
Uludağ sunucularına bir haller mi oldu? Ne Arto'ya, ne Uluzilla'ya ne de Jabber sunucumuza bağlanabiliyorum. Cevabını verebilen varsa ve yazarsa sevinirim...
Belkıs'ın gözyaşları Fırat'a akıyor
Bir hayalet köydü artık Belkıs Köyü. Gözyaşlarını Birecik Barajı'nın derin suları yutuyordu..
Fırat Nehri, Birecik Barajı'yla gönülsüz gönülsüz sevişiyor nicedir... Sular dizleri geçince, terketmek zorunda kalmış Belkıs köyünü köylüler... Belkıs köyü sakinleri çok kısa bir zaman sonra Birecik Barajı'nın sularına gömülecek olan köylerinin hasretini şimdiden yüreklerinde duyuyorlar... Öyle ki, yeni yerleştikleri Nizip'ten yolları, bayırları aşarak köylerini ziyarete geliyorlar. Suların giderek yükseldiğini içleri sızlayarak izliyorlar...
"Şurada çocukların yatak odası vardı. Burada uyurdu çocuklar. İşte şurası da anamın ekmek pişirdiği tandırın yeriydi. Bakın, hâlâ izleri duruyor" diyor bana bu ziyaretçilerden biri, eski bir Belkıs Köyü sakini. Gencecik eşiyle birlikte gelmiş köyüne. Burada sevmişler birbirlerini, burada evlenmişler. Evliliklerinin henüz üçüncü ayında da suların yükseleceği haberini almışlar... (Hiçbir baykuşa rastlamadık oysa bu doğa harikası bölgede...) Utangaç, mahçup karısı. Konuşmak istemiyor. Gür kirpikleri, iri, siyah gözlerini döverken meraklı ama ürkek bakışlarla izliyor bizi.
Küçük bir çocuk... On beş yaşındaymış henüz...
"Akşamları, akrabalarımıza, komşularımıza giderdik. Fırat Nehri'nde çimerdik. Arkadaşlarımızla buluşur çay yapardık. Dağlarda koyunlarımızı, kuzularımızı güderdik..."
'Özleyecek misin peki köyünü' diye soruyorum. Gözlerinde bir buğu... Titreyen sesiyle, gözyaşlarına güçlükle engel olarak yanıtlıyor beni: "Hem de çok... Ama ne yapalım" diyor.
Yüz yirmi haneli bir köy Belkıs. Antep'in Nizip İlçesi'ne bağlı. Yapılması 1999'ların başında gündeme gelen Birecik Barajı'nın çağdaş kurbanlarından biri. Barajın, bir de bir milat kadar eski kurbanları var. Belkıs köyü, tamamen arkeolojik bir alan çünkü. Milattan önce birinci ya da ikinci yüzyıla ait sayısız tarihi eserin her köşesinde, her kıvrımında saklı olduğu önemli bir toprak... ("Mezopotamya"nın neresi değil ki zaten?). Gecesini gündüzüne katarak çalışan idealist bir arkeolog grubu, Belkıs tamamıyla sulara gömülmeden, buradaki tarihi eserleri gün yüzüne çıkarmak için inanılmaz bir savaş veriyor. Bu ekibin başındaki arkeolog Mehmet Önal, bizim aracılığımızla, "Biraz daha zaman, ne olur, biraz daha..." diye sesleniyor yetkililere. Önal, bu feryadında haklı. Çünkü Belkıs Harabeleri'nde, önce Savaş ve Bereket Tanrısı Ares diğer adıyla Mars'ın heykeli, hemen ardından da milattan sonra birinci yüzyılın üçüncü yarısına ait olduğu tespit edilen iki torba dolusu (iki bin beş yüzü aşkın) Greko - Romen şehir sikkeleri bulundu ki, bu sikkelerin üzerinde dönemin Roma imparatorlarının resimleri ve yer yer yanık izleri var. Bu izler, Sasanilerin, Roma'da çıkardığı büyük yangını da somut olarak ispatlayan ve günümüze kadar ulaşan gerçekten son derece önemli kanıtlar, izler... Bu iki önemli bulgu (özellikle Mars'ın heykeli), dünyanın gözünün buraya çevrilmesini sağladı. Ancak bir zamanlar, burada bizden önce, Roma gibi başka uygarlıkların da yaşadığını gösteren daha binlerce eser bulundu ve bulunuyor. Oysa, Belkıs köyü, yazıkki Birecik Barajı'nın sularıyla, Fırat'ın deli dalgalarıyla savaşından yenik düşecek...
Belkıs köylüleri de tıpkı kendilerinden önce burada yaşamış milletler gibi terkettiler artık Belkıs köyünü, terketmeye zorlanıyorlar... Ancak onlar, sözgelimi Romalılar gibi kendilerinden somut bir iz bırakamayacaklar sonraki kuşaklara; çünkü her şeyleri sular altında kalıyor. Bu nedenle, sular altında kalacak olan atalarına, yakınlarına ait mezarları da kazdılar, kemiklerini çıkartıp yanlarında getirdikleri apak, tertemiz kefenlere doldurup saygıyla kucaklarında taşıdılar, yeni yerleşecekleri yerde açtıkları, suların göremeyeceği başka mezarlara gömdüler. Gazeteci olarak Belkıs Harabeleri ve Birecik Barajı ilişkisini yerinde araştırmak için gittiğim Belkıs köyünde buna bizzat tanıklık ettim, mezarlarını kazan köylülerle konuştum. Çocukluklarından beri ziyaret etmeye, başlarında bir Fatiha okumaya alıştıkları, kiminin babasına, kiminin eşine, kiminin çocuğuna, kiminin dedesine ait mezarları neden kazdıklarını, içindeki kemikleri neden çıkarttıklarını sordum. Buruk yanıtlar aldım hepsinden: "Çünkü sular altında kalacak abi, onları da yanımızda götürmek istiyoruz..."
Gerçekten beni son derece etkileyen, sarsan görüntülerdi onlar... Birkaç gün sonra, içinden kemikler çıkartılmış o mezarlar da sulardan görünmez olmuştu artık.
Belkıs köyü, kimsenin ziyaretine gelmediği, yalnız bir mezar gibiydi. Virane olmuş evlerinin yarısı Fırat'ın suları altında kalmıştı. Bu haliyle, görkemli ama hüzün veren bir resim, düşle gerçek arasında bir tablo gibiydi...
Bir hayalet köydü artık Belkıs köyü. Gözyaşlarını Birecik Barajı'nın derin suları yutuyordu...
Baki Koşar
(Gazeteci)
Date: Tue Feb 21, 2006 7:57 pm Subject: Re: [koloni] Fw: Sitenizde izinsiz yayınladığınız yazıma dair...(...)
(...) Bocus dergisi ve popoler bilimlere merak sayanları zaten sevmem. Eeee öyleyse ne duruyoruz ? Hazırlıyalım ellerimizi diğer avucumuzun içine ve gerelim, gerelim, gerelim ve serbest bırakalım şlakkkkkk diye. Bir daha da o adamın yazısını falan haber yapmayalım.
Date: Tue Feb 21, 2006 10:03 pm
Subject: Re: [koloni] Re: Sitenizde izinsiz yayınladı�ınız yazıma dair...
Hani meşhur hikayedir, adamın oğlu olmuş, tutmuş tenasül organını koparmış. Bu vatandaşında
kırk yılda bir yazısı satmayan bir tekel dergisinde yayınlanacağı tutmuş, ne yapacağını şaşırıyor. Hangi şehirde oturuyormuş bu uyuz arkadaşımız. Gidip bir görüşelim arkadaşla. Bir tanesi de izmir'de çıkmıyor ya kahretsin. kah kah kah.
"Benim hiç albümüm olmadı ki bugüne kadar, Ali Bey!Kendimi tanımasam, bir yaralı hayvan gibi bağırarak sokağa atacağım kendimi. Karşımdaki, tüm dünyanın önünde saygıyla eğildiği, ünlü fotoğraf ustası İsa Çelik!
"Ben çok utangaç birisiyimdir Ali Bey... Hayatımda hiç kimseden ne borç para ne de bir sigara hiçbir şey istemedim bugüne dek. 'Hadi bir albüm yapalım' da diyemedim. Herhalde karşı taraf da isteyemedi ki, bir fotoğraf albümüm olmadı bugüne dek!"Nezaketini hiç kaybetmiyor "İsa Abi". Ama bunu söylerken, bir kristal kadeh kırılganlığında çıkıyor sesi.
"Benim babam Ziraat Bankası'nda odacıydı. Orda ortaokuldan başka bir şey yoktu. Dolayısıyla ortaokuldan sonra okuma şansım da. Çünkü ortam çok kısıtlı. Hiçbir şansın yok..."Küçük İsa", Ankara'ya/ yatılı okula gönderilir. Ankara Koleji'nden Kurtuluş'a giderken, bir küçük dükkân vardır İsa'yı bir mıknatıs gibi çeken. Vitrinine her hafta 30x40 boyutlarında "yeni bir fotoğraf" konur bu dükkânın. O yıllarda bozkır Anadolu'sunun başkentinde, her hafta vitrindeki fotoğrafı değiştirmek büyük bir olaydır!
Günlerden bir gün babam geldi ve dedi ki 'Ziraat Bankası, çalışanlarının çocuklarını okutacakmış. Aklını başına devşir, iyi dereceyle bitirirsen seni okutabilir banka!' O hırsla okulu iyi dereceyle değil, pekiyi dereceyle değil, okul birincisi olarak değil, Mersin birincisi olarak bitirmişim! Başka çarem yoktu çünkü...
Şimdi bizim oralarda yani Toroslar'da -ki ben tam olarak Taşeli Platosu'ndan geliyorum- her yer taştır. Kafam kadar, yumruğum kadar taşlarla doludur toprak... Başka bir yerde olsa yere tohum eksen, bir süre sonra o güneşe ulaşır. Fakat bizim orada o taşın altından çıkmak, taşı dolanıp ışığı bulmak zorundadır. Ben de aynı o tohum gibi ışığı bulmak zorundaydım! Çaresiz bir şekilde "en iyi" olmak zorundaydım..."
"Fotoğraf ne demek, sanat fotoğrafı ne demek haberim yok ama nedense çarpıldım. Ve 12 yaşındaydım..."Okulun top oynanan arka bahçesinden kaçarak, "yağmur çamur" demeden her hafta o fotoğrafı görmeye gider "Küçük İsa"...
"Başta Sami Güner olmak üzere çok tanınmış fotoğrafçılarla tanışmaya başlayınca, anlamaya başladım bu işin bir meslek, hem de çok ciddi bir meslek olduğunu!"O gündür, bugündür fotoğrafçı İsa Çelik... Yıllar sonra o dükkândaki fotoğrafların da kime ait olduğunu öğrenir; "Fotoğraf çalışmaları nedeniyle Almanya'nın Köln şehrinden fahri hemşehrilik alan Şinasi Barutçu..."
"Geçtiğimiz dönemde dünyanın en büyük ajanslarından SIPA -ki sahibini tanırsınız, Gökşin Sipahioğlu'dur- Amerika ve Avrupa'yı dolaşacak devasa bir sergiyi organize etti, Türk fotoğrafçılığı' başlıklı iddialı bir sergi. Arşivler karıştırıldı ve Türkiye'deki ustaların en iyi kareleri toparlandı. Hemen herkes bir beklenti içindeydi, herhalde iyi bir telif verirler diye... Tek kuruş vermediler! Neden? Çünkü onlar bile biliyorlar artık bu ülkeyi, başka bir ülkenin fotoğrafçısına yapamayacakları bir şey yapıp, Türk fotoğrafçısını ucuza getirmeye çalışıyorlar! Bunu üstelik bir Türk'ün yaptığını düşününce daha da kötü oluyorum..."Sadece bu mu? Değil elbet. Bir de korsancılar var. Bu çok daha acıklı bir öykü. İsa Abi'nin anlattıkları bana kalsın, canınızı daha fazla sıkmayayım artık...
Uludağ'a çıkın, teleferiğin yanında İsviçre dağlarının devasa fotoğraflarını göreceksiniz. Neden? Nedenini söyleyeyim, çünkü adamlar bir Türk fotoğrafçısına para vermektense, internetten bir yerden buldukları bedava fotoğrafları kullanmışlar! Böyle bir şey var mı?
Siz adamı dünyanın bir yerinden Uludağ'a turist olarak getirmeye çalışacaksın ama teleferiğin üstüne İsviçre resmini koyacaksın!"