Pazar, Nisan 30, 2006

Denizi ilk defa gören çocuğun
birdenbire yaşlanması



Yer: Van ili
Zaman: 1999 yılının sonbaharı

Tam altı yıl önceydi. Nasılını hatırlamıyorum ama bir anda kendimi Van'da bir minibüste, yanımda Kuzey İtalya'nın en zengin yerleşim bölgelerinden biri olan Alessandria kentinin belediye başkanı ile birlikte bulmuştum. Minibüs içinde ben, Abdullah Öcalan'a "Başkan" diyen HADEP'liler, her biri ayrı telden çalan dört İtalyan ve bir de benzerliğinden ötürü İtalyanlarla aramızda "Saddam" adını taktığımız, susmak bilmeyen bir tip. Arkamızda ise ikisi beyaz, birisi ise üzerinde her yerinden devlet akan korkutucu bir yazı karakteriyle "Resmi Hizmete Mahsustur" yazan üç Reno. Devlet protokolüne uygun bir sıralamayla aktarmak gerekirse; Van Emniyet Amirliği, Milli İstihbarat Teşkilatı ve JİTEM...

Abdullah Öcalan'ın Roma'ya sığınıp, "Infernetto" sokağından çıkmadığı ve İstanbul sokaklarında İtalyan marka buzdolaplarının yakıldığı günlerin nevrotik havası hâlâ geçmemiş. İtalyanlara, İtalyan olan her şeye ciddi bir güvensizlik var. Minibüsümüzü ve bizi her an izleyen güneş gözlüklü "devlet ricali"nin varlığı ve malum kabalıkları, İtalyan heyetinin "az gelişmiş" bir Latin Amerika diktatörlüğüne geldiklerine dair inançlarını daha da pekiştiriyor.

"Hayır" diyorum içimden, "Benim ülkemde JİTEM diye kuruluş aslında yok, sadece bir hayal bu..." Yıllar önce bir TBMM araştırma komisyonu bir konuda JİTEM'in görüşüne başvurmak için Genelkurmay'a yazı yazdığında, cevaben "Yasal prosedürü henüz yerine getirilmediği için böyle bir daire bünyemizde bulunmamaktadır" yollu, aslında cevap içinde bambaşka bir cevabın daha saklı olduğu bir mektup almıştı.

"Gabriel Garcia Marquez 'Albaya Mektup Yazan Kimse Yok'u burada yazmalıydı..." diye düşünüyorum. Mektup ne kelime, karşımda duran yüzbaşının kendisi aslında "var ama yok"! Kara gözlüklerinin arkasından etrafa korku aşılayan, sarkık bıyıklı, etrafındakilere "çorbasına düşmüş sinek" edasıyla bakan birisi, Jitem yüzbaşısı. Ama dedim ya, kendisi "kâğıt üzerinde" aslında var olmamasına karşın, burada "derin devleti" ete ve kemiğe büründürüyor.

Tutuklanmamamızın tek sebebi, yanımızdaki İtalyan belediye başkanının varlığı. Olası bir tutuklamada ortaya çıkacak kepazeliğin büyüklüğü, bizi şimdilik koruyor. Ama bu bile beni rahatlatmış değil. Malum, bu ülke çok değil, birkaç yıl önce, Franz Kafka'yı bile DGM'de yargılayıp, mahkeme heyetine hakaretten altı ay hapse mahkûm etmişti! [1]

HADEP'lilerse başka bir âlem. Dağdakilere "gerilla" diyorlar, Abdullah Öcalan'a ise "Başkan"! Bir "kirli savaş"tan bahsediliyor ama sadece hep tek bir tarafın kirli çamaşırları ortada. Öldürülen binlerce masum insandan, öğretmenlerin katledilmesinden, iş makinelerinin yakılmasından, eroin ticaretinden, örgüt içindeki infazlardan bahsedilmiyor elbette...

Bölgede siyaset yapmak çok zor. Her iki taraf için de "ya onlardansındır ya da bizden"... İkisinin ortası ya da "hiçbiri" gibi bir tercih asla olmadı ve olacağa da benzemiyor.

Aklı biraz başındakilerse, işin "her iki taraf için" gün geçtikçe biraz daha boka sardığının farkında. İş Kürtler için boka sarıyor çünkü sadece dağdaki savaşı değil, Irak'ta Amerikalılar ile ortaklaşa oynadıkları tehlikeli kumarı da kaybettiler. Yarın ABD bölgeden çıktığında, ilk kurban onlar olacak. Sadece Iraklı Sünnilerin, Şiilerin ya da Türkmenlerin değil; İran ve Suriye'nin de düşmanlığını kazandılar.

İş, Türkler için de boka sarıyor çünkü ortada giderek büyüyen bir nefret var. Taksicisinden mahalle berberine dek Türkiye'nin batısında yükselen öfkenin, ülkeyi bir kardeş kavgasına götürmesinden korkarım...

(...)

Ha, bir de İtalyanlarımız var elbet! Ben bunları düşünürken, İtalyan heyeti, Haydarpaşa Garı'nın merdivenlerinde denizi ilk defa gören çocuğun birdenbire yaşlanması neyse [2], işte onu yaşıyor...

Neden mi? Çünkü tezekten yapılma evlerin karşısındayız![3] "Tezek" İtalyancaya nasıl çevrilir? "Hayvan kazuratından tükürüklü köfte mantığıyla üretilen yakacak"ın ferhanşensoycalamacası şöyle bir şey olabilir mi acaba: "Lö kombustible dö la merde dö la hayvan productee avec lö logic dö la köfte dö la tucuruque"?

Hadi çevirdin, bununla ev yapıldığını; daha da acıklısı, bunun içinde 18 nüfuslu bir "türdeşinin" yaşadığını, Allah'ın İtalyanına nasıl anlatırsın?

Van'ın 5 kilometre doğusunda, Erek Dağı'nın eteklerinde kurulmuş Bostaniçi Beldesi'ndeyiz. Anlatanların ve 10/25 sayılı ve 14/01/1998 tarihli TBMM Araştırma Komisyonu Raporu'nun yalancısıyım; 3.428 köy ve mezranın yakıldığı o günlerde, Van'ın hemen dışındaki birkaç yüz haneli Bostaniçi Beldesi'nin nüfusu, köylerden gelen göçle, 90'ların ortasında bir anda 2.000'lerden 17.000'e fırlamış!

İstanbul'un bile sonuçlarını taşıyamadığı bu göç karşısında, Bostaniçi'nin hiçbir şansı olmamış. Kanalizasyonların sokakta aktığı, su şebekesinin bazı mahallelerinin yakınına bile uğramadığı, kız çocukların okula gitme oranının yüzde 20'lerde dolaştığı, genç kız intiharlarında (bir ay içinde 16 kişi) Türkiye'nin en yüksek ikinci oranının yakalandığı, ürkütücü bir yerleşim bölgesine dönüşmüş burası...

İşte bunun için Van'dayız. Yerel Gündem 21 ve Uluslararası Belediyeler Birliği (IULA-EMME) ile bunu bir projeye dönüştürmek için çalışıyoruz. İtalyan Alessandria Belediyesi, Bostaniçi'nin içme suyu projesini finanse etmeyi kabul etmiş durumda.

Bakalım bunu projeyi hayata geçirebilecek miydik? 2000 yılının başında, hayatımdaki en büyük amaçlardan biri, bunu gerçekleştirmek olmuştu...





Gelecek hafta: Başıma ne dert aldığımın meğerse farkında değilmişim. 20.000 kişiye su götürme çabasının altı yıllık macerası ve mutlu son... Gelecek haftaki kısımda işin bir de Linux'u ilgilendiren kısmı olacak.

------------------------
Dipnot 1: 13 Mart 1996 günü "Düşünceye Suçu'na Karşı Girişim" eylemi çerçevesinde yasaklı bir kitaba yayıncı olarak imza attıkları gerekçesiyle DGM karşısına çıkan 184 yazardan Mahir Günşıray, söz sırası geldiğinde elindeki kitaptan şu sözleri okumuştu: "Siz kimsiniz? Ne yapıyorsunuz burada? Ne demek oluyor bu adalet komedyası? Sorguya çekilen niçin başkası değil de benim? Bunu bilmek isterdim. Siz de bilmiyorsunuz. Emirleri uyguluyorsunuz. Ve bu ad, her nasılsa benim olan bu ad, bir başkasının da olabilirdi. Bir badanacının mesela. Buradan çıkınca evinize gidecek, annenizi, karınızı, çocuklarınızı kucaklayacaksınız. Teker teker alınınca, her birinizin bir insan olması, hepinizin bir vicdanı olması... İşte bunu anlayamıyorum!"

Savcı, yerinden fırladı: "Bize hakaret ediyor, suç duyurusunda bulunuyorum!"

Sözler, Günşiray'ın o günlerde sahneye koyduğu Franz Kafka'nın "Duruşma" adlı oyunundandı. DGM, Kafka'yı sanık olarak 10. Asliye Ceza Mahkemesi'ne yolladı. Böylece, Aziz Nesin'in ölümüyle 184'e inen sanık sayısı tekrar, 185'e yükseldi. Franz Kafka ne yazıktır ki hiçbir duruşmaya katıl(a)madı! Günşıray ise Kafka'nın bu satırları yüzünden 6 ay hapse mahkûm oldu.


Dipnot 2: Doğru kelimeyi bulamayınca, Edip Cansever'in "Ben Ruhi Bey Nasılım" şiirinden aldığım bu muhteşem mısraya sığındım. Kusurum affola...


Dipnot 3: Tezekten evi açıklamalıyım, aslında bu evler killi bir toprağın samanlı bir tezek ile karıştırılıp, kalıplanarak güneşte kurutulması ile elde edilen briketler aracılığıyla yapılıyor. Evin iç duvarlarından birine yapıştırılan tezeklerse, dışarda 80 santim kar varken içersinin ılık kalmasını sağlıyor.


Dipnot 4: Yazıdan alınarak, beni bölücülük ya da faşolukla itham edecek salakların tam listesini, önümüzdeki günlerde yorum bölümünde görebilirsiniz.

8 yorum:

YALNIZLIK OKULU dedi ki...

olayın özü o insanların tezekten yapılma evlerde (en aşağısını yazmışsın ali abi 18 diye)çift haneli nüfuslarda yaşayıp açlık sınırının onlar için zenginlik bölgesi olduğunu unutmak...
en kolay etkilenen insandır aç insandır...tam anımsamadığım ama çok hoşuma giden bir söz vardır bir insan inancını satacak kadar açsa onun hayattan bir beklentisi kalmamıştır...
kimsenin suçu değil bu bu hepimiz suçu demekle çözülür sandığımız bir sorun değil bu...
aç insanın ne dili ne ırkı ne dini olur bir kaç şerefsizin elinde maşa olur...ister kürt ister türk ister abaza ister laz ister çerkez ister etyopyalı ister sudanlı ister arjantinli hepsi aynı...

sadece ne yaptığını bilmeyen cahil halkların bir birini yemesine dönüşüyor olay...

size bir örnek vereyim farklı ama hani yıllarca bizi yunanlılarla düşman yaptılarya bu insanlar aslında gene iki kardeşi birbirine küstürdüler...eğer bir gemici olsaydınız dünyanın özelliklede avrupadaki tüm limanlarında size hep grek kardeşlerinizden onlarada hep turk kardeşlerinden bahsederler yada sorarlar.ve hep bizi anlaşamayan iki kardeş olarak görürler.kalan mirası paylaşamayan...

biz sosyal ve dünya sosyal eşitliği sağlayamadığımız sürece bu ve benzeri kavgaları hep göreceğiz..

hani ünlü bir söz vardır ve hepiniz diyeceksinizdir öyle konuşmalardan sonra büyük balık küçük balığı yer diye.bende diyorum ki madem böyle bir kanun var neden karadeniz bir hamsi krallığı...

Adsız dedi ki...

Sevgili kardeşim,

Anlattıklarınız hem Türk hem Kürt faşistlerinin işine gelmez. Dert etmeyin, birbirlerini burada da bir "dehşet dengesi"yle eşağırlıkta tutarlar. Faşist Olmanın Dayanılmaz Hafifliği'dir bu, bugünü belki karakterize edebilir, ama zaman ne gösterir, bu hırtlıkları taşır mı, orasını hep birlikte göreceğiz.

Adsız dedi ki...

Eline sağlık Ali'ciğim.

Yıllardır kafamda dolaşan düşünceleri bir çırpıda kaleme almışsın.

Sen diye konuştuğuma bakma, seninle tanışıyoruz. Üç yıl önce seninle Zaho'da karşılaşmıştık. İkimiz de savaşı izliyorduk ve olaylara esprili ve rahat bakışınla orada da epey kişiyi kızdırmıştın.

Kim olduğumu anlamışındır ama yine de bir ipucu vereyim: Kuzey Irak'taki lokantalarda ete katılan ve ne olduğunu çözemediğimiz baharattan dolayı kısa süreli bir cilt rahatsızlığına kapılan ünlü "savaş muhabiri" ağbin...

Bu arada yanındaki yaşlı abimize ne oldu? Ne mübarek adamdı o, hayatımda böyle birisi ile tanışmadım!!

Adsız dedi ki...

Öncelikle eline, diline, yüreğine sağlık.
Yazdıklarını okuyunca "Şu Faşist"leri de bir göreyim dedim. Baktım daha birilerinde jeton düşmemiş. Bu arada seni de hayal kırıklığına uğratayım, olumlu bir şeyler karalayayım dedim.
Yazdıklarını okuyunca benim de 1989 yazında Hakkari-Çukurca arasındaki yolda gözlemlediklerim geldi aklıma.
Zap Suyu'nun kıyısında kıvrıla kıvrıla ilerleyen yolun bazı bölümlerinde taraçalandırılmış, ekime-dikime uygun hale getirilmiş bahçeler gözüme çarpmıştı. Ancak bazı yerlerde taraça duvarlar kısım kısım çökmüş, bazı yerlerde aniden bitiveriyorlardı. Nedenini merak ettiğimde yanımızdaki koruculardan biri anlatıvermişti. "Eskiden buralarda Ermeniler de yaşardı. Onların geleneklerine göre bir delikanlı evlenme çağına geldiğinde belirli bir miktar araziyi ekime uygun hale getirip, kendine bahçe hazırlamak zorundaydı... Sonra Ermeniler gittiler..."
Bu olay bölgede yaşadığım şoklardan biri olarak kazıldı kaldı belleğime. "O"ralara giderken, ihmal ettiğimiz, haksızlıklara uğramış, hep ezilmiş, 2., 3., 4. sınıf muamelesi görmüş bir halkla karşılaşmaya hazırlamıştım kendimi. Aralarında yaşadığım 1,5 yıl sonrasında da, bugün de o korucunun yarım bıraktığı tümce yine onun ses tonundan yankılanır durur usumda:
"Sonra Ermeniler gittiler... Ve biz bir çivi bile çakmadık o binlerce yıllık miras üzerine."

Ali Işıngör dedi ki...

"Muhabir" Abim,

Seni tekrar duyduğuma çok sevindim. Abi, hatırlarsan seninle Irak sonrasında iki kere karşılaştık. Eğer, bahsettiğin kişi Feyzi Öktem ise, o biz tüm gençlere toz yutturmaya devam ediyor :).

Feyzi Abi, her zamanki gibi serseri ve her zamanki gibi yarı işsiz, yarı aç...

Bruno Crimi'yi soruyorsan, Panorama'dan nihayet emekli oldu. Dördüncü enfaktüsünü geçirdikten sonra adasına, Stromboli'ye çekildi. Bir süredir de haber alamıyorum. Aramamak tamamen benim eşekliğim.

Aslında buradan ona bir şişe rakı göndermek lazım :) Ne dersin?

Ali Işıngör dedi ki...

Sevgili Anonymous;

Aslında bir tepki mesajı almadım değil:) ama o kadar salakçaydı ki, dayanamadım sildim.

O hep haksızlığa uğrayan halka gelince... Yazının ikinci bölümünde tam da senin aktardığına benzer bir anektod anlatacağım.

Adsız dedi ki...

Ali abi;

Olayı güzelce ortaya koymuşsun. Söylediklerine katılmakla birlikte devletin oraya biraz üvey evlat muamelesi yaptığını da gözlemliyorum. Yoksa bu topraklarda insanlar hiçbir zaman ırka dile dine bakmadılar ve yıllarca kardeşleşerek yaşadılar. Mevlananın dergahının karşısında Bektaşiler vardı. Birbirlerinin çayını çorbasını içtiler yıllarca. Kızlar aldılar, verdiler.

Ama dediğim gibi devletin bu işte biraz parmağı var gibi sanki...

Adsız dedi ki...

Uzun zamandır hoşça ve de boşça vakit geçirecek bir şey arıyordum internette. Bir dost,Işıngör blogu'nda adımın geçtiğini söyleyince "Van" yazısını okudum, sonra da