Cuma, Aralık 30, 2005

Süleyman


Süleyman. Kökenini M.Ö. 8. ve 9. yüzyıl İbranice'sinden alan bu kelimenin kökeni "Şelomoh"dan geliyor. "Barış" anlamına gelen bu kelimenin izlerini Ortadoğu coğrafyasında kullanılan pek çok dilde görebilirsiniz.

İsraillilerin kullandığı "Şalom" yani barış sözcüğü, kanlı bıçaklı oldukları Arap komşularının dilinde "Selamün Aleyküm"lü terennümlere dönüşür. "Selamün Aleyküm" derken temenna çekmek makbuldür, sağ elinizin parmaklarının ucuyla önce göğüse ardından da dudaklara ve alna dokursunuz. Anlamı, "Kalbimde yeriniz var, isminiz ağzımda ve hep aklımdasınız"dır. Birazdan sizi şaşırtacak başka bir etimolojik açıklamaya giriş olsun diye yazalım. Temenna kelimesi "temenni" ve "amenna" kelimelerinin üleşmesiyle oluşmuştur. Anadolu'da yolcu uğurlayanların ağzından da aynı kelime dökülür: "Selametle!"

Süleyman'ın kökenini "Şelomoh"tan aldığını söylemiştik. Peki, ya Şelomoh kökenini nereden alıyor? Şimdi sıkı durun: Antik Mısır dilinde "Şe-el" (huzur) "Amon" (Antik Mısır'ın rüzgâr ve güneş tanrısı) kelimelerinin bileşiminden oluşmuştur bu isim!

Bir peygamberin adını bir Mısır tanrısından alması size inandırıcı gelmedi mi? O da bir şey mi? Dualardan sonra söylenen "Amen/Amin" kelimelerinin nereden geldiğini sanıyorsunuz? Aynı Mısır tanrısının adından! Peki, ya üçüncü halife "Osman"ın adının etimolojik kökeni?

Neyse, sanırım bugünlük bu kadarı yeter. Daha fazlasını anlatırdım ama...

Süleyman'ların en ünlüsü hiç kuşkusuz Hazreti Süleyman'dır. Eski Ahit'e göre İsrail'in büyük krallarından biri olan Hz. Süleyman, Hz. Davut'un oğludur ve doğaüstü güçlerle donatılmıştır. Ateşe, rüzgâra, kuşlara ve cinlere hükmetmektir onun mucizesi. Kuran'ı Kerim'de Hz. Süleyman'a verilen güçler şöyle anlatılır:
Süleyman, Davud'a mirasçı oldu ve dedi ki: "Ey insanlar, bize kuşların konuşma-dili öğretildi ve bize herşeyden (bol bir nimet) verildi. Gerçekten bu, apaçık bir üstünlüktür". Süleyman'a cinlerden, insanlardan ve kuşlardan orduları toplandı ve bunlar bölükler halinde dağıtıldı. (Neml 16-17)

Efsaneler ve kutsal kitaplar, Hz. Süleyman'a bugüne dek kimseye bahşedilmeyen bir krallık verildiğinden bahseder. Nil Nehri'nden Fırat'a kadar olan topraklarda 40 yıl boyunca hüküm süren bu kral/peygamberin, temelleri şimdi Kudüs'te Mescid-ül Aksa'nın altında kalan Kudüs Tapınağı'nı inşa ettiği iddia edilir.

Hazreti Süleyman'dan daha büyük bir krallığa sahip olan bir Süleyman daha vardır elbet. Osmanlı padişahı Kanuni Sultan Süleyman 1566 yılında öldüğünde, ardında Viyana kapılarından Azerbaycan'a, Yemen'den Fas'a kadar uzanan devasa bir imparatorluk bırakmıştı. "Sultan Süleyman'a bile kalmadı dünya" sözü, onunla anlamlanmıştı.

İster asıl adı Amon olsun ister Şelomoh, "Süleyman" tüm dinlerde, tüm zamanlarda gücün, barışın ve ölümsüzlüğün semboldür.

İstanbul'un terkedilmiş bir mezar taşından seslenir bize ölümsüzlük:
"Bir zamanlar ben de Süleyman idim,
Ateşe rüzgâra hükümdar idim,
Sanma ki Hazreti Süleyman idim,
Galata'da Ateşci Süleyman idim!"

Bir Süleyman daha var elbet. "Üs yok tesis var" diyen; darbelerde tankın üzerine çıkmaya cesaret edemeyen; Cavit Çağlar, Kamuran Çörtük, Yahya ve Murat Demirel'li aile fotoğrafı bize ilelebet gülümseyen, "Gayri Kanuni Süleyman" var ama... Neyse, o da başka bir yazının konusu olsun.



Resim: Süleyman'ın Hükmü / Nürnberg yazmaları (1470'ler)

Salı, Aralık 27, 2005

En güzel huzursuzluk


Acaba sabah uyandığımda tamamı inmiş olur mu? Erken uyansam acaba daha mı erken iner? Hangi paketleri kurmalıyım? Son dakika hataları ile karşılaşmayız, değil mi? Hepimiz "Yatcaz-kalkcaz Pardus'u kuracaaz" değil mi?

En güzel huzursuzluk, bu olsa gerek...

Emeği geçen herkese binlerce teşekkür...

Perşembe, Aralık 22, 2005

Meksika'dan bir mektup var!


Tam 11 gün önce, bana çok uzaktan, Meksika Chiapas'tan bir mektup geldi :). Özetle söylemek gerekirse, Zapatista hareketi (EZLN) isim değiştiriyor ve tüm dünyadan Zapatistalar hakkında yazı yazmış "çeşitli bloggerları", yeni bir mücadelenin parçası olmaya davet ediyorlar. Bu kampanyanın henüz kesinleşmemiş adı "Zapatistas InterGalactica". Subcomandante Marcos yine bol bol internetten, futboldan, edebiyattan, Meksikalı yerli halklardan, felsefeden ve "rüyaların hızı"ndan* bahsedecek :).

Ve böylelikle de Marcos aynı anda dünyanın tüm dillerinde yazan "ilk bloggerı" olacak. Bu, bana da yapılan ve beni açıkçası çok onurlandıran bir teklifti... Diğer Moleschino üyeleri ile mail grubumuzda tartıştıktan sonra; bunu Burkina üzerinden değil ama, Moleschino aracılığı ile hayata geçirmeye karar verdik.

Evet, doğru duydunuz! Bir süre sonra "Subcomandante" üyemiz olacak :)...

Sadece bu kadar mı? Değil elbette :). Aramıza bir de "büyük bir yazar" katılıyor. RSS üzerinden, kendisinin bir öyküsünün her gün bir bölümünü yayınlayacağız.

Yılbaşından sonra Moleschino epey bir hareketlenecek anlayacağınız.




* Not: Ah, Evet! Ağzımdan kaçırdım :). "Rüyaların Hızı" Subcomandante Marcos'un eğer yanılmıyorsam Türkçe'ye hiç çevrilmemiş bir yazısının adı. İspanyolca aslından çevirisine başlandı, yakın bir gelecekte Moleschino'da yerini alacak. Ama önce birkaç ısınma yazısı...

Cumartesi, Aralık 17, 2005

Pardus bizi diskoya götür!


Bilgisayarıma Suse Linux 10.0'ı kuralı 24 saat olmadan silip, üzerine Pardus'un "sıfır nolu" aday sürümünü kuracağım.

Bir yanda arkasına Novell'i alan ve "su içinde" değeri 210 milyon doları bulan Suse; diğer yandaysa yarın akşam birisini evine yemeğe gideceğim, salı sabahı da belki de bir diğeriyle beraber kahvaltı yapacağım adamların iki yıl boyunca çalışıp hazırladıkları Pardus...

Taraflardan biri 10'uncu dağıtımını çıkarıyor ve sadece yazılımları YaST ile paketlemek için -yanılmıyorsam- 42 kişiyi görevlendirmiş durumda :)... Diğeriyse ilk sürümünü daha çıkarmamış ve tüm çekirdek kadrosu 10-12 kişiden ibaret olmasına rağmen, KDE 3.5'un kararlı yerelleştirmesini tamamlayan "dünyanın üçüncü dağıtımı" Pardus.

Hayat çok garip...




Not: Blogger'da edit edilen eski yazılar neden Gezegen'de yukarı çıkıyor? Valla istemeden oluyor, yazılarımı editlemeye utanır hale geldim. Bunun bir çaresi yok mudur?

Cuma, Aralık 16, 2005

Firefox neden 3.0'ı geliştirmeye başladı?


Mozilla Firefox cephesinden iyi haberler gelmeye devam ediyor. İlk iyi haber, bir süre önce Internet Explorer'ın 7'nci sürümünde kullanılacak RSS ikonu için, bir oylama başlatan Microsoft yazılımcılarının gelen tepkiler üzerine Firefox'da yer alan simgeyi devam ettireceklerini açıklamaları oldu.

Belki çok küçük bir ayrıntı, ama bu bile Firefox'un artık bazı standartları nasıl belirlediğine ilişkin önemli bir gösterge. Bu olayı bir başka yüzünden okumak gerekirse, Firefox'un etrafında toplanan "kullanıcı grubu"nun artık Microsoft üzerinde bile bir baskı oluşturacak güce eriştiğini görüyoruz.

Firefox 1.5'in duyurulmasından sonraki ilk 24 saat içinde gerçekleşen 2.ooo.ooo adeti aşan indirme (download) sayısıysa, 1.0 sürümünü geride bırakan bir rekora imza attı. Nitekim bağımsız ölçüm şirketi Onestat'a göre, ekim ayının son haftasından itibaren hızlı bir yükselişe geçen Firefox'un pazar payı, ilk defa çift haneli rakamlara ulaşarak yüzde 11,5'e erişti.


Mozilla geliştiricilerinin 2.0 ve 3.0 için hazırladıkları yol haritasının bu ilk taslağında, 2.0 ve 3.0 için iki farklı gelişim yolunun izlenmesi dikkat çekici. Firefox 1.5'ta da kullanılan Gecko 1.8 motorunu kullanacak olan Firefox 2.0, bazı önemli yenilikleri getirecek olmasına karşın, asıl büyük değişiklikler bir sonraki sürüme saklanacak.

Firefox 3.0'ın hazırlanmasına 1.5'tan itibaren başlandığını söylemek mümkün. Şaşırtıcı ama böyle, çünkü Gecko motorunun mimarisinde yapılacak yani "Trunk" içine atılacak tüm büyük değişiklikler, 1.8.x "Branch"i üzerinden geliştirilmesine karar verilen Firefox 2.0'da yer al(a)mayacak! Bu kararın epey tepki alacağını tahmin etmek zor değil. Mozilla ekibi, böylelikle 2.0'ın "en az" 1.5 kadar kararlı bir sürüm olmasını hedefliyor.

Mozilla yazılımcılarının bu kararı almasında bir neden daha var elbet: 2006'nın 23 Temmuz'unda çıkması beklenen Vista ve Internet Explorer 7.0'ı daha güçlü bir ürünle karşılamak. Nitekim, Firefox 2.0 için öngörülen çıkış tarihi 27 Temmuz 2006.

Peki, Firefox 2.0'da ne tür yeniliklerle karşılaşacağız? Mozilla Wiki'de yer alan ve üzerinde tartışılan "taslak metinler" ışığında, şu özelliklerle tanışabiliriz:
  • RSS Reader/Viewer (Firefox'un en önemli eksiklerinden biri),
  • Dosyaların indirilme oranlarının grafiksel olarak durum çubuğunda gösterilmesi,
  • Adres çubuğunda yeni güvenlik seviyeleri, anti-phishing detektörü (Opera, Firefox, Konqueror ve IE 7.0'da uygulanacak),
  • Geçmiş içinde arama yapabilme, oturum bazında "geçmiş" bilgilerini takip edebilme,
  • Yer imlerinde (bookmark) sekmelere dayanan yeni bir yönetim arayüzü,
  • Tüm yer imlerini "canlı yer imi" (live bookmark) haline getirebilme (Bence bu çok ilginç. Yer iminiz size kendi sitesinde birşeylerin yenilendiğini söyleyecek),
  • Adres çubuğunun yanındaki arama motorlarına yükleme/silme/güncellenme yeteneği kazandırılması.

Arayüzde bazı kozmetik düzenlemelerin de yer almasını bekleyebileceğimiz 2.0 sürümünden sadece yedi ay sonra, yani 2007'nin şubatında "asıl bomba" Firefox 3.0 gelecek. Üçüncü sürümde çok daha ciddi değişiklikler var:
  • Gecko 1.9 motoru
  • Javascript 2.0 desteği
  • Yeni bir öntanımlı Firefox teması
  • Kapatılan sekme ve pencereleri geri getirebilme
  • Oturum kaydetme (Opera'daki "session saving" özelliği)
  • XUL için Phyton dil desteği
  • Yazım denetimi
  • Sayfayı ekrana otomatik sığdırma (Opera'da var olan bir diğer özellik)
  • SVG 1.1 elemanlarının tamamına destek.

Bana öyle geliyor ki, Temmuz-Ağustos aylarında epey hareketli günler yaşayacağız. Aynı tarihlerde Apple, Mac OS X 10.5 "Leopard"ı çıkarırsa hiç şaşmam... Steve Jobs yine yapacağını yapıp, ilk "sonsuz çözünürlüklü" grafik arayüze sahip işletim sistemini çıkarabilir. Bir yanda Microsoft ve korkunç PR gücü; karşısında en büyük "şovmen" Steve Jobs ve Intel işlemcileri destekleyecek olan Leopard; öte yandaysa gürültü çıkarmakta onlardan pek de aşağı kalmayan Mozilla ekibi...

Bakalım kim kazanacak?

Perşembe, Aralık 15, 2005

Gülay Göktürk'ün sınırları var mı?


"Atatürk Fenerbahçeli miydi yoksa Galatasaraylı mı?" tartışmasının gazı yetmemiş olacak ki, Türk neo-liberalizminin mümtaz temsilcilerinden Gülay Göktürk, köşesinden "şu minvalde" bir salvo atış yaptı:
"Atatürk yaşasaydı, 1950'lerde Adnan Menderes tarafından alaşağı edilirdi. 27 Mayıs ihtilalcileri ile muhtemelen işbirliği yapacak ve belki de 70'lerde Bülent Ecevit'in ortanın solu hareketi karşısında yenilip köşesine çekilecekti!"

"Gülay Göktürk kimdir?" diye soracaklara hatırlatalım, kendileri 70 öncesi FKF (Fikir Kulüpleri Federasyonu) kadrosu içinde bulunan, sonra bu gruptan ayrılarak Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan ile Dev-Genç'in çekirdek kadrosu içinde yer alan, 12 Mart sonrasındaysa Doğu Perinçek, Gün Zileli, Cengiz Çandar ile birlikte "maocu" TİİKP'yi (Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi) kuran "profesyonel devrimci" bir ablamızdır...

12 Eylül'ün işkence tezgâhlarından da geçen Göktürk, 1989'da Berlin Duvarı'nın yıkılması ile Türk sosyalist solunda yaşanan çöküntü sonrasında, çareyi "solculuğun kızgın kumlarından neo-liberalizmin serin sularına" atlamakta bulan ekip içinde yer aldı.

Yeni Yüzyıl'da çalıştığı dönemde köşe yazılarını The Observer'un yazarlarından Erica Jong'dan arakladığı anlaşılınca, "Siz hiç mi komşunuzun bahçesinden erik çalmadınız?" diyerek kendini savunan bir düşünürümüzdür.

Gülay Göktürk'ün "Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım? Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner aşarım!" dediği yazısıysa hiç kuşkusuz, pedofiliyi (sübyancılık) savunan makalesiydi... Sübyancıların sübyanlara zarar vermedikleri sürece, "cinsel tercihlerini" özgürce yaşayabilmesini savunan Gülay Göktürk, animasyon filmler ile yapılacak "çocuk pornosu"nun kimseye rahatsızlık vermemesi gerektiğini savunmuştu!

Şimdilerde "profesyonel devrimcilik" kariyerine Nazlı Ilıcak, Aykut Işıklar ve Cengiz Çandar'lı "Bugün" gazetesinde (eski Tercüman) devam eden Gülay Göktürk'ün Türk düşün hayatına yaptığı katkılar saymakla bitmez.

Ne yalan söyleyeyim, benim için Gülay Göktürk, kendi düşünürlerini "yaratamamış" Türk neo-liberalizminin "omurgasızlığının" bir sembolüdür...

(...)

Atatürk
'ü mü tartışmak istiyorsunuz? Bu adama "çok şey" borçluyuz ama madem istiyorsunuz, tartışalım! Ama adam gibi, saçmalamadan ve "teyzemin testisleri olsaydı tıpkı amcam gibi olurdu" türünden faraziyeler üreterek değil!

"Atatürk'ü putlaştırmayalım" mı demek istiyorsunuz? Evet, bence de putlaştırmayalım, bu ülkede Atatürk'e en büyük kötülüğü "Ben Atatürkçüyüm" diyenler yaptı! Sanırım "en azından" burada birleşiyoruz.

Doktrin tartışalım, tarih tartışalım, siyaset tartışalım! Ama bunu lütfen "namusluca" yapalım. Bunu yapmadığınız sürece, bir zamanlar "Atatürk yaşasaydı, Refah Partisi'ne oy verirdi!" diyen Erbakan kadar komik olursunuz...

(...)

Aklıma bir fıkra geldi, anlatmadan olmayacak:
Tanrı dünyayı yaratırken, halklara da şekil vermeye karar vermiş. Cebrail'i çağırmış yanına:
-Gel bakalım, şimdi seninle halklara bazı özel yetenekler vereceğiz! Herkese eşit davranmak için her ülkeye sadece iki özellik vereceğiz.

Tanrı biraz düşünmüş:
-Önce Fransızlarla başlayalım işe. Onlar hem romantik olsun hem de iyi yemek yapmayı bilsinler.

Cebrail önündeki kağıda bunu not almış.
- İngilizlere kurnazlığı ve çalışkanlığı verelim!

Cebrail önündeki kağıda bunu da not almış.
- İtalyanlar hem neşeli olsunlar hem de sanatçı ruhuna sahip olsunlar!

Cebrail önündeki listeye bakmış, "Efendim" demiş, Türkleri unuttunuz..."

Tanrı uzun uzun düşünmüş...
- Türkler dürüst, zeki ve sağcı olsunlar!

Cebrail şaşırmış: "Efendim, Türklere üç özellik birden verdiniz..."

Tanrı omzunu silkmiş:
- Amaaan, içlerinden işlerine gelen iki tanesini seçsinler işte!

Türk sağının en büyük sorunu budur. Türklerden "hem zeki hem dürüst hem de sağcı" çıkmıyor; sağcı olanlarsa ya "zeki" ya da "dürüst" değiller...

Gülay Göktürk hangi sınıfa giriyor sizce?

Salı, Aralık 13, 2005

Ürün stratejisi yenir mi?


E-kolay.net'in geçtiğimiz hafta duyurusunu yaptığı Minicom, maddi gücü bilgisayar satın almaya yetmeyen geniş kitleleri hedefleyen bir ürün. AMD Geode işlemcili bir anakarta entegre DDR bellek, ses aygıtları, dört adet USB çıkışı, monitör ve klavye çıkışı ile küçük bir sistemi içeren bir internet aygıtı...

Minicom'u 24 ay boyunca 16,99 YTL +KDV'lik ödemelerle alabileceğiniz gibi, dilerseniz yukardaki resimde görülen 15 inçlik LCD monitörle birlikte 24 ay boyunca 29,99 YTL +KDV ödeyerek de sahip olabilirsiniz. Bu ödemeler süresince e-kolay.net'den ücretsiz internet erişimi sağlandığını da bir kenara not edelim.

(...)

Şimdi bir soluk alalım...

Gelir düzeyinin düşük olduğu pazarlara yönelik bu tür "kompakt" ürünlerin çıkması, "doğru ve yerinde" bir ürün stratejisidir. Burada belirleyici iki faktör vardır: Pazara sunulan ürünün "pahalı rakiplerini" ikâme edip edemeyeceği yani rakip bilgisayarların "işlevlerini taşıyıp taşımadığı" ve ürünün tüketiciye olan maliyeti...

Şimdi bu iki temel faktör ışığında, Minicom'u inceleyelim.

Minicom'un web sitesinde, bu sistem ile "internete bağlanıp, oyun oynayabileceğiniz, film ve video oynayabileceğiniz" anlatılıyor. Minicom'un sitesinde yazılanları okuyunca insanın aklına ünlü Bektaşi fıkrası gelmiyor değil:
Bektaşi'nin biri hocaya gitmiş:
- Hoca bak, Kuran'da açık açık yazıyor: "Namaz kılmayın!"
Hoca köpürmüş:
- Nerede yazıyor, göster bakayım!
Bektaşi almış eline Kuran'ı, Nisa suresinin olduğu sayfayı açmış ve göstermiş hocaya ayeti!
Hoca şaşırmış elbet... Biraz dikkatli bakmış ayete:
- İyi de bunun başında "sarhoşken" var! Burada "Sarhoşken namaz kılmayın" diyor!
Bektaşi arkasına yaslanmış:
- Valla ben o kadarını bilmem!

E-kolay.net'in davranışı da bundan farklı değil. Bir kere bu bilgisayarın işletim sistemi Windows CE 4.2! Bırakın Civilization ya da Solitaire gibi bir oyunu, masaüstü sistemler için tasarlanmış hiçbir yazılımı -CE için compile etmediğiniz sürece- bu sistemde çalıştıramazsınız! Varsayalım ki compile ettiniz, peki neyle yükleyeceksiniz? Dikkat edin, sistemde ne bir CD ne de bir DVD okuyucu var!

CD ve DVD sürücünün olmadığı bir sistemde, dolayısıyla işin "film ve video oynatma" ayağı da biraz havada kalıyor :)... Hadi bir şekilde sisteme bir CD okuyucu bağladığınızı farzedelim, aslında avuçiçi bilgisayarlar için tasarlanan bu işletim sisteminin hangi "video encoding"lerini destekleyeceği de belli değil!

İnternette sörf yapma kısmına gelince. İşin en komik kısmı da burada, çünkü Minicom hakkında bilgi verilirken, 24 ay boyunca ücretsiz sağlanacak internet bağlantısının "dial-up" olduğu ilanlarda "özellikle" söylenmiyor.

Monitörsüz, CD sürücüsüz, Windows CE işletim sistemli ve internet bağlantısının "saniyesi parayla" olan bir sistem? Herhalde "sudan ucuz" olsa gerek! Gerçekten de öyle mi?

Ayda 16.99 YTL'lik 24 taksitte satın alacağınız bu sistem, KDV dahil toplamda 517 YTL'ye geliyor. Yanına bir de 15 inçlik LCD monitör eklemeyi isterseniz, maliyet bir anda 914 YTL'ye yükseliyor! Bir başka deyişle; DVD yazıcılı, 3 GHz işlemcili, 17 inç monitörlü, hatta Nvidia 3D ekran kartlı bir bilgisayar fiyatına :)...

Allah, e-kolay.net'e ve bu firmanın pazarlama stratejisi sorumlusu Marjinal'e "akıl fikir" versin, gayrı ne diyelim?

(...)

Tabii, Allah'a yönelmeden önce bu muhteşem ikiliye başka bir şeyi daha öğretmeliyiz: Linux'u!

Karşımızdaki sorun, "sadece ve sadece", doğru donanımsal tercihler üzerine yanlış yazılım platformunun konmasından ibarettir. Minicom'un asıl beyni olan AMD Geode GX DB 533 anakartı, teknik özellik listesinden de görüleceği üzere, 2.4 kernele sahip tüm Linux dağıtımlarını destekliyor. Bir Linux dağıtımı ile Windows CE platformunun yetersizliklerinden kurtulmakla kalmaz, her türlü donanım üzerinde çalışabilen, çok daha ucuz sistemlere sahip olabilirlerdi...

Örnek mi? Sempron 2600+ işlemcili, CD sürücülü, 100 Mbit ethernet kartlı ve Xandros 3.0 yüklü bu "masaüstü bilgisayarı" sadece 299 dolar! Yok, bu da pahalı diyorsanız size 100 dolarlık olanlardan verelim...

Pazartesi, Aralık 12, 2005

İstanbul'un Venediklileri


Hadi, bugün size kendimden bir şey anlatayım. Burası, "Uzak" filminin afişindeki bu esrarengiz yer, benim doğduğum, büyüdüğüm ve aklımı bıraktığım yerdir...

Şaşırdınız mı? Siz de mi burasının "hayali" bir yer olduğunu sanıyordunuz? Hayır, burası İstanbul içindeki başka bir İstanbul'dur. Burada, "İstanbul'un Venediklileri" yaşar...

Sakinleri belki fakir ya da orta hallidir; çoğunun bir arabası bile yoktur ama varını yoğunu küçük balıkçı sandallarına, evlerinin bahçesinde yaptıkları yelkenli teknelere harcayan insanlardır hepsi. Tek ya da iki katlı bahçeli evlerinde oturan bu insanların tek bir basketbol sahaları yoktur ama Türkiye'nin ilk "mahalle yelken kulübü" de burada kurulmuştur!

Komşuluk ilişkileri bile farklıdır burada. Bembeyaz gür pala bıyıklarıyla Balıkçı İhsan Amca kapınızı çalar:

"Mümtaaaz Bey! Bak sana barbun getirdim, demin tuttum!"

Barbunlar gerçekten de tavada oynamaktadır. Mümtaz Bey barbunların karşılığını, İhsan Amca'nın gömleğinin cebine "kavga dövüş" koyduğu parayla ödeyecektir. İhsan Amca, atölyesinde alamatrasının kaynak işlerini yaptığı bu adamdan para almamak için yeminler billahlar eder:

"Bak şu çocuğun için getirdim balıkları! Allasen delirdin mi sen!"

Marangoz Yunus ise daha az "gürültülü" bir adamdır. Az konuşur, çok içer. Ama tüm sarhoşlar gibi özünde çok iyi bir insandır. Berber Nihat vardır sonra, İhsan Amcası kadar sevmez küçük çocuk onu. Yoksul mahallenin çocuklarının saçlarını "olması gerektiği" gibi kısacık, neredeyse üç numara traş eder her seferinde.

Küçük çocuğu mahallede akranlarından ayırdeden en büyük farkı, babasının evinin bahçesinde "dünyanın en büyük yelkenlisi"ni yapmış olmasıdır. Tam "8 metre 30 santim"lik bu fiberglass/ahşap karışımı tekne, gerçekten de mahalleli için "dünyanın en büyük yelkenlisi"dir. Çünkü dünyaları küçüktür, bir de teknenin suya ineceği "bokludere"nin derinliği daha fazlasına izin vermez :)...

Burada size afişte görünen "bokludere"den bahsetmezsem olmaz. "Boklu" dediğime bakmayın siz, küçükken ellerimizle içinden karides yakaladığımız bu dere, bizim gözümüzde doğanın bize kocaman bir armağanıydı... Nasıl olmasın ki? Akranlarımız apartman arasındaki iki karışlık boşluklarda kirli bir topun peşinde koşarken, bu mahallenin çocukları iskeleye bağlı sandalları çözerek en bi harbisinden "deniz savaşı" yapardı! Hem de ne savaş... En büyük silahınız, suyun üst kısmına hızlıca sürttüğünüz küreğin 10 hatta 20 metreye fırlattığı sulardır!

Annelerimizden iyi birer dayak yememize -ki benimki iyi döverdi- mal olan bu deniz savaşlarından sonra, mahallenin en büyük eğlencesi, bizim "8 metre 30 santimlik" dünyanın en büyük yelkenlisinin suya indirilme günüdür. Bütün mahalleli yardım etmek için oradadır. Teknenin yağlı kızaklar üzerinde kayarak denize ulaşması tam 4,5 saatlik bir iştir... "8 metre 30 santim" sadece tekneyi iten bizlere değil, itenlerin o telaşlı çabasını izlemeye gelen tüm mahalleliye "daha bir uzun" görünür o gün...

"Haydi hop! Bi daha! Haydi hop! Bi daha!"

Sonunda suya iner tekne... Ve bütün mahalleli sevinçle bağırır, avuçlar patlayıncaya kadar alkışlanır tekne. Bu arada âdettendir, tekneye Türk bayrağı ancak tamamı suya indikten sonra çekilir. Ve alelacele bayrağı göndere çekilen "dünyanın en büyük yelkenlisi"nin tüm cakası da o küçük dere içindedir, çünkü derenin dışına çıktığı andan itibaren Marmara Denizi'nin en küçük yelkenlisi olacaktır! Öyle ki, bazı marinalara bordasının alçaklığından ötürü yanaşamayacaktır bile :)...

"Canı burnunda" olan Mümtaz Bey etrafındakilere laf yetiştirir:

"Tekne sahibi hayatında iki kez mutlu olurmuş. Birincisi, teknesi suya indiğinde. İkincisi ise teknesini satıp kurtulduğunda!"

(...)

Bu hikâyedeki "küçük çocuk" benim. Mümtaz Bey ise babam. Gülmeyin ama bu "bokludere"nin bana çok şey kattığını söyleyebilirim. Yüzmeyi, iskeleden teknenin kıç aynasına atlarken düştüğüm bu "bokludere"de öğrendim bir kere... Iskota kilidi, usturmaça, ıstralya anahtarı, gurcata, kalafat murçu, ıskarmoz, ayı bacağı gibi deyimlerin hepsini orada öğrendim. Benim gibi kardeşlerim Hüseyin ve Melek de tüm bunları orada öğrendiler.

Neresi mi burası? Küçükçekmece Gölü'nün Marmara Denizi'ne bağlandığı derenin kenarında, gözlerden ve gönüllerden ırak bir yer: İçkumsal.

Bedrettin Dalan'ın Haliç kıyı şeridine beton dökerek Ayvansaray ve Balat civarındaki balıkçı barınaklarını yıkmasından sonra İstanbul'un geriye kalan tek denizci semti olan İçkumsal, şimdilerde büyük bir tehdit altında. Güzel ve denize âşık insanlarıyla İstanbul'un denizci bu "son semti"; balıkçı sandalları, yelkenlileri ve kanallarıyla büyük bir ihtimalle, tarihe karışacak...

Neden mi? Hemen anlatayım.

Küçükçekmece'nin AKP'li belediye başkanı, "tapulu-imarlı ve ruhsatlı" evleri yıkıp; yerlerine lüks teknelerin yanaşacağı, alışveriş merkezleri ve zenginler için "prestij konutları" (bu deyim ona aittir) inşa etmenin hayallerini kuruyor bugünlerde... Bu semtin adı da, kötü bir şaka gibi ama "Aquacity" olacakmış!

Peki, ama nasıl? Tapulu ve ruhsatlı taşınmaz mülklerin istimlakı "sadece ve sadece" yol, baraj, köprü, okul, yeşil alan gibi kamusal alanlar için yapılabilir değil miydi bu ülkede? Bir belediye, üzerindeki binalarıyla birlikte "Doğal SİT ve Koruma Alanı" ilan edilen bir bölgeye nasıl göz dikebilir?

Nasılı "çooook ama çooook ilginç" bir hikâye... Bu hikâyenin ucu Karaköy'deki Galataport'a, Dubai şeyhinin Levent'e dikilmesi planlanan ucube gökdelenine kadar uzanıyor...

Savaş mı istiyorsunuz?

Buyrun size savaş...



Not: Devamı yakında...

Cumartesi, Aralık 10, 2005

"Anarchist's Cookbook"


Dünya'da interneti sansürlemenin olimpiyat oyunları düzenlenseydi altın madalyayı kim kazanırdı?

Uluslararası Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü'ne göre bu gerçekten dişli bir mücadele olurdu... Nasıl olmasın ki? Bir yanda 400.000 siteyi bloke eden ve vatandaşlarına bir form ile bu listeye yenilerini ekleme fırsatını sunan "interaktif" Suudi Arabistan var. Diğer yandaysa, son 10 ay içinde 20 genci kendi bloglarında yazdıklarından dolayı hapse atan Çin!

Peki, Irak'ta askerlik yaptıktan sonra eve dönen askerlerinin "orada yaşadıklarını" anlatmasına izin vermeyen ABD'nin bu yarışta olmasına ne dersiniz? Bir de "devrim" yapan ama internet devrimini kaçıran, komünist partisinin hâlâ kontrol etmeye çalıştığı Küba var elbet...

Uluslararası Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü'ne göre en azılı internet düşmanlarının bir diğeri, Tunus. 1987'den beri Zeynelabidin Ben Ali'nin yönettiği Tunus'un tek internet şirketi kime ait dersiniz? Zeynelabidin Ben Ali'nin ailesine elbet! İnternet erişimini veren şirket Cumhurbaşkanı'nın "teyzesi ve kayınçosu"na ait olunca, Yahoo!'nun açılması elbet 20 dakika sürer!

Peki, internet üzerindeki sansürleri ve engellemeleri aşmanın yolu yok mu? Var elbet, dünyanın baskı altındaki tüm gazetecilerine birer "blog sayfası" açmalarını tavsiye eden Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü, dünyanın tüm yasaklı içeriklerine erişimin yollarını ve insan hakları savunucularının sansürcü devletlere karşı kurduğu sistemleri anlattığı bir e-kitap hazırladı.

Moleschino'da içeriğini daha ayrıntılı bir şekilde anlattığım bu kitapçık, internetin neden "geleceğin medyası" olduğunu bize ispatlıyor.

Bu 98 sayfalık e-kitabı kesinlikle okumalısınız! Neden bu başlığı attığımı o zaman daha iyi anlayacaksınız :)...

Pazar, Aralık 04, 2005

Blog durumları, "Gezegen" ve ıvır zıvır


Sevdiğim blog siteleri var, bunların önemli bir kısmının Gezegen Linux üzerinde toplandığını söyleyebilirim. A. Murat Eren, Barış Metin, Serbülent Ünsal, Bahadır Kandemir, Emre Sevinç, Pınar Yanardağ, Mehmet Büyüközer gibi ilginç kişiler var, teorik olarak Linux üzerinde dönse de muhabbet, çok farklı konularda yazı yazan birileri hep oluyor. Gezegen Linux'un bu yönüyle de epey "algı açıcı" bir yönü olduğunu söyleyebilirim.

Gezegen Linux'un bazı üyelerini daha yakından tanımak isteyenlere Moleschino'yu salık vereceğim. Pardus beta sürümünü de çıkardığına göre, bu arkadaşları gelecekte Moleschino'da daha sık göreceğiz... :)

İyi içerikli blog sitelerini bir araya getiren bir diğer oluşumsa, geçtiğimiz günlerde sessiz sedasız yayına giren Blog Kardeşliği Gazetesi. Son derece yaratıcı bir düşünceyle kurulan bu e-gazete'de, çeşitli bloglardan derlenen ve "gündem oluşturacak" türden yazılar bir araya getirilmeye çalışılacak.

Test amaçlı ilk sayısında yer alan bazı yazılar, bence çok iyiydi:

Blogların artık bir gazetesi var, içeriğinin ikinci sayıda daha da zenginleştirmesini dilediğim bu e-gazete'nin bugüne dek Türkiye'de bloglara dair yapılmış en anlamlı iş olduğunu düşünüyorum...

Cumartesi, Aralık 03, 2005

Dünyanın en devrimci balığı


Oysa küçük kara balık hasta değildi, onun bambaşka bir derdi vardı.

Bir sabah erkenden, daha gün doğmadan, küçük kara balık annesini uyandırdı:

"Anneciğim, seninle konuşmalıyım" dedi.

Annesi, uyku sersemliği içinde:

"Acelen ne sevgili yavrum?" diye sordu "Önce sabah gezintimizi yapalım, sonra konuşuruz."

"Olmaz anne, artık ben bu gezintilere çıkmak istemiyorum. Buralardan gideceğim."

"Sabahın bu erken saatinde nereye gideceksin yavrum?"

"Bu derenin bittiği yeri merak ediyorum" diye karşılık verdi. "Ah anne, bu soru beni aylardır düşündürüyor. Derenin nerede bittiğini öğrenmem gerek. Bugüne kadar bu soruya bir karşılık bulamadım. Geceleri gözüme uyku girmiyor. Sürekli bunu düşünüyorum. Kararımı verdim anne, gidip derenin nerede bittiğini öğreneceğim. Orada neler var, başka yerlerde neler var, görmek bilmek istiyorum."
(Küçük Kara Balık, sayfa 10-11)

(...)

Samed Behrengi, benim hayata bakışımı belirlediğini söyleyebileceğim üç adamdan biridir. 1939'da, Azerbaycan'ın fakir bir köyünde, sayısını bilmediği kadar çok kardeşinin bulunduğu bir evde doğdu. Doğduğunda, annesinin yanı başında ne bir doktor ne de bir ebe vardı. İlk ayakkabısına altı yaşında, ilkokula başlayacağı hafta sahip oldu.

İlkokulu birincilikle bitirdi. İşçi kökenli bir aileden geliyordu ve dünyanın en eski üçüncü komünist partisine sahip olan İran'da sosyalist eğilimlerle büyüdü. Liseyi bitirdiğinde, Tudeh'e (İran Komünist Partisi) olan sempatisini saklamıyordu. 1957'de yani öğretmenlik okulundan 18 yaşında mezun olur olmaz, İran'ın en fakir köylerinde öğretmenlik yapmak için gönüllü olur. Doğup büyüdüğü Azerbaycan'ın fakir köylerine geri döndüğünde, yine tek bir çift ayakkabısı vardır...

18 yaşındaki bu genç, Azerbaycan'ın henüz elektrik girmemiş fakir köylerinde öğretmenlik yapmaya, çocuklara okuma yazmayı öğretmeye başlar. Öğretmenlik yapsın diye gönderildiği bazı köylerde bırakın sırayı, karatahta ve hatta okulun kendisi bile ortada yoktur!

İyi ama karatahtasız nasıl ders verilebilir ki? Samed Behrengi zorluklardan yılmaz. Azeri çocuklarına "dünyanın en güzel masallarını" anlatmaya başlar. Masallarında derenin ötesindeki nehri, nehrin ötesindeki denizi hayal eden kara balık; bir karga ailesiyle dost olan küçük çocuklar; karıncalarla güneşle konuşan bir şeftali ağacının öyküsü vardır...

Behrengi'nin masallarında kötüler de vardır elbet... Bir varmış bir yokmuşlarda, aslında uzun süre var olmayacak "kötü yürekli şah"lar vardır, hain testere balıkları, kötü büyük adamlar...

Behrengi'nin masallarındaki "kötü adam"ın kendisine benzediğini düşünen İran şahı Muhammed Rıza Pehlevi, 1968'in sonbaharında ajanlarına bu masal anlatan adamı öldürtür. Aras Nehri'nin kıyısında boğulmuş olarak bulunan Samed Behrengi, sadece ve sadece 29 yaşındadır...

Samed Behrengi'nin biyografisine bu cinayet, çok can yakıcı bir deyim ile geçer: "...Bir kaşık suda boğuldu."

Samed Behrengi'den geriye, sadece masallar kaldı. Küçük Kara Balık, Bir Şeftali Bin Şeftali, Kargalar, Bu Gelen Köroğlu'dur gibi çok sayıda masal kitabı 70 kadar dile çevrilip, dünyanın dört bir yanında yayınlandı.

Ece Ayhan'ın "Meçhul Öğrenci Anıtı" şiiri, Behrengi için yazılmış gibidir:
Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında
Bir teneffüs daha yaşasaydı
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde öldürülmüştür

Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu:
-Maveraünnehir nereye dökülür?
En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı:
-Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine!dir.
(...)
Arkadaşları zakkumlarla örmüşlerdir şu şiiri:
Aldırma 128! İntiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında
Her çocuğun kalbinde kendinden daha büyük bir çocuk vardır
Bütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek.

(...)


Küçüklüklerinde Behrengi okuyan insanları, bir bakışta tanıyabilirsiniz. Garip bir şekilde, hepsi iyi insanlardır... Yalan söylemeyi beceremezler, sessizdirler ve garip bir şekilde toprağı, "doğu"yu severler. Bir kitap bu kadar mı etkiler insanları? Bu kadar mı benzeştirir?

Yoksa, yoksa siz de mi Behrengi ile büyüdünüz? Denize ulaşmaya çalışan Küçük Kara Balık'ı okuduktan sonra, bir yarım ömürdür merak ettim bu sorunun cevabını:

Sizde de mi hep "denizlere çıkar sokaklar"?

(...)
..."Onu da yarın akşam anlatırım" dedi Balık Nine "uyku saati geldi, iyi geceler."

On iki bin küçük balık iyi geceler dileyerek yatmaya gittiler.

On bir bin dokuz yüz doksan dokuz küçük balık iyi geceler diledikten sonra yuvalarına gidip uzandılar, hemen de uykuya daldılar. Balık Nine de uyudu.

Ama küçük bir kırmızı balığın gözüne uyku girmedi. Bütün gece boyunca hep denizleri düşündü, düşündü…
(Küçük Kara Balık'ın son sayfasından)


.

Perşembe, Aralık 01, 2005

KDE 3.5: "Daha bir janjanlı"


Madem kimse yazmamış, ben yazayım. KDE 3.5 nihayet çıktı. Şöyle bir göz attıktan sonra Görkem Çetin'in yorumu, "Daha bir janjanlı olmuş" yönünde oldu. Benim edindiğim izlenimse, -eğer yanılıyorsam düzeltin lütfen- artık belirli bir kararlılığa ulaşan KDE'nin büyük ve devrimsel değişiklikler yapmak yerine yazılımlarının kullanışlılığını artıran düzeltme/müdahalelere yönelmiş olması. Hatta ne yalan söyleyeyim, şöyle bir yenilikler listesine baktığımda, bir an sanki Apple'ın Mac OS X'in dördüncü sürümü olan "Tiger"ın yeniliklerinin anlatıldığı sayfaya baktığımı sandım.





Sadece işin mantığında değil, teknik tarafında da şaşırtıcı benzerlikler mevcut. Örneğin SuperKaramba desteği. Masaüstüne web tabanlı küçük programcıkları taşıyan bu yapı, Mac tarafında widget adıyla çağrılıyor. Web tabanlı bilgilendirme araçları, Mac OS 10.4'ün en önemli silahları arasındaydı.

Konqueror, KDE'nin bu yeni sürümüyle, Acid2 adındaki zorlu CSS uyumluluk testinden geçen ikinci internet tarayıcısı olmuş. Birinci tarayıcının "Tiger" ile gelen Safari olduğunu, yine KDE'nin listesinden öğreniyoruz.

Apple'ın iChat AV aracı ile Kopete arasındaki gelişim süreci de benzerlikler taşıyor :)... iChat AV Jabber istemcileri ile olan çift taraflı iletişimini güçlendirirken; KDE 3.5 ile Kopete'nin MSN ve Yahoo Messenger ile video chat iletişiminin geliştirilmiş olduğunu görüyoruz.

Bu arada Kicker'da da bazı yenilikler var. Artık bir masaüstünden diğerine pencere taşımak mümkün. Henüz Mac'in Exposé, Inkwell, Automator gibi yeteneklerinin yanına yaklaşabilen bir masaüstü yönetim sistemi olmasa da, KDE'nin kullanımının gün geçtikçe kolaylaştığını söyleyebilirim.

KDE projesinin geleceğine baktığımda, özellikle de KDE 4.0 için sağda solda yazılanları okuduğumda, Linux'un "masaüstü"nün bugünkünden çok daha oyuncaklı, çok daha etkileşimli olacağını görüyorum. Bu nedenle de Linux masaüstünün gün geçtikçe Mac'e yaklaşması çok doğal...

Bu, kötü bir şey mi peki?

Bence değil. İnsanların yani "pazar"ın isteği bu yönde... Mac'in janjanı ile Linux'un hızı ve "özgürlüğü" bir araya gelebilirse, bu bence "kitleselleşme" adına büyük bir adım olacak.

Sadece şuna yanacağım: Microsoft, Vista çıktığında, Apple'ın ve Linux'un çoktan hayata geçirmiş olacağı bir sürü yeniliği dünyaya "devrim" diye yutturmaya çalışacak! :)

Salı, Kasım 29, 2005

İhtiyaçtan acilen satılık site! :)


My blog is worth $53,631.30.
How much is your blog worth?


Kazancım bilek zoru,
Yarabbim sen beni koru...

Pazar, Kasım 27, 2005

Venezüela ve Hiçbiryer Ülkesi arasında


İlginç bir diktatör bu Hugo Chavez. Mazoşist ve intihar eğilimli: halkın kendisini iktidardan indirmesine izin veren bir anayasa yarattı ve görevden alınabileceği bir referandum düzenleyerek böyle bir şeyin gerçekleşmesini göze aldı. Venezüella’da olan bu referandum dünya tarihinde ilk kez meydana geliyordu. İktidardan indirilmedi. Ve bu Chavez’in beş yıl içerisinde, sevgili Bush’u tatile gönderecek bir şeffaflıkla kazandığı sekizinci seçim oluyor.

Kendi anayasasına bağlı olan Chavez, muhalefet tarafından teşvik edilen referandumu kabul etti ve kendini halkın iradesine tabi kıldı: “Siz kendiniz karar verin.” Şimdiye kadar başkanlar sadece ölüm, hükümet darbesi, ayaklanma veya parlemento kararıyla iktidarlarına son verdiler. Referandum, yenilikçi bir doğrudan demokrasi biçimini gündeme getirdi. Olağanüstü bir hesap verebilirlik ve sorumluluk: Dünyanın hangi ülkesinde kaç tane başkan buna izin vermeye hevesli olabilirdi? Ve kaç tanesi sonrasında başkan olmaya devam edebilirdi?

Büyük medya şirketleri tarafından yaratılan tiranlığı, korkutucu zalimliği sadece Latin Amerika’da değil dünyanın pek çok yerinde kolayca tökezleyip düşen ve enerjiye ihtiyaç duyan demokrasiye müthiş miktarda vitamin enjekte etti.

Bir ay önce, Tanrı'nın küçük meleği, büyük medya şirketlerinin hayranlık duyduğu demokrat Carlos Andrés Pérez açıkça bir hükümet darbesi ilan etti. Kibar ve açık bir şekilde “şiddet yolunun” Venezüela’da tek olanaklı yol olduğunu doğruladı ve “Latin Amerika’nın kendine özgü yapısının bir özelliği olmadığı için” referandumu küçümsedi. Latin Amerika’nın kendine özgü yapısı, yani bizim eski mirasımız: Sağır ve dilsiz halklar.

Geçen yıllara kadar, seçimler varken Venezüelalılar denize girmeye gidiyordu. Oy kullanma bir zorunluluk değildi ve halen de değil. Fakat ülke tam bir ilgisizlikten tam bir coşku durumuna geçti. Seçimlerin şiddeti, şafak vaktine kadar bekleyen insanların oluşturduğu kocaman kuyruklar, saatlerce süren gergin bekleyiş, oylama aygıtının bütün yapılarını bir sel gibi kuşattı. Demokrasi çökeltileri, ölülerin oy kullanmak gibi kötü bir geleneğine sahip olduğu, bazı yaşayanların ise -belki de Parkinson hastalığından dolayı- her seçimde birkaç kez oy kullandığı bu ülkedeki sahtekârlıktan kaçınmak için kullanılan en son model teknolojinin uygulanmasını da zorlaştırdı.

Tam bir ifade özgürlüğüne sahip olan televizyon ekranları, radyo dalgaları ve günlük gazetelerin sayfaları “Burada ifade özgürlüğü yok!” diye iddiada bulunuyorlar. Chavez rutin olarak hakaret ve yalanlar yağdıran bu ağızların birini bile kapatmadı. Kamuoyunun fikrini zehirlemek için düzenlenmiş, cezalandırılmayan kimyasal savaş devam ediyor. Venezüela’da kapatılan tek televizyon kanalı -Kanal 8- Chavez’in kurbanı değildi. Nisan 2002’de birkaç günlüğüne başkanlığı ele geçirenlerin, hükümet darbesi sırasında çabucak geçiveren saatlerinde yaptıkları bir şeydi.

Ve Chavez hapisten çıktığında ve çok yoğun bir kalabalığın arasında başkanlık koltuğuna yeniden oturduğuna büyük medya şirketleri haberleri vermediler. Özel televizyon tüm günü Tom ve Jerry çizgi filmlerini oynatarak geçirdi.

Kral çalkantılı nisan günlerinin çekildiği görüntüleri ödüllendirince, bu ibretlik yayınlar İspanya Kralı’nın kaliteli gazetecilik ödülüne layık görüldü. Bu görüntülerin çekilmesi bir dümendi. Vahşi Chavez yanlılarının masum silahsız hasımlarının yaptığı bir toplantıya ateş açtığını gösteriyordu. Çürütülemez kanıtlarla gösterilen şeylere göre böyle bir toplantı hiç yapılmamıştı. Fakat görünüşe göre bu ayrıntının önemi yoktu, çünkü ödül geri alınmadı.

Çok kısa bir süre öncesine kadar petrol cenneti Suudi Venezüela’da yapılan nüfus sayımı resmi olarak bir buçuk milyon kişinin okuma-yazma bilmediğini ve medeni haklardan mahrum kayıtsız beş milyon Venezüelalı olduğunu tespit etti.

Bunlar ve başka pek çok görünmez insan, kimsenin ikâmet etmediği Hiçbiryer Ülkesi'ne geri dönmeye istekli değil. Bu kadar yabancı olan ülkelerini fethettiler: Bu referandum bir kez daha burada kalacaklarını kanıtladı...

Eduardo Galeano
(Uruguaylı gazeteci, yazar ve serseri)

Cumartesi, Kasım 26, 2005

Savaş meydanlarından Pembe Panter'e...


1930'larda Piaggio uçak fabrikası


Aslında tüm hikâye, tam olarak 121 yıl önce, 1884'de, Rinaldo Piaggio'nun İtalyan demiryolu şirketine "lokomotif kazanı" üretmek için bir atölye kurmasıyla başladı.

"Lokomotif kazanı üreten piston yapmayı, piston üreten de uçak yapmayı öğrenir" mantığı ile bu küçük atölye, 1915'de uçak motoru üretimine geçer. Sadece 10 yıl sonra, Finale Ligure kasabasındaki bu atölye, "seri uçak üretimi"ne geçecekti... (*)

Belki şaşıracaksınız ama dünyanın ilk helikopterlerinden biri, eskiden "lokomotif kazanı" üreten bu atölyede imal edilmişti! 1930'da Corradino D'Ascanio tarafından üretilen bu helikopter, dünyanın ilk çift rotorlu (birbirinin aksi yöne dönen çift pervaneli sistem) uçan aracıydı. Çift rotor sistemi ve türbülans kanatçıkları (winglet) sistemleri de bu küçük atölyede doğdu.


Corradino D'Ascanio'nun kullandığı DAT 3. Kanatçıklar net bir şekilde görünüyor.

İkinci Dünya Savaşı'nın patlamasıyla birlikte, Piaggio firması için zor zamanlar başlıyordu... İtalya'nın faşist lideri Benito Mussolini, Hitler'in yanında savaşa girmişti ve ülkeye acilen savaş makineleri lazımdı. İkinci Dünya Savaşı'nın hava muharebeleri tarihine geçmeyi hakeden "tek İtalyan", son derece başarılı bir bombardıman uçağı olan Piaggio P-108'di. Ve bu uçağın şasisine şekil veren presler, ilerde "bir motosiklete" hayat verecekti...

Piaggio'nun ürettiği dikine havalanan helikopterler, Alman genelkurmayının ilgisini çekmekte gecikmez. Luftwaffe'nin İkinci Dünya Savaşı'nın son günlerine sadece birkaç adet yetiştirebildiği dünyanın ilk muharebe amaçlı helikopterinin Focke Ackgelis FA-223'in tasarımı da, yine Piaggio mühendisleri tarafından yapılmıştı.

1944 yılı boyunca Amerikan hava kuvvetleri tarafından bombalanan fabrika, İtalya'nın teslim bayrağını çekmesi üzerine, İngiliz ve Amerikalı mühendisler tarafından didik didik edildi. Amerikalılar inceliklerine henüz vâkıf olmadıkları pek çok teknolojiyi ülkelerine götürdükleri gibi, Piaggio'nun uzun bir süre hava taşıtı üretmesine de izin vermeyeceklerdi!

Peki, ne yapmalı? Elde, savaş döneminden kalma yüzlerce torma tezgâhı ve pres makinesi vardı... Piaggio ailesinin ikinci nesil temsilcisi Enrico Piaggio kritik bir karar vermek zorunda kalır. Savaş yorgunu İtalyan halkına araba üretemeyeceğine göre, onun yerine "satın alabilecekleri" bir şeyi yani motosiklet üretmeliydi!


Enrico Piaggio ve İtalya'nın sembolü olacak Vespa'lar...

Savaştan hemen sonra, 1946 yılında üretimine başlanan bu motosiklete, aerodinamik yapılarından ötürü yuvarlak hatlar taşımak zorunda olan uçakların pres makineleri şekil vermişti. Eldeki tüm presler eğimli olduğu için bu motosikletin şasisi de yuvarlak hatlara sahipti. Hatta bu motosiklete adını da, bir arının gövdesini anımsatan şasi verecekti: Vespa yani "eşek arısı"...

Peki, bu motosikletin en ünlü kullanıcısı kimdi dersiniz? "Roma Tatili"nde arkasına Audrey Hepburn'ü alan Gregory Peck mi? Yarışmadığı zamanlar Vespa'sını kullanan F1 pilotu Michael Schumacher mi? Umberto Eco mu? Ya da "vahşi batı" filmlerinin atından inmeyen kovboyu John Wayne'in ta kendisi mi dersiniz?

Hiçbiri değil. Doğru cevap, "Pembe Panter" olacaktı... :)





(*) Not 1: Dünyanın savaş uçağı seri üretimine geçen ilk atölyelerinden biri de ilginçtir, Türkiye'deydi! Vecihi Hürkuş'un 1920'lerde önce Kayseri'de, ardından da işadamı Nuri Demirağ ile İstanbul-Beşiktaş'ta kurdukları fabrikanın acıklı öyküsünü, gelecek yazıda anlatacağım. Piaggio'nun öyküsü, benim için Vecihi Hürkuş'a destek verilmesi halinde neler olabileceğinin bir göstergesidir. Neyse, bu ikinci hikâyeyi salı günü anlatacağım...

Not 2: Vespa'ya dair bir süre önce yazdığım bir yazı daha vardı. Bana meraklılarından Vespa'ya ilişkin çok sayıda soru gelmeye başlayınca, bu motosikletin "cemaziyelevvel"ini anlatmak şart oldu.

Salı, Kasım 22, 2005

Summer Of Code'un faydaları


Bir süre önce "kafayı taktığımı" ilan ettiğim Inkscape yazılımından, yine burada bahsetmiştim. Görünüş o ki, Inkscape'e olan aşkım, daha da büyüyecek. 0.01'lik bir artışla 0.43 sürümüne ulaşan bu muhteşem yazılım, o "yüzde 1'lik kısıma" inanılmaz yenilikler yüklemiş! Yenilikler içinde en çok sevindiğim, hiç kuşkusuz "Connectors" aracı oldu.

Bu arada "Inkboard" aracından da bahsetmeden olmayacak. Eskiden "Netmeeting" kullananlar hatırlayacaktır, "Whiteboard"a kalemle çizilen tüm resimler karşı tarafta görünürdü... Şimdi bunun bir de Freehand üzerindeki halini düşünün! Jabber'ın kullandığı XMPP protokolünü kullanan bu modül sayesinde Inkscape'de çizdiklerinizi "eşzamanlı olarak" internet ortamındaki diğer Inkscape kullanıcıları ile paylaşabilecek ve hatta ortak çalışma yapabileceksiniz.

Freehand, Illustrator ve diğer Adobe ürünlerinde olmayan bu özellikleri, peki neye borçluyuz? Google'ın "Summer Of Code" programı çerçevesinde Inkscape'e verdiği desteğe elbet! Google bir süredir, dört genç yazılımcının tüm masraflarını Inkscape adına karşılıyor...

Madem bir yazılım duyurusu yaptık, tam yapalım. 0.43 sürümündeki yenilikler şunlar:

  • Connectors: A new Connector tool implements creation, editing, and autorouting (object-avoiding) of connector lines between objects. Indispensable for diagramming. (A Google SoC project.)
  • Inkboard collaborative editing: You can now connect to other Inkscape users over the Net and edit a shared document together, watching others' changes and making yours! (A Google SoC project.)
  • Pressure and tilt sensitivity: the Calligraphy tool can now use a tablet pen with pressure/tilt support to vary the width and angle of the calligraphic stroke.
  • Better node editing: You can freely drag/bend/stretch a Bezier curve by any point (not only by a node), as well as add a new node at any point on the curve.
  • New extensions for envelope distortion, whirling, and adding nodes.
  • Improved precision, expanded limits, many usability improvements and bugfixes.

Inkscape'in Linux masaüstlerinde sık kullanılan Tango gibi birçok simge setinin yaratılmasında kullanılan yazılım olduğunu biliyoruz. Merak etmedim değil; Pardus'un grafik tasarımını hazırlayan Umut Pulat, Tulliana simge setinde Inkscape'i mi kullandı?

Bu arada güzel haberler bitmiyor. Xara firması Xara Extreme'i Linux'a port edeceklerini ve bundan sonra bu yazılımı GPL ile dağıtacaklarını açıkladı!





Not: Inkscape'in Türkçeleştirilmesi henüz tamamlanmadığından, yenilikler listesinin İngilizcesini koydum. Kusuruma bakmayın.

Not 2: Elalem Inkscape ile uçağını boyuyor! Açık yazılımı seviyorum :)...

Cuma, Kasım 18, 2005

Çekik gözlü ölüm


Geçen hafta yazdığım Amerikan Ordusu'nun Felluce'de kimyasal silah kullanma hikâyesi, Türkiye gündemine epey gecikmiş bir şekilde de olsa, nihayet düştü... Haber dün NTV ve CNN Türk haber bültenlerinde üçüncü haber olarak geçti. Pentagon sözcüsü Yarbay Barry Venable, doğruluğu tartışılamayacak bu görüntüler karşısında "Savaşan düşmana karşı yangın bombası olarak kullandık" derken, fosfor bombasının bir kimyasal silah değil, konvansiyonel bomba olduğunu söylemiş. Eskilerin "secaat arzederken sirkatin söylemek" dedikleri tam bu olsa gerek...

Burkina Fasa Fiso Halk Cemahiriyesi "vatandaşları" olarak madem gündemi bir hafta öncesinden izliyoruz, bildiğimiz yolda devam edelim.

Benden duymamış olun ama önümüzdeki günlerde, Çin'de varlığı uzun bir süredir kulaktan kulağa fısıldanan ama artık reddedilemez bir noktaya varan bir gerçeği konuşmaya başlayacağız: "Çok uluslu şirketlerin toplama kampları"nı!

Evet, yanlış okumadınız... Dünyanın bir köşesinde çalışma kampları hâlâ var! Tıpkı Nazilerin Yahudiler, Polonyalılar, Çingeneler ve eşcinseller için açtığı kamplar gibi! Hatta Auschwitz kampının girişindeki ünlü "Arbeit Macht Frei" (Çalışmak özgürleştirir) mottosunun yerini "Laodong Gaizao" (Çalıştırmak dönüştürür) almış. Bu kampların tek bir farkı var: Yahudi ve Çingenelerin yerini, burada Çinliler almış durumda!

Peki, ne yapılıyor bu kamplarda? Çin Komünist Partisi'nin 1950'lerde aldığı bir kararla kurulan LaoGai çalışma kamplarında bugün önemli bir kısmı "politik suçlu" olmak üzere, çeşitli sebeplerden dolayı hüküm giymiş 4 ila 6 milyon tutuklu mevcut. Tam sayısı bir "devlet sırrı" olan bu kamplardan tüm Çin Halk Cumhuriyeti'nde 1.100 kadar olduğu tahmin ediliyor.

1990'ların sonunda Çin Halk Cumhuriyeti'nin kapılarını dünyaya açmasıyla beraber, bu kamplar "ucuz işgücü" arayışındaki çok uluslu dünya devleri için bulunmaz bir fırsat oldu. "Çin Mucizesi", kulaktan kulağa anlatılan ve "ayda 15-20 dolara çalışan ve hiç şikayet etmeyen işçiler"in sırtı üzerinde yükseliyordu. Çin malı tekstil ürünleri, bir milyon liralık elektronik saatler, 30-40 milyona satılan iş makineleri herkesin işine geliyordu. Ve kimsenin de işine gelmiyordu sormak: "Nasıl?" Çok uluslu firmalarsa Çin Hükümeti ile yatırım pazarlıklarını, kendilerine sağlanacak "LaoGai" işçilerinin sayısı pazarlığına çoktan dökmüşlerdi bile.

Evet, bu hapishanelerin kapısında yazan "Çalışmak dönüştürür" sloganı bir doğruyu işaret ediyor: Çinli mahkûmların elinde basit bir deri parçası önce bir Adidas topuna, sonrasında ise dünya pazarında çil çil dolarlara dönüşüyor...



Ortalıkta, LaoGai fabrikalarına dair korkunç raporlar dolaşmaya başladı. Avrupa Parlamentosu'nun dünkü birleşiminde de gündeme gelen bu konu, önümüzdeki günlerde tartışılacak konuların ilk sıralarına yerleşecek.

Peki, hangi uluslararası firmalar, üretimlerini her biri "bir şirkete" dönüşen LaoGai çalışma kamplarında yaptırıyor? Uluslararası insan hakları örgütlerinin raporlarında pek çok dev firmanın adı geçiyor: PepsiCo, Gatorade, Coca-Cola Company, Kellogg, Bosch, Puma, Adidas ve bu satırlara sığmayan diğerleri...

Acaba "bu liste" de NTV ve CNN Türk'de yer alır mı dersiniz?

Pazartesi, Kasım 14, 2005

Akıl defteri: Moleskine


Fransızların Moleskin, İtalyanların ise Moleschino dedikleri "akıl defterleri", bugüne dek Van Gogh'dan Ernest Hemingway'e, Paul Eluard'dan Pablo Picasso'ya kadar pek çok ünlü yazar ve sanatçının notlarını almasını sağladı. Moleskine'lerin ilk sayfasında şöyle bir ifade yer alır:

"In case of loss, please return to:
.........................................................
.........................................................
.........................................................
As a reward: $ ........."

A. Murat Eren'in de söylediği gibi, uzun süre kullanılanların üzerinde öncekilerin üzerini çizerek giderek artan meblağlar görebilirsiniz :). Moleskine kullanıcıları için, bu "akıl defterleri" üzerine not alınacak basit kağıt parçalarından çok fazlasıdır. Öyle ki, Moleskine'leri avuçiçi bilgisayarlar ile bir tutup, onlara özel "hack" geliştirenler bile var!

"Bu defterlerde ne var bu kadar anlatacak?" diyebilirsiniz elbet. Aslında fazla bir şey yok, bizi o defterin kendisinden çok, içini birbirinden ilginç yazı ve resimlerle dolduran beyinler ilgilendiriyor. Düşünsenize: Düz, asitsiz, hafif sarı renkte ve bir lastikle bağlanan bir "garip" defter! Ama içine bugüne dek onlarca şair, şiirlerinin ilk mısralarını yazmış; sayısız ressam tablolarının ilk taslaklarını üzerine çiziktirmiş...

Biz Moleskine'i biraz da bunun için seviyoruz. Anlatacak şeyi olanların "defteri" olan Moleskine'ler, yaklaşık 200 yıldır insanoğlu belleğinin önemli bir parçası oldu. "Düşünce ile kağıdın arasına" klavye, LCD ekran, avuçiçi bilgisayar kalemi (stylus) ya da ruhsuz yazıcıları sokmaksızın kullandığınız bir araç...

Bilgisayarların çıkmasından sonra kalemi kullanmayı unutmayanların, masasında ya da üstünde bir yerlerde hep bir kurşun kalem ve silgisi olanların defteridir Moleskine. Onu bu nedenle de çok seviyoruz. Çünkü anlatacak çok şeyimiz var...

Bu nedenle yeni bir site kurduk. Adını da bu defterlerin ilk adlarından biri olduğu varsayılan Moleschino koyduk. Şimdilik pek bir yazı yok ama inanın, anlatacak çok şeyimiz var...

Eğer siz de kafanıza sık sık bir şey takılıp, onu araştırıp öğreninceye kadar rahat edemeyenlerdenseniz, sizi de aramıza bekliyoruz. Popüler kültüre dair, edebiyata dair, bilime dair, çizgiromana ya da ne bileyim işte hayata dair anlatmak istediklerini yazacağınız bir "akıl defteri"miz var artık. Arada sırada, gerçek defterlerden sayfalar da koyacağız elbet :)...

Cumartesi, Kasım 12, 2005

Gözünüze görünemem,
Göze görünmez ölüler...


Bu yazıyı yazmadan önce çok düşündüm. Yazmalı mıydım? Belki kahvaltınızı boğazınıza dizeceğim, belki de "Ne gereği vardı?" diyeceksiniz...

Yazmalıydım. Ölüler kapımızı birer birer çalıyor, siz görmüyor olabilirsiniz onları, çünkü göze görünmezmiş ölüler...

Felluce'de yaklaşık bir yıldır dünya basınının sözünü etmediği sivil kayıpları, "göze görünmeyen ölüleri" nihayet bir İtalyan gazeteci, Sigfrido Ranucci gördü. Irak'ı "kitle imha silahları"na sahip olduğu gerekçesiyle işgal eden ama sonrasında bu silahları bulamayan Amerika Birleşik Devletleri, bir süredir Felluce'de "kimyasal silah" kullanıyor...

Bu silahın adı, Beyaz Fosfor. Amerikan askerlerinin taktığı adla söylemek gerekirse, "Willy Pete"... Napalm bombasının oğlu da diyebilirsiniz. Tek farkı, bu yangın bombasının Amerikan ordusu için "ekonomik değer" anlamına gelen binalara, petrol tesislerine ve hatta insanların giysilerine bile zarar vermeksizin, sadece canlı dokuları yakması. Felluce sokaklarındaki, günlük kıyafetlerinin içinde kömürleşen cesetler, "Beyaz Fosfor"un marifeti...

İtalyan Rai24 televizyonu muhabiri Sigfrido Ranucci'nin Felluce'ye gizlice girerek çektiği bu görüntüler, 1980 tarihli Konvansiyonel Silahlar Konvansiyonu ile yasaklanan bu kimyasal silahın Irak'ta sivil halk üzerinde nasıl kullanıldığını belgeliyor. ABD'nin kara mayınları dışındaki maddelerini imzalamayı reddettiği bu konvansiyon, sivil halka karşı misket bombası, yakıcı silah ve lazerin kullanımını engellemeyi amaçlıyor.

Amerika Birleşik Devletleri ordusu Irak'ta hâlâ kimyasal silah arıyor... Felluce'ye bakmaları yeterli halbuki. Onlar kimyasal silahları, dünyanın geri kalanı ise ölüleri görmemeye devam ediyoruz...

Kapıları çalan benim
kapıları birer birer.
Gözünüze görünemem
göze görünmez ölüler.

Hiroşima'da öleli
oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım,
büyümez ölü çocuklar.

Saçlarım tutuştu önce,
gözlerim yandı kavruldu.
Bir avuç kül oluverdim,
külüm havaya savruldu.

Benim sizden kendim için
hiçbir şey istediğim yok.
Şeker bile yiyemez ki
kağıt gibi yanan çocuk.

Çalıyorum kapınızı
teyze, amca, bir imza ver.
Çocuklar öldürülmesin
şeker de yiyebilsinler.

Nâzım Hikmet - Ölü Kızcağız
(...)

Biliyorum. Bu güzel hafta sonunuzu belki de mahvettim... Yoksa gerçekten de "göze görünmez" mi ölüler?

Cuma, Kasım 11, 2005

Pardus RootFS 0.2 ve sonrası


Yoğun bir dönemdeyim. Geçen hafta ofisimize yeni oturma grupları, duvarlara asılacak mimari çizimler, posterler, IKEA'dan alışveriş, kablosuz ADSL erişimi derken, ofisteki mevcut bilgisayarları da baştan aşağı elden geçirdik. Bu yazıyı, demin geçici bir masa ile yerleştiğim yeni odamdan yazıyorum.

Yeni bir ofisin altyapısını kurmak, son derece ilginç bir deneyim. Özellikle de ofisinizde medya ve yayıncılık temelli bir iş yapıyorsanız...

Genelde bu tür ofislerde en büyük sorun; Windows ile Macintosh tabanlı sistemleri birbirleriyle eşleştirmektir. Özellikle "konuşturmak" demiyorum çünkü bir şekilde birbirini görmeyi başaran bu sistemler arasındaki asıl sorun, çok daha girifttir. Mesela şöyle bir örnek verebilirim, çoğu zaman Truetype fontlar bile iki sistemde farklı şekillerde görünür... İşin kötüsü, Macintosh tarafında sistem 9.x'e dek azalan bu tür sorunların, Mac OS X ile tekrar azmış olması!

Şimdi, gelelim en çok merak edilen sorunun cevabına... Pardus bu iki sistem ile ne kadar uyumlu? Gerçek bir ofis ortamında, özellikle de medya ve yayıncılık temelli bir çalışma ortamında nasıl bir alternatif sunuyor?

Bu sorunun cevabını merak edip, Linux'u iyi bilen bir arkadaşla bunun deneyini yaptık. Pardus Çalışan CD 1.0b ve RootFS 0.2 ile yaptığımız testlerin sonuçları son derece ilginçti.

Kelime işlemci tarafında OpenOffice'in gösterdiği uyumun, beni şaşırtacak derecede iyi olduğunu söyleyebilirim. Linux altında OpenOffice ile yaratılan tüm dosyalar, Macintosh altında rahatlıkla açılıyordu. Macintosh için NeoOffice/J adıyla geliştirilen OpenOffice 2.0 portu, henüz alpha aşamasında olmasına rağmen tatmin edici bir performans gösterdi. Ne yalan söyleyeyim, Windows'tan Mac ortamına taşınan dosyalarda yaşanan problemlerin çok daha azı, Linux ile Mac arasında karşımıza çıktı!

Bu arada, en az sorunu yaşatacağını düşündüğümüz PDF formatında bazı uyumsuzluklar ile karşılaştık... KPDF çok hafif ve hızlı bir yazılım olmasına rağmen, bazı dosyalarda yazı karakterlerini boyutlamada ve resimleri doğru yere yerleştirmede bazı sorunlar yaratıyor. Sanırım doğrudan Acrobat Reader'ın Linux sürümünü kullanmamla bu sorun da çözülecek... OpenOffice yazılımındaki PDF kaydetme özelliği, bir yayınevi için muhteşem bir avantaj!

İnternet tarayıcısı ve elektronik posta istemcisi tarafındaysa Pardus'un fazlası var, eksiği yok. RootFS 0.2'de garip bir şekilde görev çubuğundan kaldırılan Mozilla Firefox, internet tarafındaki tüm ihtiyaçları karşılıyor. Thunderbird ise Outlook Express'in pabucunu dama fırlatan bir yazılım. Uzun bir süredir Windows ortamında iyi bir adres defteri uygulaması arayan eşimin, Kontact'a aşık olması ise bizim için günün sürprizi oldu...

Masaüstü deneyiminde ise, Pardus'un Windows'tan çok daha kolay bir arayüz ile geldiğini söyleyebilirim. Özellikle de yapılandırma yöneticisi Çomar'ın neredeyse "sezgisel" diyebileceğim bir kullanımı var.

Sonuç olarak, Pardus şu haliyle bile, rahatlıkla bir yayınevinin ihtiyaçlarına cevap verebilecek durumda...

Bu arada, Pardus RootFS 0.2'nin en alışamadığım kısmı, programlar menüsünün son derece kalabalıklaşmış olmasıydı. Geliştiricilerin, RootFS üzerinde olabildiğince çok sayıda yazılımın uyum sorunlarını görebilmek için böyle bir yol izlediklerini tahmin ediyorum. Nitekim, Pardus yol haritasında açıklanan planı eğer "yanlış okumadıysam", ayın 14'ünde yani üç gün sonra çıkacak olan Alpha sürümünde, kurulu paket sayısı azaltılacak...

Pardus'un ilk sürümünün çıkışına, alpha, beta ve aday sürümler dahil sadece 45 gün kaldı. RootFS 0.2'de gördüğüm kadarıyla, gelinen aşama "işin kabasının" bittiğini, bundan sonraki sürecin son düzenlemelere ve testlere kaldığını gösteriyor.

Pardus 1.0 Alpha sürümüyle önümüzdeki bilgisayarlara kurabileceğimiz bir ISO'ya sahip olacağız. Artık bundan sonra işin önemli bir kısmı, Türkiye'nin yeni işletim sisteminin "resmi testçi"lerine düşecek... Eğer siz de "Pardus resmi testçisi" olmak istiyorsanız, proje yöneticisi Erkan Tekman ile buradan iletişime geçebilirsiniz.





Not 1: Pardus'un benim açımdan en güzel yanlarından biri, Uluzilla'ya girdiğim hemen hemen tüm hata girdileri ve geliştirme/düzeltme taleplerimin ciddiye alınarak, üzerinde çözüm üretilmiş olmasıydı. Bir işletim sistemi tasarlanırken "Üç boyutlu modellendirme yazılımı Blenderpaketlere koyalım, isteyenler Windows ortamında muadili birkaç bin dolar olan bu yazılımı sistemlerine kurabilsinler" gibi bir uç talebin bile ciddiye alınarak bu yazılımın depoya eklenmesi, Linux platformunun demokratik yapısını ortaya koyuyor.

Perşembe, Kasım 10, 2005

Yağmur yağdı, sen bana ördek dedin!


Bir süredir benden Malumatçı Baba Tahir ve Nef'i hikâyelerinin devamını isteyenler var. Baba Tahir'e dair bir hikâye fırında ama önce bir Sansürcü Kara Kemal Bey anektotu patlatalım :)...

Osmanlı tarihinin en karanlık dönemlerinden biri, hiç kuşkusuz, "İstibdat dönemi" de denen, Abdülhamit'in 30 yıllık diktatörlük rejimidir. Abdülhamit döneminin basına karşı uyguladığı baskılar, muhteşem sansür kararnamelerinin doğmasına neden olmuştu.

Burkina Fasa Fiso yine yapacağını yapıyor ve "muhteşem bir belge" yayınlıyor. Mabeyn'den yani Yıldız Sarayı Başkâtipliği'nden Matbuat Müdürlüğü'ne gönderilen bir talimatnameyi, yani tarihi bir sansür kararnamesini sizlerle paylaşıyoruz!

Yıldız Sarayı Hümayunu
Başkitabet Dairesi

1- Her şeyden önce Padişah'ın değerli sağlığına, ürünlerin durumuna, ticaretin ve sanayinin gelişmesini bildiren haberlere öncelik verilmesi;
2- Milli Eğitim Bakanlığı'nın ahlak açısından onaylamadığı hiçbir romanın ve yazı dizisinin (Örneğin, parklarda dolaşan genç çiftler- AI) veya yazı dizisinin yayınlanmaması;
3- Bir sayıda yayınlanamayacak kadar uzun ve edebi ve bilimsel yazılara yer verilmemesi. "Devamı var", "Devamı yarına" gibi deyimlerin kullanılmaması;
4- Yazıda boşlukların bırakılmaması, çünkü bunlar bir takım kötü sanılara (Sansür gibi! -AI) ve kafaları karıştırmaya yol açabilir;
5- Kişilere sataşılmaması; bir vali ya da mutasarrıfın hırsızlık yaptığı, para yediği, adam öldürdüğü veya ayıplanacak bir iş yaptığı söylenecek olursa bunun saklanması gerektiği;
6- Kişilerin ve vilayet ahalisinin bazı yolsuzlukları bildirmek için hükümdara verdikleri dilekçelerin yayınlanması kesinlikle yasaktır;
7- Tarihte ve coğrafyada özelliği olan bazı adların kullanılmamaması, örnek Ermenistan;
8- Yabancı hükümdarlara karşı her ne biçimde olursa olsun, girişilen suikastleri veya yabancı ülkelerdeki kışkırtıcı gösterileri yazmak yasaktır. Çünkü yasalara saygısı olan barışsever halkımızın bunları duyması iyi olmaz.
9- Bazı kötü niyetli kişilerin yersiz yorum ve gözlemlerine yol açabileceği için bu talimatnamenin de gazetelerde yayınlanması yasaktır.

Serkâtibi Hazreti Şehriyari Tahsin

(...)

Bunun gibi pek çok talimatname Babıali gazetelerine ulaşacaktı... Kararnamelerde yazılmayan, ama Kara Kemal Bey gibi ünlü sansürcülerin ellerinden kurtulmayan bir diğer yasak listesi daha vardı: Yasaklı kelimeler listesi!

O dönemden kalma belge ve anılarda yasak kelimelerin şunlar olduğu belirtiliyor: Grev, suikast, ihtilal, dinamit, dinamo (dinamiti anımsattığı için), infilak, kargaşalık, hal (hükümdarın halli yani tahttan indirilmesi anlamına gelebilir!), Kanunu Esasi (Anayasa), hürriyet, vatan, Bosna, Hersek, Makedonya, Girit, Kıbrıs (Çünkü bu eyaletler elden gidiyordu!), Yıldız, Murad (Mutluluk anlamına gelen bu kelime insanlara Sultan Murat'ı anımsatabilir), istibdat, cumhuriyet, burun (Abdülhamit'in burnu büyük olduğu için bu kelime yasak edilmişti), mebuslar, bomba, tahtakurusu (Yanlışlıkla "tahtı kurusun" diye okunabileceği için!), anarşi, sosyalizm, kardeş (Bu kelime de Sultan Murat'ı anımsatabilir!), veliaht, müsavat (eşitlik), Mithat Paşa...

Servetifünun gazetesinin sahibi ve başyazarı Ahmet İhsan sansürle ilgili anılarında şöyle diyordu:

"Sansür son dereceyi bulmuştu. Hamidiye suları yeni akıtılmış ve çeşmeler açılmıştı. Dr. Besim Ömer Paşa, sular hakkında bir makale yazdı. Çeşme başında bir ihtiyar adamın dua ettiğini gösteren artistik bir renkli resim de basılacaktı. Sansür dairesinden Kara Kemal Bey buna bir soru işareti koydu ve ben şaşırdım. Başsansürcü Kara Kemal Bey'e bir tezkere yazdım. Ondan gelen cevap şuydu:

"Azizim,

Çeşme resmi hakikaten pek güzel ve dua herkesin nazarında şüphesiz ki kutsaldır. Lakin bu günlerde gazetelerden neyi çıkartacağımı, neyi bırakacağımı bilmiyorum. Çünkü kötü niyetli kişiler bu güzel resmi görür görmez "Hah, işimiz duaya kaldı" demek istediğinizi sanabilirler!"

(...)

Neyse, "Ramazan Sohbetleri" tadında bir yazı oldu bu. Bugünlerde inanılmayacak şekilde yoğun olduğumdan -ki bu da son zamanlarda siteye yazamamamdan belli oluyordur- Pardus arayüzü ve TDK veritabanına ilişkin yazımı yarına bıraktım. Bir aksilik olmazsa, yarın buradan Zemberek'in veritabanına ilişkin bir müjdeli haber vereceğim. Bugünlük bununla idare edin, site yakında eski ruhuna ve zihin açıklığına kavuşacak :)...

Pazar, Kasım 06, 2005

Karl Marx ve mahdumları


"Teoriden sonra hayat var mı?"

Aslında yazmak istediğim ilk yazının başlığı buydu. Marx'ı anlamaya çalışmakla, marksist olmanın ayrımının bile bilinmediği ülkemizde, Karl Marx'a dair bir blog yazısı yazmak çok tehlikeli olabilir.

Yazının tam da burasında, Karl Marx'ı Marks&Spencer mağazasının Lorel'i sanan yüzde 80'lik bir okuyucu profili, siteden kaçacak mesela :)...

Neyse, kalanlarla yola devam edelim... Akşamın bu saatinde, politik tartışmalara girmeksizin, "insan Karl Marx"a dair birkaç anekdot anlatmak istedim.

Karl Marx'ın “İnsanların maddi yaşam koşullarını belirleyen, onların bilinçleri değildir; bu maddi koşullar, onların bilinçlerini belirler” sözü, onun hayatını da özetler gibidir... Prusya hükümeti tarafından Fransa'ya, oradan Belçika'ya, Belçika kralının da "ricasıyla" İngiltere'ye postalanmıştı. Londra'da ilk kaldığı mahalle, şimdilerde petrol zengini bir Rus'un futbol takımına başkanlık ettiği, Chelsea mahallesidir. İşin garibi, Karl Marx'ın şöhretinin doruklarında olduğu 1849 yılında, onunla aynı sokakta oturan bir de ilginç komşusu vardı: "Vatan şairi" Namık Kemal!

Namık Kemal'in o dönem yazdığı mektuplardan, o sıralar Avrupa'yı sarsan sosyalizm akımının varlığından, en azından haberdar olduğunu biliyoruz. Gariptir, "kapı komşusu" Karl Marx'a dair tek bir satır yer almaz mektuplarında.

Her neyse, Karl Marx ve ailesi, Chelsea'deki daire için komisyoncuya verdikleri kira bedeli, ev sahibine ulaşmayınca, onur kırıcı bir şekilde evlerinden atılırlar. Tek çare, kentin en fakir semtlerinden olan Soho'ya taşınmaktır. Parasız günler başlayacaktır artık. Sekiz çocuğundan Heinrich süt alacak parayı bulamadığından, Franziska bronşitten, Edgar ise "nedeni bilinmeyen" bir hastalıktan öldü.

Edgar'ın neden öldüğü, on yıllar sonra anlaşılacaktı: 19. yüzyılın başlarında Londra kentini saran veba salgınında ölenler, Soho mahallesinin bulunduğu yere gömülmüştü ve bu civara yerleşenlerin sonradan açtığı kuyulardan çekilen mikroplu suyu kullananlar, aynı hastalıktan on yıllar boyunca öleceklerdi!

18 yıl boyunca gündüzleri çeşitli işler yaparak ailesinin geçimini kazanmaya çalışan Marx, akşamları arkadaşı Fredrich Engels'in de yardımıyla Das Kapital'i yazdı. Sadece Das Kapital mi? Değil elbet, bir düzine kitap ve yüzlerce makale yazdı ama bu yazdıklarından kazandığı telif, onun deyimiyle, "İçtiği tütünün parasını bile karşılamıyordu..." Nitekim, Das Kapital'in ilk baskısı sadece 200 adet satacaktı.

Marx'ın "aile babalığı" ise çok tartışmalı bir konu. Kimilerine göre mükemmel bir babaydı. Çocukları okuma yazmayı öğrenmeden önce, Shakespeare'in sonelerini ezbere biliyordu. Hayatta kalan çocukları, gelecekte İngiliz ve Fransız sosyalist hareketlerine yön verecek, peşlerinden milyonları sürükleyeceklerdi... Kimilerine göreyse, Karl Marx, politik mücadele yüzünden ailesini açlığa mahkum eden, karısı Jenny ölüm döşeğindeyken arka odada hizmetçi ile kırıştıran, içkiyi ve kadınları çok seven zayıf bir adamdı.

Gerçek, ikisi arasında bir yerlerde olmalı. Marx'ın zayıf bir kişi olmadığını, tam tersine son derece baskın bir karaktere sahip olduğunu düşünüyorum. Öte yandan, pek de örnek bir aile babası olmadığı bir gerçek.

Marx'ın ortodoks marksistler tarafından en sevilmeyen lafı, bir tartışma sırasında söylediği, "Beyler, kusura bakmayın ama ben marksist değilim!" olsa gerek. Fetişleştirilmekten korkan Karl Marx, hayattayken bunu görme talihsizliğine uğramıştı.

Karl Marx'ın -bence- asıl büyük talihsizliğiyse, "artıdeğer" ve "sınıfsal çatışma" gibi paradigmalarından çok, insanlığın gelişiminin komünizm ile son bulacağı gibi "tarihsel determinist" öngörülerinin ciddiye alınması oldu. Marx'ın ideolojisinin eksik yanı, kapitalizmin her yerde aynı şekilde yaşanacağı varsayımıyla, toplumsal gelişme ve modernleşmeyi gözardı etmesiydi. Bu yanıyla, Marx'ın, tarihin sonunun geldiğini ve kapitalizmin nihai zaferini ilan eden Francis Fukuyama ile aynı yanılgıya düştüğünü söylemek olası...

Marx'ın son derece eğlenceli bir adam olduğunu söyleyebilirim. Hatta bizlere çok benzeyen bir adam. 18-20 yaşlarındayken Marx, hemen hepimizin geçirdiği ergenlik problemlerini çok yoğun bir şekilde yaşar. Önce Hıristiyan olur, ardından da satanist! Hatta bu dönemde birkaç satanik şiir bile yazar! Bu bunalımlı dönemi, Marx çabuk atlatır.

Şimdi, ben bunu burada yayınladım ya... Yarın birileri çıkar, "Marx satanistti!" diye haber de yapar!

Her neyse... Eşitsizliğin kaynağını bize muhteşem bir şekilde veren Karl Marx'a bugün hepimiz çok şey borçluyuz. Onun ortaya attığı politik kavramlar etrafında gelişen 150 yıllık politik mücadele sonrasında; hafta sonu tatili, 35 saat çalışma süresi, yaygın sağlık sigortası sistemi, emeklilik hakkı gibi "lükslere" sahip olduk.

(...)

Bu arada, çok sevdiğim bir anektod var. Onu size anlatayım:

Hikâye bu ya, modern sosyolojinin babalarından olan Émile Durkheim'e biri soracak olmuş:

- Efendim, siz kitaplarınızda hep Karl Marx'dan alıntılar yapıp, onun ortaya koyduğu kavramları inceliyorsunuz. Ama Marx'ın adını bugüne kadar hiç anmadınız. Ona karşı mısınız?"
- Fizikçiler, yerçekimini buldu diye her seferinde Newton'u neden anmaya gerek görmüyorlarsa, ben de o yüzden Marx'ın adını anmıyorum.

(...)

Kıssadan hisse... Karl Marx bugün yaşasa, karşılıklı birer kadeh rakı içmekten hoşlanacağımız bir ihtiyar; insanlığın gelişimi ve toplumsal eşitsizliklerin kaynağı üzere kafayı yormuş ve bu sorulara bugüne kadar verilebilmiş en iyi yanıtları sağlayan filozof; kadını ve içkiyi seven bir çapkın; ölmeden önce Türkçe'yi öğrenmeye niyetlendiği rivayet edilen bir "tatlı adam"dır...

Devrimlerden önce birer doz alınması, tavsiye olunur. Aşırı dozda kullanımı, şiddete yatkınlık, totalitarizm ve en kötüsü "hayal kırıklığı" gibi kontrendikasyonlara yol açabilir.

Bu arada, dünyada ve Türkiye'de solun haline bakıp bakıp üzülmeyin, olur mu? Merak etmeyin, bu dünya kimseye Karl Marx... :)





Not: Başlık, Derrida'nın bir kitabının başlığıdır. Sakin kafayla, iki ay gibi bir zaman dilimine yaymadan okunursa, körpe bünyelere zarar verebilir.

Not 2: Hayatım boyunca yazdığım en savruk yazılardan biri oldu bu. Yarın bir aksilik olmazsa, Pardus RootFS 0.2'ye dair gözlem ve önerilerimi yazıp, kendimi affettireceğim...