Çarşamba, Haziran 21, 2006

Burkina Fasa Fiso'da adres değişikliği


Sevgili arkadaşlar,

Uzun bir süredir düşündüğüm bir değişikliği nihayet gerçekleştirerek, Burkina Fasa Fiso'yu yeni mekânına, www.burkinafasafiso.com adresine taşıdım. Kendi alan adına ve sunucusuna kavuşan Burkina, birkaç haftalık geçiş dönemi boyunca hem blogspot uzantılı eski adresinden hem de yeni mekanından eş zamanlı yayın yapmaya devam edecek. Bir süre sonra niyetim, Blogger motorunun kızgın kumlarından kendimi tamamen kurtarıp, Wordpress'in serin sularına atlamak olacak...

Bu arada Burkina Fasa Fiso bu bir ya da iki haftalık geçiş döneminin ardından, yeni özelliklerine ve Ajax teknolojili bir takım oyuncaklarına kavuşmuş olacak.

Bu geçişin iyi yanları olduğu kadar bazı kötü yanları da var elbet... Açık kaynak, telif hakları ve teknoloji konuları dışında kalan yazılarım (Popüler kültür, tarih, fotoğrafçılık, edebiyat ve özellikle politika gibi) bundan sonra Gezegen Linux içinde yer almayacak.

Bu konuda olası yanlış anlamaları önlemek için bir noktayı vurgulamam gerekiyor: Bugüne dek Gezegen Linux yönetiminden yazılarımın içeriği konusunda bana en ufak bir "müdahale" ya da "rica" gelmiş değil. Anlayışları için eski/yeni tüm Gezegen yönetimlerine teşekkür ederim.

Ancak Gezegen'in son dönemde iyice kozmopolitleşen yapısı, bana gelecekte bu durumun böyle devam edemeyeceğini hissettiriyor. Başıma bir kaza gelmeden önce, ben önlemimi alayım dedim. Dileyenler, yeni sitenin tüm yazı kategorilerini içeren RSS Feed'inden bu yazıları çekebilecekler elbette...

Sizden ricam, sitelerinizde/bloglarınızda Burkina Fasa Fiso'ya verdiğiniz linkleri, kısayolları yeni adrese yönlenecek şekilde güncellemenizdir. Anlayışınız için teşekkür eder, çevreye verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı özür dileriz...


Dördüncü tekil şahıs dostunuz
Ali Işıngör

http://www.burkinafasafiso.com

Çarşamba, Haziran 14, 2006

"Işığın Efendisi"


Batılı sanat çevreleri değeri bilinmemiş bir ressamı konuşuyor. Yüzyıllardır Goya, Velazquez ya da Le Nain gibi ünlü ressamlara atfedilen birçok başyapıtın aslında, rastlantı sonucu keşfedilen Fransız ressam Georges de La Tour’un elinden çıktığı anlaşıldı. Yıllar yılı “taklitçilik”le suçlanan 1593 doğumlu de La Tour, bugün “Fransa’nın yetiştirdiği en büyük ressamlardan biri” sayılıyor.

“O, hiç şüphesiz, eserleri ölümünden sonra prim yapan ressamların en görkemlisi” diyor Paris’teki Louvre Müzesi’nin müdürü Pierre Rosenberg. “Bir adamın ortaya çıkıp 17. yüzyıl sanatına dair bilinenleri bir anda yıkması sık rastlanan bir olay değil.”

Aslında bakılırsa, bugünlerde Fransa’nın milli gururu haline gelen Georges de La Tour ününü, anlı şanlı resimlerinin aksine sanat tarihçilerin onu “fark edememiş” olmasına borçlu. Nitekim, bir anda Fransa’nın en pahalı ressamı haline gelen de La Tour’un gerçek kimliği yıllar süren bir polisiye rakip sonrasında ortaya çıkarıldı.



“Kopyacı yetenekli genç”
Georges de la Tour ya da Louvre Müzesi çalışanlarının taktıkları ismiyle “ışığın efendisi”nin keşfedilme süreci başlı başına bir serüven. 1593 doğumlu ressamın önemini ilk fark eden, Alman tarihçi Hermann Voss. Ressamın doğumundan 300 küsur yıl sonra, 1915’te yazdığı kitapta de La Tour için doğru sayılamayacak şu notu düşmüş: “Yaşadığı yüzyılın ustalarını taklit eden, çok yetenekli bir genç.” Grand Palais arşivindeki bir el yazmasının kenarında rastlanan not, Larousse Ansiklopedisi’nin Fransa baskısında da 80 yıl boyunca aşağı yukarı aynı ifadeyle yer aldı. Garip bir talihsizliği vardı de La Tour’un. Voss’un Louvre Müzesi’ne bağışladığı iki önemli tablosu, I. Dünya Savaşı’nın kargaşası sırasında bir daha bulunmamak üzere kayboldu. Ve ressamın makûs talihini değiştiren gün yaklaşık 75 yıl sonrasına denk geldi. 1992 yılında Louvre Müzesi danışmanı Jean-Pierre Cuzin, İspanyol ressam Velazquez’in başyapıtı sayılan “Günah çıkaran Aziz Jerome” tablosunda (yukarda) küçük fakat garip bir ayrıntının farkına varmıştır.

“Bir gün Jean-Pierre geldi ve bana gülmemem şartıyla bir düşüncesini açtı” diye anlatıyor müze müdürü Pierre Rosenberg. “Valezquez’in tablosunda yerde duran İncil’in o dönem İspanya’sında yazılan İncillere benzemediğini fark etmişti.”

Başlangıçta kimsenin ciddiye almak istemediği iddia herkesin beynini kurcalamaya başlayınca, müze yönetimi çareyi o dönem yapılan tabloları bir akademisyen grubuna inceletmekte buldu. Araştırmanın duyulması, Velazquez tabloları sahipleri arasında paniğe yol açabilirdi. Skandal yaratmamak için gizli tutuldu. Bu arada İngiltere Kraliçesi’nin koleksiyonunda bulunan Velazquez eseri “Kitap okuyan Aziz Jerome” da sessiz sedasız özel bir izinle incelemeye alındı.

Akademisyenler çalışmaları sonucunda bir rapor hazırladı. Kamuoyuna açıklanmayan ve Fransa Kültür Bakanı’na “gizli” ibaresiyle yollanan raporda, Velazquez’in birçok tablosunun yanı sıra Murillo, Le Nain, Goya gibi ünlü isimlere atfedilen başyapıtların önemli kısmının asıl sahibinin tek bir kişi olduğu yazmaktaydı. Esrarengiz ressamın adı belli değildi.

Bu gelişme sonrasında tabloların asıl sahibinin bulmak için Louvre Müzesi’ndeki 17. yüzyıla ait birçok resim incelemeye alındı. “Işıktan etkilendikleri için bakım yapıyoruz” gerekçesiyle sergilerden çekilen tablolar üzerinde üç yıl boyunca çeşitli araştırmalar sürdürüldü.

Kim kimin taklitçisi?
Esrarengiz ressamın kimliği, Le Nain’in “İyi Satış” tablosunun X ışınları ile incelenmesi sırasında ortaya çıktı. Tablodaki Georges de La Tour imzasının üzeri restorasyon sırasında örtülmüştü. Aynı imza bu keşfin ardından bir dizi tabloda daha bulundu. Birçok de La Tour tablosu başka ünlü ressamların imzasıyla piyasada dolaşırken, de La Tour imzalı birçok resim de gerçekte kopyaydı. Hatta kopyaların bile kopyası dolaşıma sunulmuştu. Üstelik ressamın kopyalanan eserlerinden bazılarında Velazquez, Goya, Poussin gibi “şöhret” imzalara rastlanmaktaydı!

Araştırmacılar tablolar üzerinde çalışırken tuhaf esprilerle de karşılaştılar. örneğin II. Dünya Savaşı sırasında Fransa’daki Amerikan birliklerinin Solesmes’te ele geçirip ülkelerine götürdükleri bir tabloya keçeli kalemle “shit” yazılmıştı. Koleksiyoncu, elindeki de La Tour imzalı eserin bir benzerini sergide Le Nain imzasıyla görünce tablosunun taklit olduğunu düşünmüş, üzerine bu ibareyi yazarak tepkisini ifade etmişti. Oysa, gerçekte Le Nain imzalı olan kopyaydı. Ünlü Hollandalı ressam, de La Tour’un eserini kopyalamış ve üzerine kendi imzasını atmıştı.



Bir tablosu 13 trilyon

1593’te Fransa-Almanya sınırındaki Lorraine bölgesinde doğan Georges de La Tour’un yaşamı hâlâ tam olarak bilinmiyor. Son araştırmalar, ilk tablolarını 1620’de Luneville’de yapan sanatçının Lorraine Dükü'nün korumasına girdiğini söylüyor. 1623’te Germen kralı II. Henrik’in kraliyet ressamlığına kadar yükselen de La Tour, bu dönemde birçok madalya ve asalet unvanı ile ödüllendirilmiş. Ancak Almanya mezhep çatışmalarına sürüklenip hamisi II. Henrik 30 Yıl Savaşları sırasında tahtını kaybedince o da büyük yoksulluk içine düşmüş. Kaynaklar, 1633’teki ünlü Luneville yangınında resim atölyesini ve arşivinin önemli bir kısmını yitirdiğini yazıyor. Uzun süre resim yapamamış. 1639’da bölgeye huzur getiren VIII. Louis’in himayesine girdiği söyleniyor. Çaptan düştüğü düşünüldüğü için orada da çok barınamamış. 1652’de vebaya yakalanıp yalnız ve perişan bir halde ruhunu teslim etmiş.

Fransız basını tarafından “Fransa’nın yetiştirdiği en büyük ressamlardan biri” ilan edildiğinde, en çok tartışılan konulardan biri de La Tour’un “etnik kimliği” oldu. Alsace-Lorraine’in Fransız sayılmasını hiçbir zaman kabullenemeyen Almanlar “Bretagne ne kadar Fransız ise, de La Tour de o kadar Fransız’dır” diyor. Tartışmalar şiddetlenedursun, sanat tacirlerinin ressamın eserleri üzerindeki spekülasyonları gün geçtikçe yoğunlaşmakta, tabloların değeri hızla yükselmekte.

Velazquez ya da Goya tablosuna sahip olduklarını düşünürken ellerindeki tablonun aslında Georges de La Tour’a ait olduğunu fark edenlerse bu “kaza”ya pek üzülmüşe benzemiyor. Örneğin Japonya’da açık arttırmaya çıkan “Aziz John Baptiste” tablosu 13 trilyona alıcı buldu. Bu meblağ, aynı tablonun Le Nain imzasıyla 1991’de satıldığı miktarın tam üç katıydı. Şu an varlığı kesin olarak saptanan 80 kadar de La Tour tablosu var, bu rakam birkaç yıl önce bir elin parmak sayısını geçmiyordu...

Ders kitaplarına giriyor
Uzmanların dedektif romanlarına taş çıkartacak takibi ile ortaya çıkan en şaşırtıcı sonuç, sanat tarihinde de La Tour’la ilgili 350 yıl öncesine uzanan değerlendirme hatasının gerçekte çok daha uç noktalara uzandığının tespit edilmesi.

Georges de La Tour’un tablolarının sadece yüzde 10’luk bir kısmının, sadece 80 kadar tablosunun ortaya çıkartılabildiğini öne süren sanat çevreleri, yeni bulguların sanat tarihindeki tüm taşların yerini değiştireceğini iddia ediyor. İspanyol (Velazquez), İtalyan (Murillo) ve Hollandalı (Le Nain) üç ayrı ressamın pek çok eserinin aslında Georges de La Tour’un olduğunun ortaya çıkması, bu iddiaları destekler nitelikte görünüyor.

Bu arada, “resmi sanat tarihi” de değiştirildi elbet. Sanat tarihi kitaplarına Georges de La Tour'un geçmesi değildi sadece söz konusu olan, Fransa'da liselerden başlayarak tüm sanat eğitimi kitaplarındaki Velazquez, Murillo ve Le Nain'e dair bilinenler de elden geçmişti!

Bu arada, meraklısına hemen söyleyelim, Solesmes’te ele geçirilen tablonun üzerindeki “shit” yazısı da silindi...

Salı, Mayıs 30, 2006

Dülger balığının ölümü


Hepsinin gözleri güzeldir. Hepsinin canlıyken pulları kadın elbiselerine, kadın kulaklarına, kadın göğüslerine takılmağa değer. Nedir o elmaslar, yakutlar, akikler, zümrütler, şunlar bunlar?...

Mümkün olsaydı da balolara canlı balık sırtlarının yanar döner renkleriyle gidebilselerdi bayanlar; balıkçılar milyon, balıklar şan ü şeref kazanırdı. Ne yazık ki soluverir ölür ölmez, öyle ki, büzülmüş böceklere döner balık sırtının pırıltıları. Benim, size ölümünü hikâye edeceğim balığın öyle parıltılı, yanar döner pulları yoktur. Pulu da yoktur ya zavallının. Hafifçe, belirsiz bir yeşil renkle esmerdir. Balıkların en çirkinidir. Kocaman, dişsiz, ak ve şeffaf naylondan bir ağzı vardır: Sudan çıkar çıkmaz bir karış açılır. Açılır da bir daha kapanmaz.

Vücudu kirlice, esmer renkte demiş miydim?

Rum balıkçıların hrisopsaros -Hristos balığı- dedikleri bu balık, vaktiyle korkunç bir deniz canavarı imiş. İsa doğmadan evvel, Akdeniz'de dehşet salmış. Bir Finikeli denize düşmeye görsün! Devirdiği Kartacalı çektirmesinin, Beni İsrail balıkçı kayığının sayısı sayılamamış. Keser, biçer; doğrar, mahmuzlar; takar, yırtar; kopararır atar; çeker, parçalarmış. Akdeniz'in en gözü pek; insandan, hayvandan, fırtınadan, yıldırımdan, belâdan, işkenceden yılmaz korsanı, dülger balığının adından bembeyaz kesilirmiş.

İsa, günlerden bir gün, deniz kenarında gezinirken sandallarını büyük bir korkuyla bırakıp kaçan balıkçılar görmüş. "Ne oluyorsunuz?" diye sorunca balıkçılara; "Aman" demişler balıkçılar, "Elaman! Elaman bu canavardan! Sandalımızı kırdı, arkadaşlarımızı parçaladı. Hepsinden kötüsü, balık tutamaz olduk, açlıktan kırılırız."

İsa, yalınayak, başı kabak, dülger balıklarının yüzlercesinin kaynaştığı denize doğru yürümüş. En kocamanını, uzun parmaklı elleriyle tutup sudan çıkarmış. İki elinin başparmağı arasında sımsıkı tutmuş, eğilmiş, kulağına bir şeyler söylemiş...

O gün bu gündür dülger balığı, denizlerin görünüşü pek dehşetli, fakat huyu pek uysal, pek zavallı bir yaratığıdır.

Dülger balığının ölümü - Sait Faik


(...)

Hani diyorum, bu güzel öykünün devamını okumak için gelecek hafta sonu Burgaz, Kınalı ve Heybeliada'ya gitsek; bol bol fotoğraf çeksek; arada bir yerde de Sait Faik'in 100. doğumgünü için sessizce bir kutlama yapsak diyorum... Pasta da istemez hani, kızları da alıp balık-ekmeğin ve bir iki mezenin yanına bir ufak rakı açsak, balıkları ve topal martıları konuşsak, eminim Sait Faik de daha mutlu olurdu.

Barış Metin, Erkan Tekman, Çağlar Onur ve Sait Faik sevdalısı tüm "Pardus Fotoğraf Klübü" üyelerine açıktır bu çağrı.



Not: Keşke Meren de olsaydı aramızda... Adam tam rakı içmeyi öğrendi, gitti uzaklara! Halbuki eğitimi yarım kalmıştı, sırada Sait Faik vardı! Adam zaten hepimizi kıskandıracak kadar iyi fotoğraf çekiyor, bunu da paylaşsaydık "dadından yenmez" kıvama getirecektik herifi.

Cumartesi, Mayıs 27, 2006

90 dakika çarpı 3.000 ve bir manyak


Street Design Week etkinliğinin sonuna yaklaşırken, üzerimizde hoş bir rahatlama duygusu var. İlk 24 saatin telaşı ve karmaşası ikinci günden sonra büyük ölçüde sona ermişti; korkumuz, sokaklarda sergilenecek tasarımlara bir saldırının gerçekleşmesi, hatta bu saldırının kitlesel bir hal alarak etkinlik sonuna kadar eserlerin büyük kısmının tahrip edilmesine yönelikti... Neyseki, korktuğumuz başımıza gelmedi, "bir iki vukuat dışında" etkinliği büyük çaplı bir kaza olmaksızın bitirmeyi başardık.

Etkinlik içinde çok sayıda ilginç tasarım vardı. İçinde 40 kilo kabak çekirdeği olan şeffaf oturma bankı, 21. yüzyıl Karagöz ve Zenne'si, camlarla ve deniz kabuklarıyla süslü Vosvos gibi çok sayıda birbirinden çılgın tasarım boy gösterdi bu etkinlikte. Ama bu yazıda bunları anlatmayacağım.

Bahsetmek istediğim en ilginç tasarımcılardan biri, Tulliana 2.0'ın tasarımcısı M. Umut Pulat... Umut, etkinliğe "tek bir simge" ile katılmıştı. Masaüstlerimizde duran ve altında "Sistem" yazan simgenin adım adım hazırlanışını gösteren video enstelasyonunun sadece Illustrator kısmınının (Photoshop aşaması hariç) 34 dakika sürmesi, kendisine olan saygımı kat be kat büyüttü. Bir ara Umut'a soracak oldum:

A- Tulliana içinde kaç simge var?
U- Mimetype'larla beraber herhalde 3.000'den fazla...
A- Peki, tek bir simgenin tasarımı ne kadar sürüyor?
U- Kafamda oluşması kısmını saymazsak en az bir buçuk saat. Ama işin asıl vakit çalan kısmı, o hayal etme aşaması...
A- Oğlum, sen manyak mısın?
U- Normal olmadığımı biliyorum zaten...

(...)

Yapılan işin büyüklüğünden herhalde CNN Türk ekibi de etkilenmiş olacak ki, Cosmopolis programı için Umut ile epey uzun bir röportaj yaptılar. Pazartesi akşamı saat 23:00'de iyi bir "manyak" seyretmek isteyenlere "şiddetle" tavsiye edilir!

Perşembe, Mayıs 11, 2006

Etkinlikten etkinliğe...


Nasıl mıyım? Hayatımın en yoğun dönemlerinden birini yaşıyorum, bu hafta sonu Barış Metin, Erkan Tekman ve Çağlar Onur ile yaptığımız foto-safari kaçamağını saymazsak, inanılmayacak bir koşuşturma ve çalışma temposunun içine düşmüş durumdayım...

Artistanbul olarak yaklaşık 45 gündür Türkiye'nin ilk açık tasarım haftasının, Street Design Week'in organizasyonu ile uğraşıyoruz. 22-28 Mayıs tarihleri arasında Nişantaşı, Maçka ve Teşvikiye sokaklarında düzenlenecek olan bu etkinliği; Milano'da Zona Tortona, Londra'da ise Soho'da her yıl benzerleri düzenlenen uluslararası "sokak buluşmaları"na benzetebiliriz. Oralarda da olduğu gibi, ünlü tasarımcıların imzalarını taşıyan işler, caddelerde ve ara sokaklarda ansızın karşımıza çıkarken; çok sayıda genç yeteneğe de "bir kuruş ödemeden" tasarımlarını ünlü isimlerle yan yana sergileme fırsatı doğacak.

Etkinlik boyunca tüm danışmanlık, tasarımların yerleştirmesi, çevre düzenlemesi, güvenlik ve PR hizmetlerinin organizasyon komitesi tarafından "ücretsiz olarak" sağlanacağı bu organizasyonda, bir de tanıdık isim yer alıyor: Umut Pulat.

Tulliana 2.0'ı dün itibariyle depoya atan Umut, bir aksilik olmazsa bize bir Pardus simgesinin (icon) nasıl oluşturulduğuna dair hoş bir video hazırlayacak. Şu an için yeri kesin olmayan bir noktadan, bir geniş ekran aracılığıyla bu videoyu yayınlamayı hedefliyoruz...

Meren'in de bahsettiği gibi, beyefendinin memleketten gitmesiyle birlikte tüm Pardus ekibi içinde bir fotoğrafçılık hamlesi başlamış durumda. Fotoğraf terimleri sözlüğü, "How To"lar ve tripod eşliğinde çalışan Barış Metin, bu işi en ciddiye alan arkadaşımız. En akla ziyan fotoğrafları çekeninse Çağlar olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Her neyse, Pardus Fotoğraf Klubü'nün sanatsal çalışmalarına dair "ibret vesikalarını" yakın bir zamanda sizinle buradan paylaşacağım :)...

Bu arada şenlikte ben de varım. Cuma günü 11:30'da, "Bilişimci Olmayan Penguenler Linux'u Nasıl Görüyor?" başlıklı panelde konuşmacıyım. Tasarım ve masaüstü yayıncılık tarafında Linux'un taşıdığı üstünlük ve zayıflıklarından bahsetmeyi düşünüyorum. Masanın "bu tarafında" durum ne, onu anlatmaya çalışacağım...

Pazar, Nisan 30, 2006

Denizi ilk defa gören çocuğun
birdenbire yaşlanması



Yer: Van ili
Zaman: 1999 yılının sonbaharı

Tam altı yıl önceydi. Nasılını hatırlamıyorum ama bir anda kendimi Van'da bir minibüste, yanımda Kuzey İtalya'nın en zengin yerleşim bölgelerinden biri olan Alessandria kentinin belediye başkanı ile birlikte bulmuştum. Minibüs içinde ben, Abdullah Öcalan'a "Başkan" diyen HADEP'liler, her biri ayrı telden çalan dört İtalyan ve bir de benzerliğinden ötürü İtalyanlarla aramızda "Saddam" adını taktığımız, susmak bilmeyen bir tip. Arkamızda ise ikisi beyaz, birisi ise üzerinde her yerinden devlet akan korkutucu bir yazı karakteriyle "Resmi Hizmete Mahsustur" yazan üç Reno. Devlet protokolüne uygun bir sıralamayla aktarmak gerekirse; Van Emniyet Amirliği, Milli İstihbarat Teşkilatı ve JİTEM...

Abdullah Öcalan'ın Roma'ya sığınıp, "Infernetto" sokağından çıkmadığı ve İstanbul sokaklarında İtalyan marka buzdolaplarının yakıldığı günlerin nevrotik havası hâlâ geçmemiş. İtalyanlara, İtalyan olan her şeye ciddi bir güvensizlik var. Minibüsümüzü ve bizi her an izleyen güneş gözlüklü "devlet ricali"nin varlığı ve malum kabalıkları, İtalyan heyetinin "az gelişmiş" bir Latin Amerika diktatörlüğüne geldiklerine dair inançlarını daha da pekiştiriyor.

"Hayır" diyorum içimden, "Benim ülkemde JİTEM diye kuruluş aslında yok, sadece bir hayal bu..." Yıllar önce bir TBMM araştırma komisyonu bir konuda JİTEM'in görüşüne başvurmak için Genelkurmay'a yazı yazdığında, cevaben "Yasal prosedürü henüz yerine getirilmediği için böyle bir daire bünyemizde bulunmamaktadır" yollu, aslında cevap içinde bambaşka bir cevabın daha saklı olduğu bir mektup almıştı.

"Gabriel Garcia Marquez 'Albaya Mektup Yazan Kimse Yok'u burada yazmalıydı..." diye düşünüyorum. Mektup ne kelime, karşımda duran yüzbaşının kendisi aslında "var ama yok"! Kara gözlüklerinin arkasından etrafa korku aşılayan, sarkık bıyıklı, etrafındakilere "çorbasına düşmüş sinek" edasıyla bakan birisi, Jitem yüzbaşısı. Ama dedim ya, kendisi "kâğıt üzerinde" aslında var olmamasına karşın, burada "derin devleti" ete ve kemiğe büründürüyor.

Tutuklanmamamızın tek sebebi, yanımızdaki İtalyan belediye başkanının varlığı. Olası bir tutuklamada ortaya çıkacak kepazeliğin büyüklüğü, bizi şimdilik koruyor. Ama bu bile beni rahatlatmış değil. Malum, bu ülke çok değil, birkaç yıl önce, Franz Kafka'yı bile DGM'de yargılayıp, mahkeme heyetine hakaretten altı ay hapse mahkûm etmişti! [1]

HADEP'lilerse başka bir âlem. Dağdakilere "gerilla" diyorlar, Abdullah Öcalan'a ise "Başkan"! Bir "kirli savaş"tan bahsediliyor ama sadece hep tek bir tarafın kirli çamaşırları ortada. Öldürülen binlerce masum insandan, öğretmenlerin katledilmesinden, iş makinelerinin yakılmasından, eroin ticaretinden, örgüt içindeki infazlardan bahsedilmiyor elbette...

Bölgede siyaset yapmak çok zor. Her iki taraf için de "ya onlardansındır ya da bizden"... İkisinin ortası ya da "hiçbiri" gibi bir tercih asla olmadı ve olacağa da benzemiyor.

Aklı biraz başındakilerse, işin "her iki taraf için" gün geçtikçe biraz daha boka sardığının farkında. İş Kürtler için boka sarıyor çünkü sadece dağdaki savaşı değil, Irak'ta Amerikalılar ile ortaklaşa oynadıkları tehlikeli kumarı da kaybettiler. Yarın ABD bölgeden çıktığında, ilk kurban onlar olacak. Sadece Iraklı Sünnilerin, Şiilerin ya da Türkmenlerin değil; İran ve Suriye'nin de düşmanlığını kazandılar.

İş, Türkler için de boka sarıyor çünkü ortada giderek büyüyen bir nefret var. Taksicisinden mahalle berberine dek Türkiye'nin batısında yükselen öfkenin, ülkeyi bir kardeş kavgasına götürmesinden korkarım...

(...)

Ha, bir de İtalyanlarımız var elbet! Ben bunları düşünürken, İtalyan heyeti, Haydarpaşa Garı'nın merdivenlerinde denizi ilk defa gören çocuğun birdenbire yaşlanması neyse [2], işte onu yaşıyor...

Neden mi? Çünkü tezekten yapılma evlerin karşısındayız![3] "Tezek" İtalyancaya nasıl çevrilir? "Hayvan kazuratından tükürüklü köfte mantığıyla üretilen yakacak"ın ferhanşensoycalamacası şöyle bir şey olabilir mi acaba: "Lö kombustible dö la merde dö la hayvan productee avec lö logic dö la köfte dö la tucuruque"?

Hadi çevirdin, bununla ev yapıldığını; daha da acıklısı, bunun içinde 18 nüfuslu bir "türdeşinin" yaşadığını, Allah'ın İtalyanına nasıl anlatırsın?

Van'ın 5 kilometre doğusunda, Erek Dağı'nın eteklerinde kurulmuş Bostaniçi Beldesi'ndeyiz. Anlatanların ve 10/25 sayılı ve 14/01/1998 tarihli TBMM Araştırma Komisyonu Raporu'nun yalancısıyım; 3.428 köy ve mezranın yakıldığı o günlerde, Van'ın hemen dışındaki birkaç yüz haneli Bostaniçi Beldesi'nin nüfusu, köylerden gelen göçle, 90'ların ortasında bir anda 2.000'lerden 17.000'e fırlamış!

İstanbul'un bile sonuçlarını taşıyamadığı bu göç karşısında, Bostaniçi'nin hiçbir şansı olmamış. Kanalizasyonların sokakta aktığı, su şebekesinin bazı mahallelerinin yakınına bile uğramadığı, kız çocukların okula gitme oranının yüzde 20'lerde dolaştığı, genç kız intiharlarında (bir ay içinde 16 kişi) Türkiye'nin en yüksek ikinci oranının yakalandığı, ürkütücü bir yerleşim bölgesine dönüşmüş burası...

İşte bunun için Van'dayız. Yerel Gündem 21 ve Uluslararası Belediyeler Birliği (IULA-EMME) ile bunu bir projeye dönüştürmek için çalışıyoruz. İtalyan Alessandria Belediyesi, Bostaniçi'nin içme suyu projesini finanse etmeyi kabul etmiş durumda.

Bakalım bunu projeyi hayata geçirebilecek miydik? 2000 yılının başında, hayatımdaki en büyük amaçlardan biri, bunu gerçekleştirmek olmuştu...





Gelecek hafta: Başıma ne dert aldığımın meğerse farkında değilmişim. 20.000 kişiye su götürme çabasının altı yıllık macerası ve mutlu son... Gelecek haftaki kısımda işin bir de Linux'u ilgilendiren kısmı olacak.

------------------------
Dipnot 1: 13 Mart 1996 günü "Düşünceye Suçu'na Karşı Girişim" eylemi çerçevesinde yasaklı bir kitaba yayıncı olarak imza attıkları gerekçesiyle DGM karşısına çıkan 184 yazardan Mahir Günşıray, söz sırası geldiğinde elindeki kitaptan şu sözleri okumuştu: "Siz kimsiniz? Ne yapıyorsunuz burada? Ne demek oluyor bu adalet komedyası? Sorguya çekilen niçin başkası değil de benim? Bunu bilmek isterdim. Siz de bilmiyorsunuz. Emirleri uyguluyorsunuz. Ve bu ad, her nasılsa benim olan bu ad, bir başkasının da olabilirdi. Bir badanacının mesela. Buradan çıkınca evinize gidecek, annenizi, karınızı, çocuklarınızı kucaklayacaksınız. Teker teker alınınca, her birinizin bir insan olması, hepinizin bir vicdanı olması... İşte bunu anlayamıyorum!"

Savcı, yerinden fırladı: "Bize hakaret ediyor, suç duyurusunda bulunuyorum!"

Sözler, Günşiray'ın o günlerde sahneye koyduğu Franz Kafka'nın "Duruşma" adlı oyunundandı. DGM, Kafka'yı sanık olarak 10. Asliye Ceza Mahkemesi'ne yolladı. Böylece, Aziz Nesin'in ölümüyle 184'e inen sanık sayısı tekrar, 185'e yükseldi. Franz Kafka ne yazıktır ki hiçbir duruşmaya katıl(a)madı! Günşıray ise Kafka'nın bu satırları yüzünden 6 ay hapse mahkûm oldu.


Dipnot 2: Doğru kelimeyi bulamayınca, Edip Cansever'in "Ben Ruhi Bey Nasılım" şiirinden aldığım bu muhteşem mısraya sığındım. Kusurum affola...


Dipnot 3: Tezekten evi açıklamalıyım, aslında bu evler killi bir toprağın samanlı bir tezek ile karıştırılıp, kalıplanarak güneşte kurutulması ile elde edilen briketler aracılığıyla yapılıyor. Evin iç duvarlarından birine yapıştırılan tezeklerse, dışarda 80 santim kar varken içersinin ılık kalmasını sağlıyor.


Dipnot 4: Yazıdan alınarak, beni bölücülük ya da faşolukla itham edecek salakların tam listesini, önümüzdeki günlerde yorum bölümünde görebilirsiniz.

Perşembe, Nisan 27, 2006

Webmaster aranıyor!


Cihangir'de bahçeli bir ofiste tam zamanlı ya da haftanın üç günü çalışabilecek; HTML, XML dillerini bilen, Flash nedir diye sorulduğunda "Renault Flash!" diye mutlulukla cevap vermeyecek (bir iş görüşmesinde başımıza geldi), Photoshop'u sağ eliymiş gibi kullanabilen ama hepsinden önemlisi bir "estetik duygusu"na sahip olan tasarımcılar arıyoruz.

Ücret dolgun olmayıp; öğrenmeye hevesli, sık sık pizza eşliğinde bira içilen eğlenceli bir ortamda çalışabilecek genç bir iş arkadaşı arıyoruz.

Pardus'u tanıması ve GIMP ile Scribus'u kullanmayı bilmesi, ayrıca tercih sebebi olacaktır :).


Başvurular ali@artistanbulpr.com ya da 0212 251 64 37 no'lu telefona yapılabilir.


Fotoğraf: Flickr

Cumartesi, Nisan 22, 2006

Ahtamar'dan selamlar...


Bu yazıyı Van'dan, şehrin gençlerinin piyasa yaptıkları Cumhuriyet (Mecburiyet) Caddesi'ndeki bir internet cafe'den çok hızlı bir şekilde yazıyorum. Fotoğraf, Sacred Sites sitesinden alınan özel izinle kullanılmaktadır, dijital makine ise artık İtalya'da olduğu için orada çektiğim karelerin gelmesini için biraz bekleyeceğiz.

Evet, yılın bu zamanı Ahtamar Adası'nda resimdeki gibi badem ağaçları açıyor, detayları bir ara anlatacağım.


Not 1 (27 Nisan): Photograph Courtesy of SacredSites.com, Martin Gray'e özel teşekkürler.

Cumartesi, Nisan 08, 2006

Pratikte zayıf ama teoride hiç fena değil...


Sabahleyin yaşadığım bir iki küçük kriz ve ertelenen iki farklı buluşmanın ardından ben, Barış Metin, Meren ve çiçeği burnunda Pardus geliştiricisi Faik Uygur Taksim'de buluşup, foto-safarimize çıkmış bulunduk. Evet, Barış'ın aktardığı üzere giderek şiddetlenen bir yağmur yağıyordu ve yağmurda yanında şemsiye açmış üç adamla birlikte fotoğraf çekmek kolay olmuyor :)...

Barış yağmurdan ötürü "mission failed" yazmış ama bence hiç de öyle olmadı. Sirkeci'nin fotoğraf makinesi satan mağazalarında neyin ne işe yaradığı, iyi bir tripodun nasıl olması gerektiği, asa/iso değerleri, tobacco filtre kullanımı gibi bir sürü ayrıntıyı farkında olmadan kaptı Barış...

Aslında herkes için iyi oldu, bendeniz de "pinhole photographing" hakkında epey bilgi edindim bu sayede... En yakın "world pinhole day" bu ayın 30'undaymış, o güne kadar kibrit kutusundan lenssiz bir fotoğraf makinesi yapsak ne güzel olur aslında... Ne dersin Barış, becerebilir miyiz?

"Kimde ne makine vardı?" diye soracaklara hemen açıklayalım. Barış beyimizde bir Nikon D50, Meren de ise D70 ve güzel bir 300 objektif vardı. Ben ise bir dinozor olarak Canon EOS 50e ile katıldım. Analog makinelerin dijitalleri hâlâ dövebildiğini görmek güzeldi :)...

Yine de beni şu diapozitif masrafından kurtaracak bir dijital makinesi fena olmaz. Acaba bir EOS 5D'ye girsem mi?

Salı, Nisan 04, 2006

Majestelerinin, sancağında hilal taşıyan gemisi (2)

, ,

Geçen hafta nerede kalmıştık? Sanırım, İsveç Kralı "Demirbaş Şarl"ı bugünkü Moldova sınırları içinde kalan Bender'de bırakmıştık..

Her neyse, İsveç kralının Bender’de başlayan konukluğu sırasında hoş olmayan olaylar da yaşanmıştı. Karl ordusunu kaybettikten sonra, siyasi bir mülteci, daha doğrusu “sürgündeki kral” olmuştu. Poltava’dan sonra Ukrayna bozkırlarına dağılan İsveç ordusundan arta kalanlar, savaştan sonraki altı ay boyunca Bender’e akın edince, başlangıçta 1.000 askerle Bender’in hemen dışında kamp kuran XII. Karl’ın çevresindeki İsveçliler 10.000 kişiye ulaşmıştı!

Bu zorunlu ziyaretin öyle çok da “geçici” olmadığını anlaşılmış; “Demirbaş Şarl”ın, Bender’in hemen dışında Karlstad adıyla kurduğu yerleşim birimi zamanla giderek kalabalıklaşmıştı. Bunda, padişah III. Ahmet’in, krala jest yapmak amacıyla, Rusların esir alıp pazarlarda köle olarak sattıkları İsveçli kadınlarla çocukları satın alıp azat etmesi de büyük rol oynamıştı. Sadece bu kadar mı? Kralın Karlstad’daki kampının çevresinde müstahkem mevkiler istihkâmlar yapılmış, evinden kıyıdaki “kançılarya”sına kadar da bir tünel kazılmıştı. İsveçliler yerleşiyordu!

İsveç kralının uzayan konukluğu ve “devlet içinde devlet” kurması, Osmanlı’yı kızdırmaya başlarken, İsveç cemaatinin Bender esnafına ciddi bir borç takması da ortamı fena halde gerginleştirmişti. Sonuçta, İsveç kralına karşı ayaklanan “kızgın kalabalık”, kent dışında bekleyen yeniçerilerle de birleşerek, İsveçlilere “temiz bir sopa” attı. Demirbaş Şarl’ın da ağır yaralandığı bu “kent savaşı”, İsveç tarihinde “Kalabaliken-i Bender” adıyla geçiyor. Duruma el koyan Osmanlı, Bender’den aldığı XII. Karl’ı önce Dimetoka’da ev hapsinde tutmuş, ardından da İstanbul’a getirtmişti.


İlk Jarramas'ın çok merak edilen planı. Kaynak: Architectura Navalis Mercatoria (1768)
Bu kitabın Türkiye'deki tek tıpkıbasımı sanırım bendedir, bunu da gururla söylerim :)

Altında ise "Demirbaş Şarl'in kendi eliyle çizdiği planlar görünüyor.


“Türk donanması gibi donanmam olsa”

“Demirbaş Şarl”, Dimetoka’da ev hapsinde tutulduğu dönemi iyi değerlendirmiş, İstanbul’daki günlerinde Marmara kıyılarında görüp hayran olduğu donanma gemilerinin planlarını çizmişti. İsveç kralı, dönemin parmakla gösterilen matematikçi ve mühendislerinden biriydi. Geniş karinaları ve yüksek hızları ile Osmanlı teknelerinin benzerleri İsveç’in elinde olsa; en büyük arzusu sıcak denizlere açılmak olan Deli Petro’nun bu amaçla kurdurduğu St. Petersburg (Leningrad) daha doğmadan haritadan silinebilirdi.

“Demirbaş Şarl”, 1714’te göz hapsinde bulunduğu Dimetoka’dan gizlice kaçmış; kaçmadan iki ay önce çizdiği planları da casusları aracılığıyla İsveç’e yollamıştı. Stockholm’deki savaş konseyine bir de mesaj gönderen kral, konseyden, kendisi ülkeyle dönünceye kadar Jilderim ve Jarramas adını verdiği firkateynlerin inşa edilmesini emretmişti.

XII. Karl’ın Dimetoka’daki ev hapsi günlerinde çizdiği tekne eskizleri bugün elimizde. Titrek bir yazıyla altına “Carolus” yazarak imzaladığı planlar, bugün Stockholm Kraliyet Kütüphanesi’nde sergileniyor.

İsveç donanmasında iki Türk:
“Yaramaz” ve “Yıldırım”
Demirbaş Şarl, Türkiye’de kaldığı beş yıl içinde Türkçe’yi epey öğrenmişti. Nitekim, bu iki gemiye ad koyarken de, kulağına hoş gelen iki Türkçe kelimeyi seçmişti: Yıldırım ve Yaramaz... Kral, çizdiği planların üstüne, güzel bir sülüs yazıyla teknelerin ismini Osmanlıca yazdırmayı da ihmal etmemişti! (Yukarda)

Kralın emriyle, Karlskrona Tersaneleri’nde yapımına başlanan “Yaramaz” ve “Yıldırım”, 1716 yılında bitirildi. 44 top taşıyan ve 39 metre uzunluğundaki Jarramas (Yaramaz), artık İsveç donanmasının sancak gemisiydi. Türk korsan teknelerinin çizgilerini taşıyan bu tekne, İsveç donanma sancağını buharlı tekneler çağına kadar gururla taşıdı.

Yüksek hıza ve üstün manevra yeteneğine sahip bu iki firkateyn, suya indirildikleri andan itibaren Baltık Denizi’ni Ruslara dar etmişti. Bu gemiler, sadece Ruslara karşı değil, başka düşmanlara karşı da kullanılmıştı. 1756-1763 yılları arasındaki “Yedi Yıl Savaşları”nda Yaramaz ve Yıldırım, Kuzey Denizi’nde sayısız İngiliz gemisi batırmış, 1805’te de müttefiklerle birlikte Napolyon donanmasına karşı güçlerini göstermişlerdi.

Jilderim (Yıldırım), Prusyalılar ile yapılan bir deniz savaşında batırılmış; İsveçliler tarafından uğuruna inanılan Jarramas ise, her hizmetten çekilişinde inşa edilen daha modern bir tekneye adı verilerek efsanevi ününü sürdürmüş, İsveç donanmasında da bir geleneğin oluşmasına yol açmıştı: Hizmete giren her yeni Jarramas’ta, “Demirbaş Şarl”ın orijinal planlarına ve Türk teknelerinin o muhteşem çizgilerine sadık kalınması kaydıyla!

Dördüncü kuşak son Jarramas, 1899’da yine Karlskrona Tersaneleri’nde inşa edilip denize indirildi. Jarramas, son askeri görevine II. Dünya Savaşı günlerinde 1944’te çıktı. Bu son görev, Alman denizaltılarının İsveç karasularına girmesini engellemekti.

Jarramas, bugün İsveç denizciliğinin gurur kaynağı olarak, 1944’ten bu yana okul gemisi olarak hizmet veriyor. Dünyanın en güzel firkateynlerinden biri sayılan, Karlskrona’daki Kraliyet Deniz Müzesi önünde demirli Jarramas, bir zamanlar Akdeniz’i titreten Türk korsanlarının belki de dünyada hâlâ yaşayan tek tanığı...

Sisli günlerde, Jarramas tüm yelkenlerini fora ettiğinde, İsveçli denizcilerin bağrışmalarına yabancı bir sesin daha karıştığı söyleniyor... Yolunuz Karlskrona’ya düştüğünde, belki siz de o sesi duyabilirsiniz. Öfkeli bir Türk korsan reisinin güvertedeki “İsveçli leventlerine” verdiği “Yelkenler foraaa!” emrini...




Teşekkür: Bu yazının hazırlanmasındaki eşsiz katkılarından ötürü, İsveç Kraliyet Deniz Müzesi müdürü Ann-Britt Christensson’a ve Helena Grännsjö’ye teşekkürlerimi sunarım...

Cuma, Mart 24, 2006

Tema değişikliği


Sitede basit bir tema değişikliği. Panik yok, Burkina Fasa Fiso 2.0 sürümüne daha çok var :)...

Bu arada evet, kendimce bir Ken Parker teması yapmış durumdayım. Derslerimden geri kaldığım için koca bir dolap dolusu Teks'i imha eden anacığımın bile sevdiği, yakmaya kıyamadığı bir kahramandı Ken Parker :)...

Ken Parker yalnız bir kovboy, Edgar Allen Poe okuyan bir silahşor, Karl Marx'ı anlamaya çalışan bir grev işçisi, "altına hücum" döneminde bir anti-kahraman, kızılderililerin yanında bir Amerikalı, idam cezasına karşı çıkan bir insan hakları savunucusu, Marilyn Monroe'nun (Norma) sevgilisi, adaletsizliklerin karşısında ise bir Komiser Cemil'dir.

Ken Parker'ı hâlâ okumayanlardan mısınız yoksa?

Salı, Mart 21, 2006

Majestelerinin, sancağında hilal taşıyan gemisi (1)


İsveç, 200 yıl önce Ruslara karşı verdiği ölüm kalım savaşında, sancağında hilal bulunan bir tekne sayesinde yok olmaktan kurtulmuştu. İsveç kralı “Demirbaş Şarl”ın Türk korsan teknelerini kopya ederek inşa ettirdiği “Yaramaz”, hâlâ hizmette!


Günlerden 19 Ağustos 1809... Bir ulusun kaderinin belirlendiği gün. İsveçliler, kendilerinden çok daha güçlü Rus ordusu ile ölüm kalım savaşına girmiş. Öyle bir savaş ki bu, ya İsveç tarih sahnesinden silinecek ya da Rus orduları bu son siperlerde durdurulacak!

İsveçlilerin işi çok zordu. Rus ordusuna, o güne kadar hiç yenilgi tatmamış, efsanevi bir isim komuta ediyordu: General Nikolay Mihayloviç Kamenskiy.

Kamenskiy, İsveçlilere yüzyıllarca unutamayacakları bir yenilgi yaşatmıştı. İsveç ordusunu Finlandiya’da yok etmiş, bir dizi parlak zaferden sonra İsveçlileri önce Finlandiya’dan, ardından da Laponya’dan atmıştı! General Kamenskiy, bu zafer yürüyüşünü İsveç Krallığı’nın başkenti Stockholm’ü ele geçirerek noktalamak istiyordu ve karşısında, yalnızca Savar kasabasında konuşlanmış 6.800 İsveç askeri vardı.

Rus çarı Aleksander, o zafer günlerinde, İsveç kralına kendi “barış koşulları”nı da dayatmıştı: “Finlandiya’yı, Norveç’i ve Norland’ı (İsveç’in kuzeyindeki Laponya) Rusya’ya verirsen, ülkenin geri kalan kısmında yaşamanıza izin veririm!”

19 Ağustos 1809 günü, İsveç kralı IV. Gustav, Savar kasabasındaki askerlere son bir mesaj gönderdi: “Bu çarpışmayı kaybederseniz, sizinle birlikte İsveç de kaybedecek...”

Ertesi gün öğleden sonra Savar-Ratan hattı üzerinden hücuma kalkan İsveç askerlerini göğüsleyen Rus ordusu, beklenmedik bir sürprizle karşılaştı. Rus donanmasının abluka altına aldığı Baltık Denizi’ni bir uçtan öbür uca sessizce aşmayı başaran iki İsveç firkateyni, 100 kadar topla Rus siperlerini acımasız bir şekilde dövmeye başlamış; bu durum, Rus siperlerinde büyük bir paniğe yol açmıştı. Peki, ama bu İsveç firkateynleri nereden gelmişti? İlk yenilgisini yaşayan ünlü General Kamenskiy, dürbünüyle Baltık Denizi’nin lacivert sularında seyreden ve ateş kusan iki İsveç firkateyninden gösterişli olanına bakıyordu. Kamenskiy, masmavi İsveç donanma bandırasının üzerindeki garip işarete hiçbir anlam veremiyordu. Peki, bu işaret neyin nesiydi, acaba neyi simgeliyordu?


İsveç’i yok olmaktan kurtaran tekne
General Nikolay Mihayloviç Kamenskiy’nin tanımlayamadığı o motif, bir hilaldi! Jarramas firkateyninin gönderinde dalgalanan bu hilalli bandıra, İsveç’i yok olmaktan kurtarmıştı. Ülke tarihindeki bu en kritik çarpışma sayesinde İsveçliler, ülkelerinin kuzeyini ellerinde tutmayı başardılar. Bu bölge, barındırdığı zengin demir ve krom yataklarıyla, gelecekteki “İsveç mucizesinin” yaratılmasında en büyük paya sahip olacaktı.

Peki, bu bayraktaki hilalin sırrı neydi? Bu sırrı çözebilmek için tam yüzyıl geriye, İsveç kralı XII. Karl’ın, Rus çarı Deli Petro ile Poltava Meydan Savaşı’nı yaptığı 27 Haziran 1709 tarihine dönmek gerekiyor.

Büyük Kuzey Savaşı’nın (1700-1721) ilk sekiz yılında üç saldırgan düşmanının; Danimarka, Saksonya-Polonya ve Moskova’nın (Rusya) ittifak halindeki ordularını başarıyla yenilgiye uğratan İsveç kralı XII. Karl, Rusların başkentine yürümeye karar vermişti. Gün, Deli Petro’nun “Yenile yenile yenmeyi öğreneceğiz” dediği günlerdi... Rusların büyük çarı, aldığı yenilgilerden sonra yenmeyi, Doğu Ukrayna’da Poltava kasabası yakınlarındaki ovada öğrenecekti.

27 Haziran 1709’da, Poltava’da ordusu yok olan XII. Karl için tek açık yol, güneye doğru uzayıp giden topraklardı. Kılıç artığı 1.000 kadar askeriyle birlikte güney topraklarının hâkimi Osmanlı İmparatorluğu’na iltica eden İsveç kralı, Osmanlı-Rus sınırındaki Bender kentine sığınmak zorunda kalmıştı. Osmanlı’nın ağırlamak zorunda kaldığı bir konuğu vardı artık. Yenik İsveç kralı XII. Karl...


Başlangıçta, sadece beş gün kalacağını açıklayan XII. Karl’ın Osmanlı topraklarındaki konukluğu tam beş yıl sürdü! Öyle ki, “Devlet-i Âli” tarafından ağırlanan İsveç kralının masraflarının bütçenin hangi kaleminden karşılanacağı konusunda Osmanlı maliyesinde sorun çıkmış, sonunda bu harcamaların bütçedeki “demirbaş” kaleminden karşılanmasına karar verilince, kralın lakabı “Demirbaş Şarl” kalmıştı!

Türklerin bildiği adıyla “Demirbaş Şarl”, Bender, Dimetoka ve İstanbul’da kaldığı süre içinde boş durmadı. Sürekli şekilde, Marmara Denizi’ne demirleyen Türk ve Cezayirli korsan gemilerini inceleyip, Rusları yenmek için bu tür teknelere sahip olması gerektiğini düşündü. Bu düşüncesindeki haklılığının kanıtı da, 100 yıl sonra İsveçlilerin Rusları mağlup etmesinde başrolü oynayan, bandırasında hilal bulunan “Jarramas”ın ta kendisiydi.



İkinci bölümde: "Jarramas" yani Yaramaz'ın ilginç öyküsü. Jarramas'ın planını merak edenlere bir de sürprizimiz olacak :)...

Pazar, Mart 19, 2006

Burkina Fasa Fiso için geri sayım


Burkina Fasa Fiso 2.0 için geri sayım başladı. Yeni bir adres ve yeni bir sayfa tasarımı ile yayına devam edecek olan sitede, birkaç güzellik de olacak... Şimdiden bazılarını söyleyebilirim herhalde:

Burkina Fasa Fiso, kategorilere ayrılan ve her kategorinin kendi RSS'ine sahip olduğu bir yapıda olacak. Eski yazılara erişim kolaylaşırken, tag bulutunu da daha anlamlı bir yapı içinde kullanmayı hedefliyoruz. Eğer başarabilirsek, sitenin açılışında bir sürprizle karşılaşacaksınız. Hayır, bu bir animasyon değil :)...

Aslında kafamızda epey bir yenilik var. Ama hem kendimizi bağlamamak hem de bazı sürprizleri siteye saklamak adına şimdilik susuyorum.

Bu arada farkındaysanız, Gezegen Pardus üzerinden de yayına başlamış bulunduk. Fotoğraf ise pek muhterem A. Murat Eren'in Sanat Pardus'ta yayınlanan bir işinden.

Pazartesi, Mart 13, 2006

Pardus ekibinin gizli silahları


Gezegen Linux içindeki "evrim-biyoloji kitapları" ana temalı dehşetengiz tartışmayı canlandırmak istemem ama, evrim konusunda benim de bir iki lafım olacak :)..

İsim vermek gibi olmasın ama Görkem Çetin ve Gökmen Göksel isimli iki arkadaşımızın saatler boyu süren bir mücadeleden sonra geçen hafta burada yayınlanan kağıttan pengueni yapmayı "başaramadıklarını" üzülerek öğrenmiş bulunuyorum.

Coca-Cola içen maymunların bile el becerileri gelişirken, bu iki arkadaşın kağıttan tuzluk yapmayı bile becerememesi düşündürücü elbet :)...



Yukardaki fotoğraf: Pardus geliştiricilerinden Gökmen Göksel, Görkem Çetin ve Ahmet Aygün mutlu günlerinde...

Cuma, Mart 03, 2006

Elveda Mimar Sinan...


İstanbul Atışalanı’ndaki tarihi Avasköy Sukemeri, bir konut projesine kurban ediliyor. Mimar Sinan imzasını taşıyan anıt eser, önünde yükselen bloklar tarafından yutulmak üzere...

İstanbul’un simgelerinden Süleymaniye Suyolları’na ait Mimar Sinan yapısı Avasköy Sukemeri yok ediliyor. Hem de bizzat kentin imarından sorumlu büyükşehir belediyesinin izni ve katkısıyla. Albayrak Yapı Grubu, Esenler ilçesi Atışalanı mevkiindeki en az 400 yaşındaki sukemerinin sadece birkaç metre uzağına, onu tümüyle kapatacak 14 bloktan oluşan bir site inşa ediyor. 664 konut ve kapalı otopark, yüzme havuzu, alışveriş merkezi gibi tesislerden oluşması planlanan kompleksin şantiyesi, inşaatın başladığı bugünlerde bile tarihi suyoluna yaslanır durumda. Sinan’ın eseri, kuzey tarafına yerleştirilen pano ile inşası süren kompleksin nizamiyesi haline getirilmiş; “Kemer Park Evleri’ne Hoşgeldiniz”. En tuhafı da bu zaten...

Belediye başkanı, Esenler Belediyesi, müteahhit firma ve basın, inşasına başlanan yeni konutların, ilçeye katacağı değerden bahsediyor. Ama hiçbiri Mimar Sinan’ı ve onun eseri sukemerini anmıyor. Temel atma töreninde yaşananlar gerçek bir olaydan çok, ironik bir sinema filmini andırıyor. Örneğin Albayrak Şirketler Grubu Başkanı Nuri Albayrak törende, “Dünya başkenti olarak addedilen İstanbul’da yaşayan insanlara sadece kaliteli konut değil, aynı zamanda uygar bir yaşam sunmayı hedeflediklerini” söylüyor (Milliyet Emlak, 26 Ocak 2006). İstanbul’un mimar belediye başkanı Dr. Kadir Topbaş’ın, Koca Sinan’ın eserine baka baka söyledikleri ise çok daha ironik: “İnsanın doğuştan varolan barınma ihtiyacını yönetimler önceden oluşturur ya da oluşmasını sağlarsa, daha mutlu insanlar ve medeniyetler oluşur.

Kemer Park Evleri’nin ciddi bir sinerji oluşturacağını belirten mimar başkan, “çünkü burada değerli yapılar ortaya çıkınca, dönüşüme doğru atılımlar yapılacak” diyor. Haberi veren gazete de başkanın sözlerinden esinlenerek kompleksin yapımını “Çirkinliğe Kamuflaj” başlığıyla duyurmuş. (Milliyet, 7 Ocak 2006)

Geçtiğimiz yıl İstanbul’un yeşillendirilmesi üzerine düzenlediği bir basın toplantısı sonrasında Başkan Topbaş ile görüşmüştüm. Kısa görüşmede kendisine Şehzadebaşı’ndaki Belediye Sarayı’nın, ondan 1600 yıl daha eski Valens (Bozdoğan) Sukemeri’nin karşısına 1950’li yıllarda yapıldığını hatırlatmış ve bugün böyle bir yapının inşasına razı olup olmayacağını sormuştum. Başkan “O günkü başkan ben olsam yapmazdım” diye cevaplamıştı. (“Elveda İstanbul”, Atlas, Aralık 2005).

Tesadüf eseri tarih çok kısa bir süre sonra Topbaş’a bir başka sukemerini modern yapıların gölgesinden kurtarma şansı verdi. Mimar belediye başkanı bu şansı görmezlikten gelmenin yanı sıra temel atma törenine katılarak, kemerin tükenişini hazırlayan projeyi ödüllendirdi. Bu örnek bile İstanbul’u yönetenlerin, İstanbul’a karşı ne kadar samimi olduğunun bir göstergesi. Çeşitli dönemlerde kültür ve tabiat varlıklarını koruma kurullarında görev alan İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Bölümü Restorasyon Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Zeynep Ahunbay’a göre, “Bu utancı ortadan kaldırmak için derhal bir şeyler yapılması ve bu konuda önceliği Mimar Sinan’ın ismini hamasi söylevlere alet eden politikacıların alması” gerekiyor. Ahunbay, su yapılarının korunmasının belediyelerin görevi olduğunu ve Avasköy Sukemeri’nin durumunun, bu görevin layıkıyla yerine getirilmediğini gösterdiğini söylüyor: “Bakımsızlık bir yana, böyle bir anıtın çevresini yeşil alan olarak düzenlemek yerine, başına onu hiçe sayan kütleler yerleştirmek şehircilik ve estetikle bağdaşmıyor.

Mimarlar Odası İstanbul Şubesi’nin verdiği bilgiye göre, Albayrak Yapı Grubu’nun arazi için aldığı imar izni 2.5 emsal ve 0.40 taban alanı kat sayısını (TAKS) içeriyor. Yani sahip olunan parselin 2.5 katı büyüklüğünde kat alanına imkân tanınırken yapının tabanının, parselin yüzde 40’ını kapsamasına izin veriliyor. Odanın ikinci başkanı Günhan Danışman, verilen iznin çok yüksek yoğunlukta yapılaşmanın yolunu açtığını ve yapılacak blokların Avasköy Sukemeri’ne bitişik tasarlanmış olmasının bu eseri yok saymakla eş sayıldığını söylüyor. Günhan, meslek odası adına Atlas’a yaptığı açıklamada “Kültürel mirasına saygılı bir ülkede, su mühendisliği harikası böyle bir esere rant amacıyla bu denli duyarsızca davranılması olanaklı değildir. Aksine, gelecek nesillere aktarılmak üzere doğal çevresi ile birlikte korunarak bir kültürel miras parkı olarak düzenlenir. Meslek odamız adına üyemiz Büyükşehir Belediye Başkanı Dr. Mimar Kadir Topbaş’ın ve İSKİ’nin duruma süratle müdahale etmesini bekliyor, ilgili Kültür Varlıkları Koruma Kurulu’nun projeye izin verip vermediğinin araştırılmasını da talep ediyoruz” diyor.

İstanbul belediye başkanının temel atma töreninde söylediklerinin, ilginç bir tarafı daha var. Topbaş konuşmasında, D-100 otoyolu ve bağlantı yolları üzerinde yer alan akslardaki yapıların çirkinliğinden yakınıyor ve buraların ön çeperlerinin yenilenmesi gerekliliğinden bahsediyor. Oysa Avasköy Sukemeri’nin bulunduğu Esenler, TEM ve bağlantı yollarının devreye girmesiyle 1980’lerin ikinci yarısında nüfus ve yapı patlaması yaşayan diğer ilçeler gibi, büyük bir hızla büyüdü. Bizzat Topbaş’ın da görev aldığı yerel yönetimler, kaçak ve dolayısıyla düzensiz yapılaşmanın yarattığı bu büyümeye oy toplama uğruna seyirci kaldı. Görüntüsünden rahatsız olduğu ve “kamuflaj”ını gerekli gördüğü çirkinliğin oluşmasında, gerek mimar unvanıyla danışmanlığını yaptığı ve gerekse Beyoğlu belediye başkanı olarak birlikte çalıştığı yerel yönetimlerin sorumluluğu var.


(Sukemerinin 1983 yılında çekilmiş görüntüsü)

Sukemerinin 1983 yılında İSKİ tarafından yayımlanan "Tarih Boyunca İstanbul'da Sular" isimli kitapta yer alan fotoğrafı, bölgedeki yapılaşmanın hızı konusunda fikir veriyor. Fotoğrafın çekildiği tarihte Vatan Caddesi’ni Mahmutbey’e bağlayan otoyol henüz hizmete girmemişti. (Bu otoyolda Mahmutbey yönüne ilerlerken, Esenler’deki Yaş Sebze ve Meyve Hali’ni geçer geçmez sağ tarafta Avasköy Sukemeri’ni görmek hâlâ mümkün. Ancak bu görüş çok kısa süre sonra kapanacak.) Fotoğrafta uçsuz bucaksız gibi gözüken bir arazi ve sukemerinden başka hiçbir şey bulunmuyor.

Avasköy Sukemeri’nin 1983 yılındaki -kuşatılmamış- halini artık sadece, bu kemerin birkaç kilometre batısında yer alan Mazul Kemer’de görebiliyoruz. Bağcılar’da, Galericiler Sitesi’nin (Oto Center) tam arkasındaki bu sukemeri askeri saha içerisinde yer alma şansına sahip. Ve bu sayede, Avasköy Sukemeri’nden belki bin yıl daha eski olmasına rağmen, zamanın getirdiği yıpranma dışında özgün görüntüsünü koruyabiliyor. Diğer kemerler ve su yapıları, İstanbul gibi yağmalanmayı bekliyor. Kemerburgaz’a ismini veren eserlerden ve dünyanın en güzel su yapılarından Uzun Kemer, Kemer Counrty ve havuzlu villalara doğal bir “çit” vazifesi görüyor. Yine Esenler’deki Alipaşa Sukemeri, inşa edilen otoyolların altında kaldı. Bırakın ücra köşeleri, kent meydanındaki su yapıları bile ağır tahribat altında. Taksim’e ismini veren tarihi su tesisleri, arkasındaki otoparkın gazabına uğruyor; duvarlarına aydınlatma direkleri monte edilmiş, bilboardlar yerleştirilmiş. Örnekleri çoğaltmak mümkün.

İstiklal Caddesi’nin başındaki Taksim Maksemi’ndeki çeşmelerden birinin üzerinde “Her şeye su ile hayat verdik” anlamındaki ayet asılıdır. İstanbul’a hayat veren, kent siluetine 1600 yıldan uzun süre eşlik eden anıtsal su yapıları geri dönülmez şekilde tahrip ediliyor. İstanbul sözde modernleşirken, çağdaşlığın gerçek göstergesi olan değerlerini yitiriyor...

Yazı ve fotoğraflar: Gökhan Tan / Atlas




Not 1: Bugün sayfalarımızı tanımaktan her zaman "gurur duyduğum" gazeteci dostum, Atlas dergisinin İstanbul dosyalarını hazırlayan fotomuhabiri Gökhan Tan'a açıyoruz... Gökhan'ın bahsettiği bu kültürel ve tarihi yağmanın boyutları, özellikle Kadir Topbaş'ın Büyükşehir Belediye Başkanlığı döneminde azıya almış durumda.

Son birkaç gündür gazetelerden öğrendiğimiz kadarıyla Kadir Topbaş, İstiklal Caddesi'nden granit taşlarıyla kaplanmasından sonra "yedi tepenin altına yedi karayolu tüneli" gibi akla ve tarihe ziyan bir projeye girişmiş! Dolmabahçe Sarayı'nın yanından geçecek olan karayolu tünelinin ne anlama geldiğini ve bu tünelin "20 yıllık öyküsünü", önümüzdeki günlerde ayrıntılarıyla anlatacağım.

Birileri bu adamı engellemeli!


Not 2: Yazı ve fotoğraflar için Gökhan Tan'a teşekkür ederim. Gökhan'ın Hürriyet ve Milliyet gazetelerinde kısaltılarak yayınlanan bu haberinin "tam metnini" böylelikle de yayınlamış oluyoruz...

Pazartesi, Şubat 27, 2006

Uludağ sunucuları


Uludağ sunucularına bir haller mi oldu? Ne Arto'ya, ne Uluzilla'ya ne de Jabber sunucumuza bağlanabiliyorum. Cevabını verebilen varsa ve yazarsa sevinirim...

Cumartesi, Şubat 25, 2006

Bir geliştirici olmak...


İtiraf ediyorum. Sekiz ay öncesine kadar konsolu nasıl çalıştıracağını bilmeyen bendeniz artık paket derliyor, Stellarium'dan SuperKaramba temalarına kadar pek çok yazılımın yerelleştirmesini yapıyor, Uludağ'ın hata bildirim sisteminde bana atanan hataları düzeltiyorum. Ne yalan söyleyeyim, Kapalıçarşı'daki halı dükkanındaki satıcının "Alamanca" öğrenmesine benzer bir şekilde, Phyton dilini falan da öğrenmeye başladım :).

Ne gülüyorsunuz? Tanrının bildiğini kuldan saklayacak değiliz elbet :), siz asıl benden ve bir süre sonra yapmaya başlayacağım PİSİ paketlerinden korkun!

Daha da güzel bir şey söyleyeyim size: Bir ayı biraz aşkın bir süredir de resmen bir Pardus geliştiricisiyim! Kendime "geliştirici" diyerek gerçek geliştiricilerin öfkelenmesini istemem elbet, benim yaptığım olsa olsa, "çöpçü balıklığı"... Başkalarının uğraşmakla vakit kaybedeceği türden işleri üstleniyorum "şimdilik". Bu bazen bir KDE bileşeninin yerelleştirmesi, bazen de mevcut yerelleştirme dosyalarının içindeki tutarsızlıkları düzeltmek olabiliyor.

İşten eve döndükten sonra, her gün bir saatinizi bir bileşenin eksik çevirisine ayırabiliyor ve size verilecek küçük ya da büyük işin bir ucuna yapışıp bırakmıyorsanız, siz de bir Pardus geliştiricisi olabilirsiniz!

"Geliştirici" olmaya giden en kısa yolun, KDE bileşenlerinin yerelleştirmelerini üstlenmekten geçtiğini söyleyebilirim. Görkem Çetin işin bu kısmında başvuracağınız adam. Bu süreçte yer aldıktan sonra her gün düzenli olarak Uluzilla raporlarını izlemeli, bir süre sonra da buradaki sorunların çözümünde aktif rol almaya başlamalısınız. Bu sayede "elinizin altındaki canavarı" çok daha hızlı bir şekilde tanıyıp, işletim sisteminizin anatomisini anlamaya başlıyorsunuz.

Geliştirici olmak kesinlikle para kazandırmıyor. Zaten sıkışık olan hayatınızda eşinizle başbaşa kalacağınız zamandan bir saat daha çalmak sadece!

Ama yine de söyleyeyim sizlere, "çöpçü balığı" olmak bile çok güzel! Neden mi? Anlatması biraz zor... 32 yıllık hayatımın önemli bir kısmında, hep birilerine "borçlu" olduğumu hissettim. Bu hissi eminim siz de yaşamışsınızdır, hani hüzün verecek kadar güzel bir şeyle karşılaştığınızda içinizde bir şeyler düğümlenir ya, o his işte... O histir sizi ayakta tutan. Gün gelir Kabatepe Mevkii'nde Çanakkale Harbi'nin birbirinden sadece yedi metre uzak siperlerinin önünde, gün gelir güzel bir köy manzarasının karşısında o his "bir duvar gibi" çarpar size...

Örneğin beni yazmaya, gazeteciliğe iten temel dürtü, ilk başlarda buydu... Son iki-üç yıllık meslek hayatım içinde giderek bu hissi daha az hissetmeye başlamıştım. Hatta yaptığım işin anlamsızlığı yüzünden bir süre sonra hiç hissetmemeye! Pardus'a destek vermek, Pardus için bir şeyler yapmak bu hissi bana geri kazandırdı. Bu ülkeyi "var eden" insanlara olan borcumu, bir parça olsun ödediğimi hissediyorum...

Peki, tüm bunları niye aktardım?

Hemen anlatayım. Bugün Bilgi Üniversitesi'nde düzenlenen Açık Kaynak Günleri'ne gittiğimde girişteki bankoda duran arkadaş, boyun kartıma yazmak üzere "adımı ve mesleğimi" sordu. Ağzımdan şu cümleler istemdışı döküldü:

"Ali Işıngör, gazeteci, yazar, ha bir de Pardus geliştiricisi..."

(...)

Kimse lütfen bunun için bana kızmasın. Dedim ya, "istemdışı" çıktı ağzımdan...




Not: "İşe bir yerden başlamak istiyorum" diyenler gorkem (et) uludag (nokta) org (nokta) tr'ye bir mail göndererek ilk adımı atabilir.

"Origami Tux"


Akşam akşam denedim ve çok hoş oldu.

Cuma, Şubat 24, 2006

Baki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş..


Sekiz yıl önce "kısa bir süreliğine de olsa" beraber çalışma fırsatını bulduğum, tanıdığım en iyi gazetecilerden biri olan, mütevazı insan, yaptığı röportajları kıskandığım "arkadaşım" Baki Koşar'ı kaybettik. Evinde bıçaklanarak bir cinayete kurban giden Baki, kimsenin görmediğini görür, kimsenin cesaret edemediği röportajları yapardı...

O, CNN Türk'ün sesiydi. Mardin'de kalan son Süryanileri bize o anlattı, Birecik Barajı'nın altında kalacak köyleri ondan işittik, Batman'a "ölmeye yatarak" intihar eden genç kızların öyküsünü bizlere yine o fısıldadı...

Ne diyelim? Aradan çekilip, 2000 yılında yaptığı bir haber ile sözü Baki'ye bırakalım.

(...)

Belkıs'ın gözyaşları Fırat'a akıyor

Bir hayalet köydü artık Belkıs Köyü. Gözyaşlarını Birecik Barajı'nın derin suları yutuyordu..


Fırat Nehri, Birecik Barajı'yla gönülsüz gönülsüz sevişiyor nicedir... Sular dizleri geçince, terketmek zorunda kalmış Belkıs köyünü köylüler... Belkıs köyü sakinleri çok kısa bir zaman sonra Birecik Barajı'nın sularına gömülecek olan köylerinin hasretini şimdiden yüreklerinde duyuyorlar... Öyle ki, yeni yerleştikleri Nizip'ten yolları, bayırları aşarak köylerini ziyarete geliyorlar. Suların giderek yükseldiğini içleri sızlayarak izliyorlar...

"Şurada çocukların yatak odası vardı. Burada uyurdu çocuklar. İşte şurası da anamın ekmek pişirdiği tandırın yeriydi. Bakın, hâlâ izleri duruyor" diyor bana bu ziyaretçilerden biri, eski bir Belkıs Köyü sakini. Gencecik eşiyle birlikte gelmiş köyüne. Burada sevmişler birbirlerini, burada evlenmişler. Evliliklerinin henüz üçüncü ayında da suların yükseleceği haberini almışlar... (Hiçbir baykuşa rastlamadık oysa bu doğa harikası bölgede...) Utangaç, mahçup karısı. Konuşmak istemiyor. Gür kirpikleri, iri, siyah gözlerini döverken meraklı ama ürkek bakışlarla izliyor bizi.

Küçük bir çocuk... On beş yaşındaymış henüz...

"Akşamları, akrabalarımıza, komşularımıza giderdik. Fırat Nehri'nde çimerdik. Arkadaşlarımızla buluşur çay yapardık. Dağlarda koyunlarımızı, kuzularımızı güderdik..."

'Özleyecek misin peki köyünü' diye soruyorum. Gözlerinde bir buğu... Titreyen sesiyle, gözyaşlarına güçlükle engel olarak yanıtlıyor beni: "Hem de çok... Ama ne yapalım" diyor.

Yüz yirmi haneli bir köy Belkıs. Antep'in Nizip İlçesi'ne bağlı. Yapılması 1999'ların başında gündeme gelen Birecik Barajı'nın çağdaş kurbanlarından biri. Barajın, bir de bir milat kadar eski kurbanları var. Belkıs köyü, tamamen arkeolojik bir alan çünkü. Milattan önce birinci ya da ikinci yüzyıla ait sayısız tarihi eserin her köşesinde, her kıvrımında saklı olduğu önemli bir toprak... ("Mezopotamya"nın neresi değil ki zaten?). Gecesini gündüzüne katarak çalışan idealist bir arkeolog grubu, Belkıs tamamıyla sulara gömülmeden, buradaki tarihi eserleri gün yüzüne çıkarmak için inanılmaz bir savaş veriyor. Bu ekibin başındaki arkeolog Mehmet Önal, bizim aracılığımızla, "Biraz daha zaman, ne olur, biraz daha..." diye sesleniyor yetkililere. Önal, bu feryadında haklı. Çünkü Belkıs Harabeleri'nde, önce Savaş ve Bereket Tanrısı Ares diğer adıyla Mars'ın heykeli, hemen ardından da milattan sonra birinci yüzyılın üçüncü yarısına ait olduğu tespit edilen iki torba dolusu (iki bin beş yüzü aşkın) Greko - Romen şehir sikkeleri bulundu ki, bu sikkelerin üzerinde dönemin Roma imparatorlarının resimleri ve yer yer yanık izleri var. Bu izler, Sasanilerin, Roma'da çıkardığı büyük yangını da somut olarak ispatlayan ve günümüze kadar ulaşan gerçekten son derece önemli kanıtlar, izler... Bu iki önemli bulgu (özellikle Mars'ın heykeli), dünyanın gözünün buraya çevrilmesini sağladı. Ancak bir zamanlar, burada bizden önce, Roma gibi başka uygarlıkların da yaşadığını gösteren daha binlerce eser bulundu ve bulunuyor. Oysa, Belkıs köyü, yazıkki Birecik Barajı'nın sularıyla, Fırat'ın deli dalgalarıyla savaşından yenik düşecek...

Belkıs köylüleri de tıpkı kendilerinden önce burada yaşamış milletler gibi terkettiler artık Belkıs köyünü, terketmeye zorlanıyorlar... Ancak onlar, sözgelimi Romalılar gibi kendilerinden somut bir iz bırakamayacaklar sonraki kuşaklara; çünkü her şeyleri sular altında kalıyor. Bu nedenle, sular altında kalacak olan atalarına, yakınlarına ait mezarları da kazdılar, kemiklerini çıkartıp yanlarında getirdikleri apak, tertemiz kefenlere doldurup saygıyla kucaklarında taşıdılar, yeni yerleşecekleri yerde açtıkları, suların göremeyeceği başka mezarlara gömdüler. Gazeteci olarak Belkıs Harabeleri ve Birecik Barajı ilişkisini yerinde araştırmak için gittiğim Belkıs köyünde buna bizzat tanıklık ettim, mezarlarını kazan köylülerle konuştum. Çocukluklarından beri ziyaret etmeye, başlarında bir Fatiha okumaya alıştıkları, kiminin babasına, kiminin eşine, kiminin çocuğuna, kiminin dedesine ait mezarları neden kazdıklarını, içindeki kemikleri neden çıkarttıklarını sordum. Buruk yanıtlar aldım hepsinden: "Çünkü sular altında kalacak abi, onları da yanımızda götürmek istiyoruz..."

Gerçekten beni son derece etkileyen, sarsan görüntülerdi onlar... Birkaç gün sonra, içinden kemikler çıkartılmış o mezarlar da sulardan görünmez olmuştu artık.

Belkıs köyü, kimsenin ziyaretine gelmediği, yalnız bir mezar gibiydi. Virane olmuş evlerinin yarısı Fırat'ın suları altında kalmıştı. Bu haliyle, görkemli ama hüzün veren bir resim, düşle gerçek arasında bir tablo gibiydi...

Bir hayalet köydü artık Belkıs köyü. Gözyaşlarını Birecik Barajı'nın derin suları yutuyordu...

Baki Koşar
(Gazeteci)

"Piglet, Çılgın Zürafa, Tavşan
ve Miki Fare benim iyi dostlarımdır"


Akregator sağolsun, son zamanlarda izlediğim blogların sayısı epey artmaya başladı. Bunların arasında en ilginçlerinden biri 11 yaşındaki bir "bızdığa", Deniz Kamcez'e ait.

Bızdık dediğime bakmayın, Deniz 11 yaşında olmasına rağmen "Bir Adamın Hikâyesi" adında fantastik bir romanı yazmaya koyulmuş durumda! 10. bölümüne gelen romanın kahramanları; yazarın kendisi, Spiderman, Müzeyyen (annesi), Yücel (babası), bir vampir, Çılgın Korsan Jack, Lapacı, Bay Ölüm ve Kuduz Sansar...

Okudukça kendi kendime soruyorum: "Fantastik edebiyatı acaba çocuklara mı bıraksak?"

Eğer kendinize ve Deniz'e ayıracak bir yarım saatiniz varsa, bu güzel blogu okuyun. Arada sırada küçük yorumlar bırakmakla da 11 yaşındaki bu çocuğu, inanın çok mutlu edeceksiniz...

Perşembe, Şubat 23, 2006

Ben ne çizgi romancılar gördüm,
zaten yoktular...


Pişmanım. Hem de hiç olmadığım kadar... Hiç tanımadığım; beni hayatında hiç görmemiş; yazımı herhalde beğendiklerinden olsa gerek önce sitelerine koyan, ama sonra "basılı bir mecra söz konusuysa, önce dergiden, o da olmazsa yazarından izin almaları gerektiğini ve bunu neden yapmadıklarını" sorduğum için bana kızan insanlardan iki gündür inanılmaz bir şekilde küfür yiyorum.

Dedim ya; beni tanımıyorlar, ben de onları tanımıyorum. Ama küfrediyorlar...

Sadece ben olsam neyse... 64 yaşındaki, romatizmadan ve sinüzitten muzdarip anacığıma da küfrediyorlar. Onu da tanıdıklarını sanmıyorum.

Bu arada ne yalan söyleyeyim, ebemi de tanımam etmem... Ama koloni mail grubundan bir şekilde gazı aldıklarını tahmin ettiğim "anonymous" arkadaşlar, onu da tanıdıklarını iddia ediyorlar.

Sonra da benim artık neden yorumları siteden sildiğimi, neden artık onlara cevap vermediğimi sorgulayan yazılar yazıyorlar. Nedenini koloni e-mail grubundaki iki örnekle açıklayayım:

Date: Tue Feb 21, 2006 7:57 pm Subject: Re: [koloni] Fw: Sitenizde izinsiz yayınladığınız yazıma dair...

(...) Bocus dergisi ve popoler bilimlere merak sayanları zaten sevmem. Eeee öyleyse ne duruyoruz ? Hazırlıyalım ellerimizi diğer avucumuzun içine ve gerelim, gerelim, gerelim ve serbest bırakalım şlakkkkkk diye. Bir daha da o adamın yazısını falan haber yapmayalım
.
(...)
Date: Tue Feb 21, 2006 10:03 pm
Subject: Re: [koloni] Re: Sitenizde izinsiz yayınladı�ınız yazıma dair...

Hani meşhur hikayedir, adamın oğlu olmuş, tutmuş tenasül organını koparmış. Bu vatandaşında
kırk yılda bir yazısı satmayan bir tekel dergisinde yayınlanacağı tutmuş, ne yapacağını şaşırıyor. Hangi şehirde oturuyormuş bu uyuz arkadaşımız. Gidip bir görüşelim arkadaşla. Bir tanesi de izmir'de çıkmıyor ya kahretsin. kah kah kah.

Başta söylediğim gibi, pişmanım... Hakkımı kanunlar çerçevesinde aramaya niyetlendiğim için; bunu blog siteme yazdığım için; sonuçlarını öngöremediğim bir tartışmaya girdiğim için; "telif hakkı", "Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu", "hak", "hukuk" gibi kelimeleri ağzıma aldığım için...

Bugün sağolsunlar, bir gazetenin hukuk bürosundan gönderilen iki adet "emsal karar" önümde duruyor. Mahkemenin biri, bir dergiden 6-7 sayfalık yazıyı tarayıp, "izin almaksızın" sitesine koyan webmaster'ı haksız bulmuş. Üstüne üstlük bir diğer derginin değil, amatör bir site söz konusu olan!

Ben onlara bakıyorum onlar bana... Sonra "dava açmamaya" karar veriyorum. Olur a, mahkeme salonunda karşılaşırız, ben onlara forumlarındaki bu mailleri sorarım, onlar neden üyelerine müdahale etmediklerini açıklamak zorunda kalırlar!

Hasılı, her iki taraf için de sevimsiz bir durum. Ama onlar için sanırım "biraz daha zor" olur...

Şaka bir yana, bu arkadaşların mahkemeye dahi gitsek, bundan kendilerine bir ders çıkarmayacaklarını, takkelerini bir kere olsun önlerine alıp "ne yaptıklarını" düşünmeyeceklerini biliyorum artık.

Serüvencilere yayın hayatlarında başarılar ve bol şans diliyorum.



Not: Bu konuda karşı cenahtan gelecek hiçbir yorumu siteye koymayacağımı ve cevap vermeyeceğimi, tekrar ilan ederim. İnanın çok yoruldum.

Çarşamba, Şubat 22, 2006

Ketch kelimesinin kökeni


Geçtiğimiz günlerde Gürer Özen ile hayalimizdeki tekneyi konuşurken ikimizin de ketch ve yavl tipi teknelerden hoşlandığımızı gördük. Bugün ilginç bir şey öğrendim, meğerse bu kelime Türkçe'den geliyormuş. Kökeni "kayık" ya da "kıç" olabilirmiş :).

"Ketch \Ketch\ (k[e^]ch), n. [Prob. corrupted fr. Turk. q[=a][imac]q : cf. F. caiche. Cf. Ca["i]que.] (Naut.) An almost obsolete form of vessel, with a mainmast and a mizzenmast, -- usually from one hundred to two hundred and fifty tons burden."

Kaynak: Webster's Revised Unabridged Dictionary (1913)

Salı, Şubat 21, 2006

Copyleft muz mudur?


Sayın Koray Löker'e cevabımdır:

Birincisi: Copyleft, bir takım metinleri "kaynağını belirtmeksizin" istediğiniz gibi yayınlayabileceğiniz anlamına gelmez. GPL de gelmez, genel ahlak kurallarına da sığmaz bu...


İkincisi: "Ticari bir mecra olan matbu yayınlarda yayınlamak için izin alın" demek, kullanmış olduğum by-nc-sa lisansının bir gereğidir. Yazılarımın benim arzum dışında ticari mecralarda kullanılmasına da izin vermiyorum. Nokta.

Ben ekmeğimi yazı yazarak kazanan birisiyim ve yaptığım iş, bir A. Murat Eren ya da Barış Metin'in hatta sizin kod yazarak yaptığınız işle aynı prensiplere sahiptir. Nasıl siz, kodlamış ve GPL ile lisanslamış olduğunuz bir yazılımın kaynak kodlarını başkalarının kullanımına açıyorsanız, CC lisansı ile ben de açıyorum. Hatta aynı şartlarla: "Kaynağını belirtecek (by), isterse üzerinde oynamalar yaparak çoğaltabilecek ve aynı şartlara dahil olmak kaydiyle dağıtabilecek (sa)."

Açıkçası sizin neye itiraz ettiğinizi henüz anlayabilmiş de değilim. Benim itiraz noktam, başkalarının yazımı kullanmasına değil, bunun kaynak belirtmeksizin ya da ticari kullanımlarda izin almaksızın yapılmasına yönelik...

Allah Allah! Ben mi anlatamıyorum acaba?


Bir nokta daha var: 5846 No'lu Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu çok açıktır: Matbu ve matbu olmayan her türlü ortamda "eserin çoğaltma ve yayma hakkı" eser sahibine aittir. Madde 23 "Yayma Hakkı"nı, Madde 24 ve 25 ise "Temsil Hakkı"nı düzenler. Kısacası Levent Cantek gibi bir yayıncının bilmemesine şaşırdığım bu maddeler, tartışmaya mahal bırakmayacak kadar açıktır.

Üstüne üstlük basın ve yayın kanunlarımız, matbu ortamdaki bir yazıdan yapılabilecek tanıtım amaçlı alıntı miktarını bile düzenler. Şimdi ilgili mevzuat önümde olmadığı için yanılabilirim ama ilgili maddeler içinde "kitap tanıtımında alıntının eserin yüzde 2'sinden fazla olmaması" türünden ilginç ayrıntılar bile vardır.

Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu sadece Ali Işıngör'ü değil, sayısız kitap yazmış Levent Cantek'i de, Umberto Eco'yu da, Nutuk'u günümüz Türkçe'sine uyarlayan çevirmenin de hakkını "emek hırsızlarına, korsan yayıncılara" karşı korur. Ve bunu yazarların yazdıklarıyla hayatta kalması, ve her şeyden önemlisi ekonomik bağımsızlığını koruyabilmesi için yapar...



Bir detay daha var: Burkina Fasa Fiso'da içinde bir görseli kullanılan Ken Parker çizgi romanının Türkiye'deki yayın hakları, sevgili arkadaşım Murat Mıhçıoğlu'nun sahibi olduğu Rodeo Yayıncılığa aittir. Ve tamamen izinlidir :)...

Ayrıca bu resim, Bonelli grubu tarafından internete konan ve CC lisansı ile kullanıma açılmış bir resimdir :).



Not: Bu yazıyı tekrar okuduğumda gereksiz bir şekilde sert ve kırıcı olduğunu gördüm. Yazıyı törpülüyor, ve çevreye verniş olabileceğim rahatsızlıktan ötürü özür diliyorum.

Ben çizgi romancının
zeki, çevik ve ahlaklı olanını severim


Burkina Fasa Fiso ve çeşitli dergilerde çıkan yazı/araştırma dosyaları özelinde de Ali Işıngör, bir süredir çeşitli içerik hırsızlığı vakalarıyla uğraşıyor...

5846 No'lu Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'nu bir kalemde unutun zaten, bazı dergi ve internet sitelerinde yazar adını belirtmeye gerek bile duymayacak bir cürette hırsızlık yapılıyor! Ha, bir de yazınızın altına kendi imzalarını atanlar var ki, onları hangi kategoriye sokacağımı, inanın ben bile bilmiyorum :)...

Kişisel blog sitesinde, bunu yapan kopilleri açıkçası önemsemiyorum, hatta yazılarıma "farklı bir şekilde de olsa" değer verdiklerini görmek, beni mutlu ediyor. Ancak bu iş çoktan şirazesinden çıkmış, büyük medya kuruluşlarından kültür-sanat dergilerine kadar "doğal bir hak" olarak görülmeye başlanmış durumda.

Bu dergilerin arasında "Çizgi roman araştırmaları dergisi" Serüven'in bulunmasıysa, beni özellikle yaraladı. Bu ülkede ürünleri en çok çalıp çırpılan, emeğinin karşılığını en az alan insanların başında çizgi romancılar gelir. Bir telefon etseler, "bir karşılık beklemeksizin" seve seve bütün işlerimi önlerine sereceğim adamların bunu yapması, insanı sadece kahrediyor...

Geçtiğimiz hafta Burkina Fasa Fiso'yu kapatmanın eşiğinden döndüğüm anları sık sık yaşadım. Bir hafta süren bir sessizlik ve düşünmenin ardından, konusunda çok yetkin bir avukat abimle bu arkadaşlara dava açmayı kararlaştırmış durumdayım.

Bakalım "yavuz hırsız" ev sahibini bastıracak mı?

Hep birlikte göreceğiz...




Not: Creative Commons (by-nc-sa) sözleşmesi, kaynak göstermeniz ve ticari amaçlarla kullanmamanız şartıyla bu sitedeki tüm içeriği "ayrıca izin almaya gerek kalmaksızın" kullanmanıza ve hatta söz konusu içeriği değiştirip, aynı şartlar altında tekrar dağıtmanıza izin verir.

Ha, bu sitedeki bir yazıyı bir ticari mecra olan "matbu yayın"da kullanacaksanız, bütün iş bir elektronik posta ya da telefona bakar. En fazla sizden o dergiden iki üç nüsha göndermenizi isterim :)...

Salı, Şubat 14, 2006

"Yandım Çavuş limonçellosu"


Open Source Limoncello
Malzemeler


15-20 adet sulu limon (bulabiliyorsanız yeşil limon)
2 şişe votka (genelde votka şişeleri 750cc'lik olur)
5 su bardağı dolusu toz şeker
5 bardak su
1 adet büyük boy turşu kavanozu (kapaklı)
3 adet ağzı kapatılabilecek boş şişe (tercihan mantarlı)
1 adet renkli yazıcı
1 adet pritt
bol miktarda sabır



1) Pazardan 15-20 adet sulu ve ince kabuklu "eski limon" alınır. Limonlar üzerinde hiçbir çamur ve ilaç kalıntısı kalmayacak şekilde sıcak suyla yıkanır. Bir meyve bıçağı ya da tercihan sebze soyacağıyla limonların kabukları ince bir şekilde soyulur. Limon kabuğunun altındaki beyaz ve acı lifli katmanı olabildiğince "almamaya" dikkat etmelisiniz.

Limonların soyduktan sonra "sadece kabukları" turşu kavanozunun dibine yatırın ve birinci şişe votkanızı limon kabuklarının üzerine dökün. Turşu kavanozunun ağzını sıkıca kapatın ve "yaklaşık 40 gün boyunca" serin ve ışık görmeyecek bir yerde fermentasyona bırakın. Bu süre boyunca kavanozun kapağını açmayın ve haftada bir kavanozu hafifçe çalkalayın.

İlk aşama çok kolay. Yaklaşık 40 gün sonra kavanozdaki votkaya acı bir limon aroması yerleşmiş olacak. Sonradan unutmamak için 40 gün sonrasının tarihini bir kağıda yazıp, kavanoza yapıştırabiilirsiniz.

2) 40 gün sonra, bir tencerenin içine beşer bardak toz şeker ve suyu koyup karıştırarak kaynatıyoruz. Şekerli su karışımı koyu bir şerbet haline geldikten sonra 3-4 dk. daha kaynatın. Tencere içindeki bu koyu şerbet kıvamını soğumaya bırakın ve yeterince soğuduktan sonra, ikinci şişe votkamızla birlikte turşu kavanozunun içindeki karışıma ekleyerek kavanozun ağzını sıkıca kapatın.

Artık geriye tek yapmamız gereken, bir "40 gün daha" beklemek. Beklediğinize değecek :)...



3) Şimdi işin "en keyifli" kısmındayız. 80. gün, kavanozdaki Limoncello'yu şişelere dolduracağız. Ardından, bir yazıcıdan yukardaki etiketin bir çıkışını alıyoruz. Etiketin arkasına GFDL metnini basmayı da unutmuyoruz. Bu bir ev mamulü olduğu için şişeye yapıştıracağınız bu etiketin altındaki boşluğa "Yandım Çavuş limonçellosu" ya da "Open Source Limoncello" gibilerinden bir şeyler yazmakta özgürsünüz. Bir gün buzlukta bekleterek, buz gibi soğuk içmeniz önerilir.

4) Hayvanlaşmayın, efendi efendi için... Yaz aylarında serinlemek için birebirdir ama "doz aşımı" durumunda fena çarpar!


"Open source yaprak dolması", "CC-NC-SA haydarili patlıcan" gibi yeni tariflerin önünü açması umuduyla...

Cuma, Şubat 10, 2006

İyi ki varsın "Hazreti İsa"...


Nikos Kazancakis, "Günaha Son Çağrı" kitabında Hazreti İsa'yı şöyle konuşturur: "Bir balta olsam keser, bir ateş olsam yakardım; ama ben bir kalbim ve bildiğim tek şey sevmek..."

"Bizim İsa"nın da bildiği tek şey sevmekti... O kadar çok sevdi ki bu dünyayı, o çekik ve küçük gözleriyle gördüğü herşeyi ölümsüzleştirmeye, kendisinde ondan bir parça biriktirmeye çalıştı çaresizce. Gördüğü herşeyi çekmeye ve çoğaltmaya çalıştı umutsuzca: Kapıları, pencereleri, sokak lambalarını, kaybolan meslekleri ve artık yaşamayan tüm o güzel insanları...

Ve hiçbir zaman yetişemedi yapmak istediklerine...

İsa Çelik'ten bahsediyorum. "İsa Abi"den. Anadolu'nun bütün sokaklarını gezmiş bir adamı arıyorsanız, aradığınız odur. Eski ağır kapı tokmaklarını, sardunyalı pencereleri, yüzünde eski öyküler gezdiren o insanları ölümsüzleştirmek için sokak sokak, adım adım yürüyen "Hazreti İsa".

Bir havarisi bile olmayan, kimsenin izlemediği bir peygamber gibi dolaştı Anadolu'yu "ünlü fotoğrafçı" İsa Çelik. Tanrının ona verdiği o garip mucizeyi kullanarak yeni bir hayat verdiği, ölümsüzleştirdiği insanların sayısını o dahi bilmiyor...

"Peki ne kaldı elinde İsa Abi?" diye soracak oluyorum, "Anılar, Eczacıbaşı takvimleri ve albümlerden başka?"

Şaşırıyor. Sanki arkasında onu izleyen kimsenin olmadığını 40 yıl sonra farkeden "Musa Peygamber" kadar şaşkın... Düşünüyor. Bir ara unutuyor vereceği cevabı. Sonra birden hatırlıyor:
"Benim hiç albümüm olmadı ki bugüne kadar, Ali Bey!
Kendimi tanımasam, bir yaralı hayvan gibi bağırarak sokağa atacağım kendimi. Karşımdaki, tüm dünyanın önünde saygıyla eğildiği, ünlü fotoğraf ustası İsa Çelik!

"Nasıl yani, siz mi özellikle yapmadınız?"
"Ben çok utangaç birisiyimdir Ali Bey... Hayatımda hiç kimseden ne borç para ne de bir sigara hiçbir şey istemedim bugüne dek. 'Hadi bir albüm yapalım' da diyemedim. Herhalde karşı taraf da isteyemedi ki, bir fotoğraf albümüm olmadı bugüne dek!"
Nezaketini hiç kaybetmiyor "İsa Abi". Ama bunu söylerken, bir kristal kadeh kırılganlığında çıkıyor sesi.



Zorunluluktan okul birincisi
"Benim babam Ziraat Bankası'nda odacıydı. Orda ortaokuldan başka bir şey yoktu. Dolayısıyla ortaokuldan sonra okuma şansım da. Çünkü ortam çok kısıtlı. Hiçbir şansın yok...

Günlerden bir gün babam geldi ve dedi ki 'Ziraat Bankası, çalışanlarının çocuklarını okutacakmış. Aklını başına devşir, iyi dereceyle bitirirsen seni okutabilir banka!' O hırsla okulu iyi dereceyle değil, pekiyi dereceyle değil, okul birincisi olarak değil, Mersin birincisi olarak bitirmişim! Başka çarem yoktu çünkü...

Şimdi bizim oralarda yani Toroslar'da -ki ben tam olarak Taşeli Platosu'ndan geliyorum- her yer taştır. Kafam kadar, yumruğum kadar taşlarla doludur toprak... Başka bir yerde olsa yere tohum eksen, bir süre sonra o güneşe ulaşır. Fakat bizim orada o taşın altından çıkmak, taşı dolanıp ışığı bulmak zorundadır. Ben de aynı o tohum gibi ışığı bulmak zorundaydım! Çaresiz bir şekilde "en iyi" olmak zorundaydım..."
"Küçük İsa", Ankara'ya/ yatılı okula gönderilir. Ankara Koleji'nden Kurtuluş'a giderken, bir küçük dükkân vardır İsa'yı bir mıknatıs gibi çeken. Vitrinine her hafta 30x40 boyutlarında "yeni bir fotoğraf" konur bu dükkânın. O yıllarda bozkır Anadolu'sunun başkentinde, her hafta vitrindeki fotoğrafı değiştirmek büyük bir olaydır!

İsa Çelik "o fotoğraf için" her hafta okuldan kaçtığını gülerek anlatıyor;
"Fotoğraf ne demek, sanat fotoğrafı ne demek haberim yok ama nedense çarpıldım. Ve 12 yaşındaydım..."
Okulun top oynanan arka bahçesinden kaçarak, "yağmur çamur" demeden her hafta o fotoğrafı görmeye gider "Küçük İsa"...


İlk makina, ilk sevgili
İsa Çelik kitap okumaz, sinemaya gitmez ve para biriktirerek ilk fotoğraf makinasını satın alır. Üniversite çağı geldiğinde ise gönlünden geçen, "Akademi'ye girip, ressam olmak"tır.

"Fotoğrafçılığın bir meslek olabileceğini dahi bilmiyordum" diyerek anlatıyor o günleri İsa Çelik. Ancak onu okutan Ziraat Bankası'na da "borcunu ödeme" zamanı gelmiştir. Banka ondan "iktisat okumasını" ister... Öyle de yapar. Okul bittiğinde, "Dosya ve Arşiv Memuru" adayıdır ama bankanın grafik bölümünde afişler yapmaktadır:
"Başta Sami Güner olmak üzere çok tanınmış fotoğrafçılarla tanışmaya başlayınca, anlamaya başladım bu işin bir meslek, hem de çok ciddi bir meslek olduğunu!"
O gündür, bugündür fotoğrafçı İsa Çelik... Yıllar sonra o dükkândaki fotoğrafların da kime ait olduğunu öğrenir; "Fotoğraf çalışmaları nedeniyle Almanya'nın Köln şehrinden fahri hemşehrilik alan Şinasi Barutçu..."

... "Ve kopya edilen işlerle dolu, sekiz klasör biriktirdim" diyor İsa Çelik.

Türkiye standartlarının bu kadar düşük olması, yabancıların Türk fotoğrafçısına olan bakışını bile etkilemiş. Yabancıların bile artık "Bu Türk fotoğrafçıdır, nasıl olsa alışıktır para ödenmemesine, biz de ödemeyelim" demeye başladığını, gülerek anlatıyor:
"Geçtiğimiz dönemde dünyanın en büyük ajanslarından SIPA -ki sahibini tanırsınız, Gökşin Sipahioğlu'dur- Amerika ve Avrupa'yı dolaşacak devasa bir sergiyi organize etti, Türk fotoğrafçılığı' başlıklı iddialı bir sergi. Arşivler karıştırıldı ve Türkiye'deki ustaların en iyi kareleri toparlandı. Hemen herkes bir beklenti içindeydi, herhalde iyi bir telif verirler diye... Tek kuruş vermediler! Neden? Çünkü onlar bile biliyorlar artık bu ülkeyi, başka bir ülkenin fotoğrafçısına yapamayacakları bir şey yapıp, Türk fotoğrafçısını ucuza getirmeye çalışıyorlar! Bunu üstelik bir Türk'ün yaptığını düşününce daha da kötü oluyorum..."

Uludağ'a çıkın, teleferiğin yanında İsviçre dağlarının devasa fotoğraflarını göreceksiniz. Neden? Nedenini söyleyeyim, çünkü adamlar bir Türk fotoğrafçısına para vermektense, internetten bir yerden buldukları bedava fotoğrafları kullanmışlar! Böyle bir şey var mı?

Siz adamı dünyanın bir yerinden Uludağ'a turist olarak getirmeye çalışacaksın ama teleferiğin üstüne İsviçre resmini koyacaksın!"
Sadece bu mu? Değil elbet. Bir de korsancılar var. Bu çok daha acıklı bir öykü. İsa Abi'nin anlattıkları bana kalsın, canınızı daha fazla sıkmayayım artık...


Anıları yel üfürdü, su götürdü!
İsa Çelik'in Tünel'deki stüdyosu, Türkiye'deki muhtemelen en büyük antika fotoğraf makinesi koleksiyonlarından birini barındırıyor. Eski makinelerin çokluğu ve birçoğunun bugün bile çalışır olması şaşırtıcı. Koleksiyonda Leica'lar, Hasselblad'lar, Yashica'lar hatta eski KGB casus kameralarından bile var! Ama benim için asıl muhteşem parça, eski Arap denizcilerinin usturlablarını anımsatan pozometreler.

Sadece bunlar mı? Taş plaklar, ünlü fotoğraf ustalarının imzalı fotoğrafları, sokak tabelaları, arkasında ünlü Türk şairlerinin imzası bulunan boş rakı şişeleri... Osmanlıca tabelalardan bir tanesi, Cahit Arf'ın evinin istimlakından bir iki önce evinden sökülmüş! Üzerinde Fransızca ve eski alfabe ile "İstanbul Sular İdaresi" yazıyor.

Arkası imzalı şişelerden bir tanesini elime alıp okumaya çalışıyorum: "23 Nisan 1978, bu şişeyi de güzel içtik!" İmzalar: Fikret Otyam, Ara Güler, Aziz Nesin...

İsimlerin gerisi okunmuyor... Bunun gibi diğer 10-15 şişeyi süsleyen imzalar da silinmiş geçen haftaki(*) su baskınında! Evet, su baskını, çünkü İsa Abi'nin üçüncü kattaki stüdyosunu, yukarı katta patlayan bir boru harabeye çevirmiş! Ben röportaj için büroya geldiğimde, yan odada "çöpe atılacaklar'' bir kenara toplanıyordu... Maddi değerini bilemem ama manevi değeri ölçülemeyecek, fotoğraf, belge, kitap, hatıra, çöpe gidiyordu!



Fotoğrafların anlattığı öyküler
İsa Abi'nin tüm fotoğraflarının ayrı bir öyküsü var. Her biri bambaşka bir dünyayı anlatır. Bazı fotoğrafların ise öyküsü çok ayrı.

Taksim'deki o ünlü 1 Mayıs Yürüyüşü'nde çekilen karede olduğu gibi... Meydandaki tüm gazetecilerin yürüyen insanları çektiği anda, İsa Çelik'in gözü 'insana dair" bir başka kareyi yakalar. Şehre yeni gelen köylüler, "işçi-köylü bayramının" şaşkınlığını yaşamaktadır.

"Hazreti İsa"nın en az her peygamberin olduğu kadar deli olduğunu söylemiş miydim size? Soğuk ve karlı bir şubat gecesi, Ankara-İstanbul otobüslerinin mola verdiği Varan Bolu Dağı Tesisleri'nde çekilir bir lambanın fotoğrafı. İsa Çelik, sabah otobüsle Ankara'dan İstanbul'a giderken konaklama tesisinde gördüğü sokak lambasını akşamüstü ışığında hayal etmiş, İstanbul'a döndüğünde dayanamayıp otobüsün bagajından üçayakı indirip kurmaya başlar! Otobüs, "İsa Peygamberi bekleyemediğinden" gider, İsa Çelik bir sonraki İstanbul otobüsünü bekler bu kare yüzünden :).

Yukardaki kare ise Atatürk'ün eşi Latife Hanım'ın Karşıyaka'daki evinin penceresine ait. İçerdekiler artık yok olmuş bu virane evin küçük kiracılarıdır. O ev yok artık, Latife Hanım da, peki ya çocuklar? İsa Çelik, Latife Hanım'ı tanıyamamış olmaktan üzgün. Latife Hanım'ın o bir ömür boyu süren sessizliğini, "Ben bu sessizliğe Greta Garbo'luk diyorum" sözleri ile anlatıyor...

Bir başka karedeyse Haliç'teki Camialtı Tersanesi'nde işçiler artık paydosa hazırlanmakta. Ereğli Demir-Çelik'teki işçi ise çeliğe su vermeye...



Kaybolan meslekler
Bazı kareler vardır, çekerken belki de bunu bir daha kimsenin çekemeyeceğini düşündüğünüz... İsa Çelik'in 1970'lerde Anadolu'nun dört bir yanını dolaşarak çektiği "Kaybolan Meslekler" serisinin kareleri gibi.

Hasırcılar, kaşıkçılar, tüfekçiler, kelleciler... Artık eskide kalan bir dünyanın parçaları oldular. İsa Çelik için hepsinin hüzünlü bir öyküsü var.

"Tam bir Fellini filmi gibiydi!" diyor İsa Abi, kaşıkçılar için. Kaşıkçıları çekmek için önce Konya'ya gitmiş İsa Çelik. Konya'ya vardığında kaşıkların orada yapılmayıp, "sadece boyandığı"nı öğrenmiş. Kısa bir araştırmanın ardından ver elini Akşehir! Neyse, maceralı bir yolculuktan sonra bir tahta kapıyı açmış ki, bir de ne görsün! Ben diyeyim 100 metre boyunda, siz deyin ki 150 metre genişliğinde bir arsa... Arsanın üzerinde de güneşe serilmiş binlerce tahta kaşık!

Sohbet geliştikçe İsa Abi'den fotoğrafçılığın hilelerini de öğreniyorum. Tüfekçilerde olduğu gibi "görüntülenmekten" hoşlanmayan meslek erbabı ile yarenlik fotoğraf makinesini öylece masanın üzerine kormuş İsa Abi... Arada bir çantadan bir objektifi çıkartıp onu siler, sonra da yerine, çantasına kaldırırmış. Hiç fotoğraf çekmezmiş, ta ki sokaktan bir horoz ya da inek geçinceye kadar... Alırmış eline kamerayı, çekermiş horozu! 10 dakika sonra yoldan bir topal kedi mi geçti? "Ne enteresan kedi!" deyip onu çekermiş. Normalde fotoğraf çektirmek için binbir naz yapacak olan ustalar alınmaya başlarmış: "Eee, horozu çektin, kediyi çektin... Bizi adam yerine koymaz mısın, be birader!"

Semerci "Ali Osman Amca" da bunlardan biri. İsa Çelik, son semerci ustası Ali Osman Amca'yı Beykoz'da bulmuş. Fotoğrafları çekerken bu son semerci ustasının, "şeytan dürter" İsa Çelik'i; "Ali Osman Amca, nerden buluyorsun müşteriyi İstanbul'da?"

Ali Osman Amca şöyle bir süzer İsa Çelik'i; "Delinin sorduğuna bak, İstanbul'da eşek mi ararsın?"


Uçurumun kenarında
Madem Kazancakis ile açtık yazımızı, yine onunla bitirelim. Yunan yazar Kazancakis'in kilise tarafından aforoz edilen İsa'sı, bir umutsuzluk anında "İnsan uçurumun kenarına varmadan kanatlanmaz" der.

"İsa Abi" neredeyse uçurumun kenarından, Toros'un fakir bir yörük ailesinden çıkarak kanatlanmış... Farkında değilsiniz ama o fotoğraflarıyla bize sadece insanları değil; kapıları, pencereleri, kedileri, İstanbul'u ile herşeyi sevmeyi öğreten kişi... Gerçek bir peygamber.

İyi ki varsın "Hazreti İsa"!




(*) Not 1: Bu röportaj 2003 yılının Eylül'ünde yapıldı. Dolayısıyla yazıda bahsi geçen su baskını o tarihlerde gerçekleşti.

Not 2: En yukardaki İsa Çelik fotoğrafı, Sevgi Çiçek'e ait. Diğer karelerse, fotoğrafların telif hakları çiğnenerek çoğaltılmasını engellemek amacıyla, "uzun kenarı 320 piksel" ile sınırlı olacak şekilde siteye konmuştur. Lütfen, yüksek çözünürlüklü hallerini talep etmeyin.

Not 3: Sebastiao Salgado, Henri-Cartier Bresson, Cem Boyner, Francesco Zizola derken "İsa Çelik" abimiz hakkında bir yazı yazmamak olmazdı. Bir şeyi 40 kere dilerseniz olurmuş, siz de katılın bu duaya: "İsa Çelik albüm çıkarsın! İsa Çelik albüm çıkarsın! İsa Çelik..."