacak bir cürette hırsızlık yapılıyor! Ha, bir de yazınızın altına kendi imzalarını atanlar var ki, onları hangi kategoriye sokacağımı, inanın ben bile bilmiyorum :)...

Kişisel blog sitesinde, bunu yapan kopilleri açıkçası önemsemiyorum, hatta yazılarıma "farklı bir şekilde de olsa" değer verdiklerini görmek, beni mutlu ediyor. Ancak bu iş çoktan şirazesinden çıkmış, büyük medya kuruluşlarından kültür-sanat dergilerine kadar "doğal bir hak" olarak görülmeye başlanmış durumda.

Bu dergilerin arasında "Çizgi roman araştırmaları dergisi" Serüven'in bulunmasıysa, beni özellikle yaraladı. Bu ülkede ürünleri en çok çalıp çırpılan, emeğinin karşılığını en az alan insanların başında çizgi romancılar gelir. Bir telefon etseler, "bir karşılık beklemeksizin" seve seve bütün işlerimi önlerine sereceğim adamların bunu yapması, insanı sadece kahrediyor...

Geçtiğimiz hafta Burkina Fasa Fiso'yu kapatmanın eşiğinden döndüğüm anları sık sık yaşadım. Bir hafta süren bir sessizlik ve düşünmenin ardından, konusunda çok yetkin bir avukat abimle bu arkadaşlara dava açmayı kararlaştırmış durumdayım.

Bakalım "yavuz hırsız" ev sahibini bastıracak mı?

Hep birlikte göreceğiz...




Not: Creative Commons (by-nc-sa) sözleşmesi, kaynak göstermeniz ve ticari amaçlarla kullanmamanız şartıyla bu sitedeki tüm içeriği "ayrıca izin almaya gerek kalmaksızın" kullanmanıza ve hatta söz konusu içeriği değiştirip, aynı şartlar altında tekrar dağıtmanıza izin verir.

Ha, bu sitedeki bir yazıyı bir ticari mecra olan "matbu yayın"da kullanacaksanız, bütün iş bir elektronik posta ya da telefona bakar. En fazla sizden o dergiden iki üç nüsha göndermenizi isterim :)...

Salı, Şubat 14, 2006

"Yandım Çavuş limonçellosu"


Open Source Limoncello
Malzemeler


15-20 adet sulu limon (bulabiliyorsanız yeşil limon)
2 şişe votka (genelde votka şişeleri 750cc'lik olur)
5 su bardağı dolusu toz şeker
5 bardak su
1 adet büyük boy turşu kavanozu (kapaklı)
3 adet ağzı kapatılabilecek boş şişe (tercihan mantarlı)
1 adet renkli yazıcı
1 adet pritt
bol miktarda sabır



1) Pazardan 15-20 adet sulu ve ince kabuklu "eski limon" alınır. Limonlar üzerinde hiçbir çamur ve ilaç kalıntısı kalmayacak şekilde sıcak suyla yıkanır. Bir meyve bıçağı ya da tercihan sebze soyacağıyla limonların kabukları ince bir şekilde soyulur. Limon kabuğunun altındaki beyaz ve acı lifli katmanı olabildiğince "almamaya" dikkat etmelisiniz.

Limonların soyduktan sonra "sadece kabukları" turşu kavanozunun dibine yatırın ve birinci şişe votkanızı limon kabuklarının üzerine dökün. Turşu kavanozunun ağzını sıkıca kapatın ve "yaklaşık 40 gün boyunca" serin ve ışık görmeyecek bir yerde fermentasyona bırakın. Bu süre boyunca kavanozun kapağını açmayın ve haftada bir kavanozu hafifçe çalkalayın.

İlk aşama çok kolay. Yaklaşık 40 gün sonra kavanozdaki votkaya acı bir limon aroması yerleşmiş olacak. Sonradan unutmamak için 40 gün sonrasının tarihini bir kağıda yazıp, kavanoza yapıştırabiilirsiniz.

2) 40 gün sonra, bir tencerenin içine beşer bardak toz şeker ve suyu koyup karıştırarak kaynatıyoruz. Şekerli su karışımı koyu bir şerbet haline geldikten sonra 3-4 dk. daha kaynatın. Tencere içindeki bu koyu şerbet kıvamını soğumaya bırakın ve yeterince soğuduktan sonra, ikinci şişe votkamızla birlikte turşu kavanozunun içindeki karışıma ekleyerek kavanozun ağzını sıkıca kapatın.

Artık geriye tek yapmamız gereken, bir "40 gün daha" beklemek. Beklediğinize değecek :)...



3) Şimdi işin "en keyifli" kısmındayız. 80. gün, kavanozdaki Limoncello'yu şişelere dolduracağız. Ardından, bir yazıcıdan yukardaki etiketin bir çıkışını alıyoruz. Etiketin arkasına GFDL metnini basmayı da unutmuyoruz. Bu bir ev mamulü olduğu için şişeye yapıştıracağınız bu etiketin altındaki boşluğa "Yandım Çavuş limonçellosu" ya da "Open Source Limoncello" gibilerinden bir şeyler yazmakta özgürsünüz. Bir gün buzlukta bekleterek, buz gibi soğuk içmeniz önerilir.

4) Hayvanlaşmayın, efendi efendi için... Yaz aylarında serinlemek için birebirdir ama "doz aşımı" durumunda fena çarpar!


"Open source yaprak dolması", "CC-NC-SA haydarili patlıcan" gibi yeni tariflerin önünü açması umuduyla...

Cuma, Şubat 10, 2006

İyi ki varsın "Hazreti İsa"...


Nikos Kazancakis, "Günaha Son Çağrı" kitabında Hazreti İsa'yı şöyle konuşturur: "Bir balta olsam keser, bir ateş olsam yakardım; ama ben bir kalbim ve bildiğim tek şey sevmek..."

"Bizim İsa"nın da bildiği tek şey sevmekti... O kadar çok sevdi ki bu dünyayı, o çekik ve küçük gözleriyle gördüğü herşeyi ölümsüzleştirmeye, kendisinde ondan bir parça biriktirmeye çalıştı çaresizce. Gördüğü herşeyi çekmeye ve çoğaltmaya çalıştı umutsuzca: Kapıları, pencereleri, sokak lambalarını, kaybolan meslekleri ve artık yaşamayan tüm o güzel insanları...

Ve hiçbir zaman yetişemedi yapmak istediklerine...

İsa Çelik'ten bahsediyorum. "İsa Abi"den. Anadolu'nun bütün sokaklarını gezmiş bir adamı arıyorsanız, aradığınız odur. Eski ağır kapı tokmaklarını, sardunyalı pencereleri, yüzünde eski öyküler gezdiren o insanları ölümsüzleştirmek için sokak sokak, adım adım yürüyen "Hazreti İsa".

Bir havarisi bile olmayan, kimsenin izlemediği bir peygamber gibi dolaştı Anadolu'yu "ünlü fotoğrafçı" İsa Çelik. Tanrının ona verdiği o garip mucizeyi kullanarak yeni bir hayat verdiği, ölümsüzleştirdiği insanların sayısını o dahi bilmiyor...

"Peki ne kaldı elinde İsa Abi?" diye soracak oluyorum, "Anılar, Eczacıbaşı takvimleri ve albümlerden başka?"

Şaşırıyor. Sanki arkasında onu izleyen kimsenin olmadığını 40 yıl sonra farkeden "Musa Peygamber" kadar şaşkın... Düşünüyor. Bir ara unutuyor vereceği cevabı. Sonra birden hatırlıyor:
"Benim hiç albümüm olmadı ki bugüne kadar, Ali Bey!
Kendimi tanımasam, bir yaralı hayvan gibi bağırarak sokağa atacağım kendimi. Karşımdaki, tüm dünyanın önünde saygıyla eğildiği, ünlü fotoğraf ustası İsa Çelik!

"Nasıl yani, siz mi özellikle yapmadınız?"
"Ben çok utangaç birisiyimdir Ali Bey... Hayatımda hiç kimseden ne borç para ne de bir sigara hiçbir şey istemedim bugüne dek. 'Hadi bir albüm yapalım' da diyemedim. Herhalde karşı taraf da isteyemedi ki, bir fotoğraf albümüm olmadı bugüne dek!"
Nezaketini hiç kaybetmiyor "İsa Abi". Ama bunu söylerken, bir kristal kadeh kırılganlığında çıkıyor sesi.



Zorunluluktan okul birincisi
"Benim babam Ziraat Bankası'nda odacıydı. Orda ortaokuldan başka bir şey yoktu. Dolayısıyla ortaokuldan sonra okuma şansım da. Çünkü ortam çok kısıtlı. Hiçbir şansın yok...

Günlerden bir gün babam geldi ve dedi ki 'Ziraat Bankası, çalışanlarının çocuklarını okutacakmış. Aklını başına devşir, iyi dereceyle bitirirsen seni okutabilir banka!' O hırsla okulu iyi dereceyle değil, pekiyi dereceyle değil, okul birincisi olarak değil, Mersin birincisi olarak bitirmişim! Başka çarem yoktu çünkü...

Şimdi bizim oralarda yani Toroslar'da -ki ben tam olarak Taşeli Platosu'ndan geliyorum- her yer taştır. Kafam kadar, yumruğum kadar taşlarla doludur toprak... Başka bir yerde olsa yere tohum eksen, bir süre sonra o güneşe ulaşır. Fakat bizim orada o taşın altından çıkmak, taşı dolanıp ışığı bulmak zorundadır. Ben de aynı o tohum gibi ışığı bulmak zorundaydım! Çaresiz bir şekilde "en iyi" olmak zorundaydım..."
"Küçük İsa", Ankara'ya/ yatılı okula gönderilir. Ankara Koleji'nden Kurtuluş'a giderken, bir küçük dükkân vardır İsa'yı bir mıknatıs gibi çeken. Vitrinine her hafta 30x40 boyutlarında "yeni bir fotoğraf" konur bu dükkânın. O yıllarda bozkır Anadolu'sunun başkentinde, her hafta vitrindeki fotoğrafı değiştirmek büyük bir olaydır!

İsa Çelik "o fotoğraf için" her hafta okuldan kaçtığını gülerek anlatıyor;
"Fotoğraf ne demek, sanat fotoğrafı ne demek haberim yok ama nedense çarpıldım. Ve 12 yaşındaydım..."
Okulun top oynanan arka bahçesinden kaçarak, "yağmur çamur" demeden her hafta o fotoğrafı görmeye gider "Küçük İsa"...


İlk makina, ilk sevgili
İsa Çelik kitap okumaz, sinemaya gitmez ve para biriktirerek ilk fotoğraf makinasını satın alır. Üniversite çağı geldiğinde ise gönlünden geçen, "Akademi'ye girip, ressam olmak"tır.

"Fotoğrafçılığın bir meslek olabileceğini dahi bilmiyordum" diyerek anlatıyor o günleri İsa Çelik. Ancak onu okutan Ziraat Bankası'na da "borcunu ödeme" zamanı gelmiştir. Banka ondan "iktisat okumasını" ister... Öyle de yapar. Okul bittiğinde, "Dosya ve Arşiv Memuru" adayıdır ama bankanın grafik bölümünde afişler yapmaktadır:
"Başta Sami Güner olmak üzere çok tanınmış fotoğrafçılarla tanışmaya başlayınca, anlamaya başladım bu işin bir meslek, hem de çok ciddi bir meslek olduğunu!"
O gündür, bugündür fotoğrafçı İsa Çelik... Yıllar sonra o dükkândaki fotoğrafların da kime ait olduğunu öğrenir; "Fotoğraf çalışmaları nedeniyle Almanya'nın Köln şehrinden fahri hemşehrilik alan Şinasi Barutçu..."

... "Ve kopya edilen işlerle dolu, sekiz klasör biriktirdim" diyor İsa Çelik.

Türkiye standartlarının bu kadar düşük olması, yabancıların Türk fotoğrafçısına olan bakışını bile etkilemiş. Yabancıların bile artık "Bu Türk fotoğrafçıdır, nasıl olsa alışıktır para ödenmemesine, biz de ödemeyelim" demeye başladığını, gülerek anlatıyor:
"Geçtiğimiz dönemde dünyanın en büyük ajanslarından SIPA -ki sahibini tanırsınız, Gökşin Sipahioğlu'dur- Amerika ve Avrupa'yı dolaşacak devasa bir sergiyi organize etti, Türk fotoğrafçılığı' başlıklı iddialı bir sergi. Arşivler karıştırıldı ve Türkiye'deki ustaların en iyi kareleri toparlandı. Hemen herkes bir beklenti içindeydi, herhalde iyi bir telif verirler diye... Tek kuruş vermediler! Neden? Çünkü onlar bile biliyorlar artık bu ülkeyi, başka bir ülkenin fotoğrafçısına yapamayacakları bir şey yapıp, Türk fotoğrafçısını ucuza getirmeye çalışıyorlar! Bunu üstelik bir Türk'ün yaptığını düşününce daha da kötü oluyorum..."

Uludağ'a çıkın, teleferiğin yanında İsviçre dağlarının devasa fotoğraflarını göreceksiniz. Neden? Nedenini söyleyeyim, çünkü adamlar bir Türk fotoğrafçısına para vermektense, internetten bir yerden buldukları bedava fotoğrafları kullanmışlar! Böyle bir şey var mı?

Siz adamı dünyanın bir yerinden Uludağ'a turist olarak getirmeye çalışacaksın ama teleferiğin üstüne İsviçre resmini koyacaksın!"
Sadece bu mu? Değil elbet. Bir de korsancılar var. Bu çok daha acıklı bir öykü. İsa Abi'nin anlattıkları bana kalsın, canınızı daha fazla sıkmayayım artık...


Anıları yel üfürdü, su götürdü!
İsa Çelik'in Tünel'deki stüdyosu, Türkiye'deki muhtemelen en büyük antika fotoğraf makinesi koleksiyonlarından birini barındırıyor. Eski makinelerin çokluğu ve birçoğunun bugün bile çalışır olması şaşırtıcı. Koleksiyonda Leica'lar, Hasselblad'lar, Yashica'lar hatta eski KGB casus kameralarından bile var! Ama benim için asıl muhteşem parça, eski Arap denizcilerinin usturlablarını anımsatan pozometreler.

Sadece bunlar mı? Taş plaklar, ünlü fotoğraf ustalarının imzalı fotoğrafları, sokak tabelaları, arkasında ünlü Türk şairlerinin imzası bulunan boş rakı şişeleri... Osmanlıca tabelalardan bir tanesi, Cahit Arf'ın evinin istimlakından bir iki önce evinden sökülmüş! Üzerinde Fransızca ve eski alfabe ile "İstanbul Sular İdaresi" yazıyor.

Arkası imzalı şişelerden bir tanesini elime alıp okumaya çalışıyorum: "23 Nisan 1978, bu şişeyi de güzel içtik!" İmzalar: Fikret Otyam, Ara Güler, Aziz Nesin...

İsimlerin gerisi okunmuyor... Bunun gibi diğer 10-15 şişeyi süsleyen imzalar da silinmiş geçen haftaki(*) su baskınında! Evet, su baskını, çünkü İsa Abi'nin üçüncü kattaki stüdyosunu, yukarı katta patlayan bir boru harabeye çevirmiş! Ben röportaj için büroya geldiğimde, yan odada "çöpe atılacaklar'' bir kenara toplanıyordu... Maddi değerini bilemem ama manevi değeri ölçülemeyecek, fotoğraf, belge, kitap, hatıra, çöpe gidiyordu!



Fotoğrafların anlattığı öyküler
İsa Abi'nin tüm fotoğraflarının ayrı bir öyküsü var. Her biri bambaşka bir dünyayı anlatır. Bazı fotoğrafların ise öyküsü çok ayrı.

Taksim'deki o ünlü 1 Mayıs Yürüyüşü'nde çekilen karede olduğu gibi... Meydandaki tüm gazetecilerin yürüyen insanları çektiği anda, İsa Çelik'in gözü 'insana dair" bir başka kareyi yakalar. Şehre yeni gelen köylüler, "işçi-köylü bayramının" şaşkınlığını yaşamaktadır.

"Hazreti İsa"nın en az her peygamberin olduğu kadar deli olduğunu söylemiş miydim size? Soğuk ve karlı bir şubat gecesi, Ankara-İstanbul otobüslerinin mola verdiği Varan Bolu Dağı Tesisleri'nde çekilir bir lambanın fotoğrafı. İsa Çelik, sabah otobüsle Ankara'dan İstanbul'a giderken konaklama tesisinde gördüğü sokak lambasını akşamüstü ışığında hayal etmiş, İstanbul'a döndüğünde dayanamayıp otobüsün bagajından üçayakı indirip kurmaya başlar! Otobüs, "İsa Peygamberi bekleyemediğinden" gider, İsa Çelik bir sonraki İstanbul otobüsünü bekler bu kare yüzünden :).

Yukardaki kare ise Atatürk'ün eşi Latife Hanım'ın Karşıyaka'daki evinin penceresine ait. İçerdekiler artık yok olmuş bu virane evin küçük kiracılarıdır. O ev yok artık, Latife Hanım da, peki ya çocuklar? İsa Çelik, Latife Hanım'ı tanıyamamış olmaktan üzgün. Latife Hanım'ın o bir ömür boyu süren sessizliğini, "Ben bu sessizliğe Greta Garbo'luk diyorum" sözleri ile anlatıyor...

Bir başka karedeyse Haliç'teki Camialtı Tersanesi'nde işçiler artık paydosa hazırlanmakta. Ereğli Demir-Çelik'teki işçi ise çeliğe su vermeye...



Kaybolan meslekler
Bazı kareler vardır, çekerken belki de bunu bir daha kimsenin çekemeyeceğini düşündüğünüz... İsa Çelik'in 1970'lerde Anadolu'nun dört bir yanını dolaşarak çektiği "Kaybolan Meslekler" serisinin kareleri gibi.

Hasırcılar, kaşıkçılar, tüfekçiler, kelleciler... Artık eskide kalan bir dünyanın parçaları oldular. İsa Çelik için hepsinin hüzünlü bir öyküsü var.

"Tam bir Fellini filmi gibiydi!" diyor İsa Abi, kaşıkçılar için. Kaşıkçıları çekmek için önce Konya'ya gitmiş İsa Çelik. Konya'ya vardığında kaşıkların orada yapılmayıp, "sadece boyandığı"nı öğrenmiş. Kısa bir araştırmanın ardından ver elini Akşehir! Neyse, maceralı bir yolculuktan sonra bir tahta kapıyı açmış ki, bir de ne görsün! Ben diyeyim 100 metre boyunda, siz deyin ki 150 metre genişliğinde bir arsa... Arsanın üzerinde de güneşe serilmiş binlerce tahta kaşık!

Sohbet geliştikçe İsa Abi'den fotoğrafçılığın hilelerini de öğreniyorum. Tüfekçilerde olduğu gibi "görüntülenmekten" hoşlanmayan meslek erbabı ile yarenlik fotoğraf makinesini öylece masanın üzerine kormuş İsa Abi... Arada bir çantadan bir objektifi çıkartıp onu siler, sonra da yerine, çantasına kaldırırmış. Hiç fotoğraf çekmezmiş, ta ki sokaktan bir horoz ya da inek geçinceye kadar... Alırmış eline kamerayı, çekermiş horozu! 10 dakika sonra yoldan bir topal kedi mi geçti? "Ne enteresan kedi!" deyip onu çekermiş. Normalde fotoğraf çektirmek için binbir naz yapacak olan ustalar alınmaya başlarmış: "Eee, horozu çektin, kediyi çektin... Bizi adam yerine koymaz mısın, be birader!"

Semerci "Ali Osman Amca" da bunlardan biri. İsa Çelik, son semerci ustası Ali Osman Amca'yı Beykoz'da bulmuş. Fotoğrafları çekerken bu son semerci ustasının, "şeytan dürter" İsa Çelik'i; "Ali Osman Amca, nerden buluyorsun müşteriyi İstanbul'da?"

Ali Osman Amca şöyle bir süzer İsa Çelik'i; "Delinin sorduğuna bak, İstanbul'da eşek mi ararsın?"


Uçurumun kenarında
Madem Kazancakis ile açtık yazımızı, yine onunla bitirelim. Yunan yazar Kazancakis'in kilise tarafından aforoz edilen İsa'sı, bir umutsuzluk anında "İnsan uçurumun kenarına varmadan kanatlanmaz" der.

"İsa Abi" neredeyse uçurumun kenarından, Toros'un fakir bir yörük ailesinden çıkarak kanatlanmış... Farkında değilsiniz ama o fotoğraflarıyla bize sadece insanları değil; kapıları, pencereleri, kedileri, İstanbul'u ile herşeyi sevmeyi öğreten kişi... Gerçek bir peygamber.

İyi ki varsın "Hazreti İsa"!




(*) Not 1: Bu röportaj 2003 yılının Eylül'ünde yapıldı. Dolayısıyla yazıda bahsi geçen su baskını o tarihlerde gerçekleşti.

Not 2: En yukardaki İsa Çelik fotoğrafı, Sevgi Çiçek'e ait. Diğer karelerse, fotoğrafların telif hakları çiğnenerek çoğaltılmasını engellemek amacıyla, "uzun kenarı 320 piksel" ile sınırlı olacak şekilde siteye konmuştur. Lütfen, yüksek çözünürlüklü hallerini talep etmeyin.

Not 3: Sebastiao Salgado, Henri-Cartier Bresson, Cem Boyner, Francesco Zizola derken "İsa Çelik" abimiz hakkında bir yazı yazmamak olmazdı. Bir şeyi 40 kere dilerseniz olurmuş, siz de katılın bu duaya: "İsa Çelik albüm çıkarsın! İsa Çelik albüm çıkarsın! İsa Çelik..."

Pazartesi, Şubat 06, 2006

Berlusconi başkan, İtalya şampuan!


Bir süredir yoğunluktan ve tembellikten ötürü Burkina Fasa Fiso'ya ve Moleschino'ya yazamıyordum. Aslında anlatacak o kadar çok şey birikti ki... Hangi birinden başlasam?

Eğlenceli bir konuyla başlayalım. Konumuz, İtalyan demokrasisinin gülü; Fininvest'in başkanlığını yaptığı dönemde yargıçlara rüşvet verdiği ispatlanmış; mahkemede Gladio uzantısı P2 locasına üye olmadığını söyleyen, 1826 nolu üye olduğu ortaya çıkınca hafızası yerine gelen; vergi kaçırdığı mahkeme kararları ile sabit, Silvio Berlusconi...

Bugünlerde dünyanın en demokratik seçim yasalarından birine dayanan İtalyan seçim sistemini olabilecek en adaletsiz hesaplamayla değiştirmekle uğraşan (Bizdeki sistemi bugün bir İtalyan'a verseniz, öpüp başına koyar, o kadar!) Silvio Berlusconi'den tüm İtalya'nın "sıtkı sıyrılmış" durumda.

Silvio Berlusconi'yi nasıl anlatabilirim ki size? Bir an için, Aydın Doğan'ın Türk televizyon kanallarının yüzde 91'ini kontrol ettiğini; Ali Şen'in Fenerbahçe'ye ömürboyu başkan seçildiğini; Türk Gladiosu'nun gözbebeği ve "Susurluk kahramanı" Mehmet Ağar'ın iktidara geldiğini, üstelik MHP ve DEHAP ile koalisyon (Berlusconi'nin neo-faşist Gianfranco Fini ve ayrılıkçı Umberto Bossi ile yaptığı türden) kurduğunu hayal edin... Bu üç adamın üzerine bolca Cem Uzan şerbetinden gezdirip, oluşacak karışımı bir kapta "kulak memesi" kıvamına gelinceye kadar karıştırın...

Voila! Ve işte karşınızda Silvio Berlusconi!

İşte böyle bir şey olsa gerek, Silvio Berlusconi tarafından yönetilmek... Aklı başında, orta zekâ seviyesinin üzerindeki her Türk için "bir kâbus" olabilecek bu senaryo, İtalya'da 1994'ten beri gerçek!

Bir süre önce Burkina Fasa Fiso'da Silvio Berlusconi'nin "baş belası" olan bir blogger'dan bahsetmiştim sizlere... Ünlü İtalyan komedyen Beppe Grillo, artık günde 200.000'e (yazıyla: iki yüz bin!) yaklaşan ziyaretçi sayısıyla, binlerce blogger'dan toplanan paralarla verilen tam sayfa gazete ilanlarından sonra İtalyan bloggerları yeni bir eyleme çağırdı: Wikipedia'daki Silvio Berlusconi maddesini yeniden yazmak!

Çağrıyı izleyen gün içinde, İtalyan Wikipedia'sındaki Silvio Berlusconi maddesine tam 23.000 kişi katkıda bulundu! Neler dökülmedi ki ortaya? Mahkeme kararları, P2 locasının sırları, Berlusconi'nin muhtemelen kendisinin bile unuttuğu ortaklıkları, eski gazete küpürleri... İşe bir süre sonra Berlusconi taraftarlarının da katılmasıyla inanılmaz bir "edit savaşı" yaşandı.

Sonuçta, Wikipedia yönetimi olaya el koymak zorunda kaldı ve İtalya'da mart ayında yapılacak seçimleri etkileyebileceği gerekçesiyle, bu maddeye yapılan eklerin yüzde 95'ini silerek maddeyi dondurdu. Wiki'de çare tükenmez elbette, Berlusconi karşıtları hemen kendi özgür Wiki-media'larını kurdular :)...

Acaba diyorum, münbit Anadolu topraklarından kaç tane böyle "Kollektif Wiki araştırma dosyası" çıkar? Pardon, birileri "Tansu Çiller", "Susurluk", "12 Eylül", "Özal Ailesi" mı dedi?

Ne kötüsünüz...

(...)

Hadi, sizlere İtalya'dan birkaç Berlusconi fıkrasını anlatayım:

"İtalyan posta idaresi, üzerinde başbakan Silvio Berlusconi'nin resmi olan pullar bastırmış. Ancak birkaç gün sonra pulları piyasadan toplamak zorunda kalmışlar çünkü İtalyanlar pulun yanlış yüzüne tükürüyormuş!"

"Cennette kıyamet gününü bekleyen San Pietro (Katoliklerin en büyük azizi ve Roma Kilisesi'nin kurucusu) bir gezintiye çıkmaya karar vermiş. Diğer Katolik azizleri, melekleri tek tek ziyaret ettikten sonra tanrının huzuruna çıkmış. Tanrı kocaman bir tahtta oturuyormuş ve arkasındaki duvarda milyonlarca saat asılıymış. San Pietro saygılı birkaç kelamdan sonra dayanamamış sormuş:
- Efendim, arkanızdaki bu saatler nedir?
- Onlar günahkâr kullarım için. Her günah işlediklerinde saniyeyi gösteren ok 'bir tık' ileri gidiyor.
San Pietro saygıyla susmuş. Duvardaki saatleri sessizce seyretmeye devam etmiş. İki dakika sonra tekrar dayanamamış:
- Efendim, şimdilerde İtalya'yı yöneten kulunuz Silvio Berlusconi'nin saatini burada göremiyorum?
- Ha, o mu? Onu ofiste vantilatör olarak kullanıyorum!"



Not: Şimdi bazılarınız "Madem o kadar kötü, Berlusconi'yi neden seçiyor İtalyanlar?" diye soracak. Cevabını ilerde vereceğim.
.