Cumartesi, Nisan 23, 2005
Mayıs kapağı: "Din ve genetik"
Mayıs sayısını bitirdiğimizi söylemiştim. "Din ve Genetik" tartışmasını kapağa çektik. Hazırlaması son derece zor olan bu dosyaya Umida Salih imzasını attı... Eğer kendisini ikna edersek, Haziran ayının kapak konusunun yönetimi de onda olacak :)
Çok samimi bir itirafta bulunmam gerekirse, son bir yıl içindeki en iyi iki sayıdan biri oldu, mayıs sayısı... "Acaba bir tek ben mi böyle düşünüyorum?" derken, bir de ekibin fikrini sorayım dedim. Neyseki herkes benimle aynı fikirdeymiş...
Bu arada ayın 25'inden sonra 15 günlük bir tatile çıkıyorum. Geçen yıl Özgür'ün tüm ikazlarına rağmen tatile çıkmamıştım. Artık o hakkımı kullanıyorum.
Çarşamba, Nisan 20, 2005
"Lungo come la fabbrica del Duomo"
Özlem dün sabah nihayet Milano'dan döndü. Dünya modasının ve mimarinin kalbi orada atar. Eğer sizde geçen hafta boyunca Özlem gibi Milano'da olanlardansanız, bunun ne anlama geldiğini anlatmama zaten gerek yok...
Ben bilmeyenlere yine de anlatayım. Her yıl nisan ayının üçüncü haftası düzenlenen "Milano Uluslararası Dekorasyon Fuarı", dünyadaki tüm mimar ve tasarımcılar için gidilmesi farz olan "hac mevsimi"ni simgeler. Dünyanın dört bir yanından gelen dekorasyon firmaları ve genç yetenekler, fuar alanında "marifet"lerini sergiler. Fuar alanının dışında ise bambaşka bir fuar daha vardır, bir standa dünyanın parasını vermek istemeyenlerin "alternatif fuarı"...
Neyse, iyisi mi birkaç rakam vereyim: Fuar alanı yaklaşık 350 dönüme yayılıyor! İstanbul'daki Bilişim Fuarı curcunası ile karşılaştırmak gerekirse, 17-18 tane Bilişim Fuarı demek... Ama bu alan bile artık küçük geldiği için, gelecek yıldan itibaren fuar, şehir dışında yeni bir mekâna taşınıyor. Geçen yılki 6 günlük fuarda yapılan iş anlaşmalarıysa, o çok övündüğümüz Türk mobilya endüstrisinin yaklaşık dört yıllık cirosuna yakın! Bu yılki fuara gelen ve akreditasyonunu yapan gazeteci sayısıysa tam 3.500! Yani olimpiyatları izleyen muhabir sayısından daha fazla...
Bu arada küçük bir not: Milano'nun mimarlıkta bu kadar ileri gitmesinin var elbet bir "sebebi hikmeti"... Yandaki resimde görülen Duomo'nun yapımı 1386'da başlamış ve son ayrıntılarının bitirilmesi 1968 yılını bulmuş. Milano sakinleri bu yüzden bitmeyen işler için "Lungo come la fabbrica del Duomo" yani "Duomo'nun inşaatı gibi" der...
Aklıma hemen burada, efenin ağır ağır zeybek oynamasını gören horon ustası Laz'ın "Bu kadar ağırını ben de yaparım" demesi geliyor... Eh, tek bir binayla 600 yıl boyunca uğraşırsan, elbette mimaride iyi olursun!
"Cennet hiç terlemeyen bir beyaz attır"
Focus'un Mayıs sayısını bağlıyoruz... Bu saatten sonra yapacak fazla bir şey olmadığı için kendimden geçmiş halde Celentano dinliyorum. En sevdiğim şarkısı çalıyor: "Chi non lavora..." Grevler ülkesi İtalya'da grevlerden sıkılanların ve kendileriyle dalga geçen sendikacıların milli marşı olmuş bir şarkıdır bu...
Sözleri şöyle: Chi non lavora non fa l'amore /questa mi ha detto / ieri mia moglie/
A casa stanco ieri ritornai mi son seduto../ niente c'era in tavola/ arrabbiata lei mi grida /che ho scioperato due giorni su tre... /Coi soldi che le dò /non ce la fa piu/ed ha deciso che, lei fa lo sciopero contro di me!/
Chi non lavora non fa l'amore! /Questo mi ha detto ieri mia moglie!/ Allora andai a lavorare /mentre eran tutti a scioperare! /E un grosso pugno in faccia mi arrivò/ andai a piedi alla guardia medica!/ C'era lo sciopero anche dei tranvai.../ Arrivo lì, ma il dottore non c'è!/ E' in sciopero anche lui!/ Che gioco è! Ma?! Ma come finirà../ c'è il caos nella città?/ Non so più cosa far!/ Se non sciopero mi picchiano/ Se sciopero mia moglie dice: / "Chi non lavora non fa l'amore!"
(...)
Türkçe meali aşağı yukarı şöyle bir şey :)
"çalışmayan adam aşk da yapamaz!"/dedi bunu bana/ dün benim karım/
Dün işten yorgun argın gelmiştim.../ ama masada hiçbir şey yoktu!/ ve karım kızgın bir şekilde bağırmaya başladı: / Her iki günün üçünde grev yapıyormuşum.../ ve ona verdiğim parayla/artık geçinemiyormuşuz!/ ve karar vermiş, bundan böyle o da bana karşı grev yapacakmış!
"çalışmayan adam aşk da yapamaz!"/ dedi bunu bana/ dün benim karım/ madem öyle, işe gittim/ herkes grev yaparken!/ suratıma hemen koca bir yumruk indi/ nöbetçi doktora gideyim dedim/ Tramvayda da grev vardı!/ vardığımda, doktor yerinde yoktu.../o da grevdeymiş!/ Bu ne biçim şaka? Ama! Ama.../ nasıl bitecek bu şehirdeki kaos?/ artık ne yapacağımı bilmiyorum!/ Eğer grev yapmazsam beni dövecekler/ eğer grev yaparsam karım bana diyecek: / "çalışmayan adam aşk da yapamaz!"
Çarşamba, Nisan 13, 2005
"Mamma mia vengono i Turchi!"
Ergün Gündüz, tanıdığım en profesyonel ve işine saygı duyan insanlardan biri... Aslında onunla konuşmayı istediğim çok konu vardı: Hıbır dedikodularını, Enki Bilal'i, Gamlı Baykuş'u, Conan'ı, Suzi'nin Tommiks'e neden vermediğini, hasılı o kadar çok şey vardı ki sormak istediğim.
Neyse, onun da benden istediği bir konu var: "İstanbul efsaneleri"... Yıllardır merak edip, üzerine onlarca malzeme biriktirdiğim bir konu bu... Garibaldi'nin İstanbul'dan başlattığı İtalyan Bağımsızlık Savaşı, İstanbul'un Bizanslılardan önceki sahibi Megaralıların bıraktığı ve hâlâ ayakta duran duvar, Cervantes'in esir kaldığı dönemde İstanbul'da inşaatında çalıştığı cami...
Sanırım Ergün ile karşılıklı oturup, uzun uzun konuşacağız önümüzdeki günlerde...
Salı, Nisan 12, 2005
Üç farklı kapak, üç farklı bakış...
Bu ayki kapağımız Çanakkale... Nisan ayında üç rakip dergi, aynı konuyu kapağa taşıdık. Dergicilik açısından baktığımızda, üç ayrı disiplinin farklılıkları göze çarpıyor:
1- Focus, Çanakkale savaşlarını her zaman olduğu gibi daha rakamsal, ölçülebilir yanlarıyla ele almış. Siper savaşlarında kullanılan periskoplu tüfekler, toplar ve hatta erlerin üniformaları bile karşılaştırılmış... Belki ilginç bir ayrıntı ama, Türklerin ve İngilizlerin kullandığı konserve bombalar bile var bu karşılaştırmada...
Bu arada bir de ilginç ek verdik bu ay. Çıkarma öncesi Osmanlı ordusu subaylarına verilen "Düşmanını tanı" kitapçığı. Çanakkale savaşı komutanlarından Binbaşı Halis Bey'in torunları sayesinde 90 yıl sonra gün ışığına çıkan bu kitapçıkta İngiliz, Hint, İskoç askerleri resimlerle subaylara tanıtılıyor. Beş parçadan oluşan bu muazzam kitapçığı aynı kağıda ve orjinaline uygun basabilmek için, görsel yönetmenimiz Tarkan İkizler'in anası ağladı...
2- Atlas ise Focus'un tam tersi bir yaklaşım izlemiş kapak konusunda. Çanakkale kara savaşının en kritik dört saatini ele alırken, o anki "duygu"yu çok iyi yakalamış... Atlas, içerikte Focus'a göre -bence- daha zayıf kalırken, verdiği dev savaş alanı posteri ile rakiplerine fark atmış...
3- National Geographic Türkiye ise elinin altındaki muazzam olanakların da yardımıyla, resim kalitesinde diğer iki dergiden iyi olması ile öne çıkar hep... Ancak yazıların fazla "çeviri" kokması ve bazı yazılardaki özensiz editoryal tavır, bu kapakta kendini iyiden iyiye göstermiş. National Geographic'e yakışmayacak kadar zayıf buldum ben bu kapağı. İçinde elle tutulur o kadar az şey var ki...
Çanakkale bu ülkenin zamklarından biri. Savaşa gitmek için "okulu kıran" İstanbul liselilerin, Hasnun Galip'in, bir gecede sahte para hazırlayan Mehmet Muzaffer'lerin, aynı siperde vatan için "şehit olan" Mehmet, Yorgo ve Mıgırdiç'lerin mücadelesi... Ruhları şad olsun...
Pazartesi, Nisan 11, 2005
Ali Gapu ya da "Bab-ı Âli"
Siz ne düşünürsünüz bilmem ama, şuncacık aklınız varsa, ömrünüzde bir kere İsfahan'ı görün! İsfahan benim için dünyanın en güzel kentidir...
Resimde görülen bina, "Ali Gapu Sarayı". İçinde birkaç müzik odası var, aklınızı yitirmeniz işten bile değil... Kocaman bir kubbe ve o kubbeye oyulmuş yüzlerce müzik aleti şeklini hayal edin...
Rivayet odur ki, Şah bu odaya girmeden önce burada yarım saat boyunca sanatlarını icra eden müzisyenlerin çaldığı müzik, onlar odadan çıktıktan sonra dakikalarca devam edermiş...
Tarihten ilginç bir not: Osmanlı'nın padişah kapısına Farsça-Arapça karışık "Bab-ı Âli" derken, Sasaniler Türkçe "Gapu" kelimesini kullanıyordu. Sahi, Çaldıran seferine çıkarken, Şah İsmail'in "öz Türkçe" deyişlerine karşılık olarak, Avni mahlasıyla Farsça beyitler düzen Yavuz Sultan Selim değil miydi?
Groucho sen bizim herşeyimizsin!
Dylan Dog çevirisi nihayet bitti. Maceramızın adı, "Bir Yaz Gecesi Kâbusu"...
Aslında uzun zamandır elimde sürünen sürünen bir çeviriydi ama Focus'un işlerinden dolayı bir türlü vakit ayıramıyordum... Neyse, Cumartesi günü Murat Mıhçıoğlu evime kadar gelip benden aldı çeviriyi.... Bu arada Murat'ın Hz. Eyyüb gibi bir sabrı varmış, bunu da öğrenmiş olduk :)...
Kolay bir çeviriydi, işin tek zor kısmı, Groucho'nun İtalyanca kelime oyunlarıyla dolu olan esprilerini "Türkçe söylemek" oldu... Bir süre sonra ister istemez Groucho gibi düşünmeye başlıyorsunuz ve bunun farkına vardığınızda çok geç oluyor! Birşey değil, Groucho'yu gibi espriler yapmaya başlamaktan korkarım... Ben suçsuzum, tüm suçlu Murat ve onun Strip şurekâsı!
"ÖRÜMCEK ADAM BİR GÜN RESTORANA GİTMİŞ, BİR SÜRE SONRA BAĞIRMAYA BAŞLAMIŞ: ÇORBAMDA SİNEK ÇIKTI! ŞEFE LÜTFEN TEŞEKKÜRLERİMİ SUNUN!"
Cumartesi, Nisan 09, 2005
İlk blog...
“En kötü asker bizim asker!”
“Bu dünyanın en kötü askerleri Avusturyalılardır. Onlar da zaferi tadabilsin diye tanrı İtalyanları yaratmış...”
(Napolyon Bonapart)
Hikâye bu ya; İkinci Dünya Savaşı sırasında İtalyan birlikleri saldırıya geçecektir. Siperdeki birliğin komutanı vatansever ve ateşli yüzbaşı, askerlerine uzun, duygusal, gaza getirici bir nutuk çeker: “Siz ki, Roma’yı Hannibal’in fillerine karşı canları pahasına koruyan Centauro’ların torunlarısınız... Onlar Kartacalıları durdurmak için ölümü hiçe saydılar... Onlar Sezar ile tüm dünyayı fethettiler... Onlar...”
Askerler görünüşe göre iyice ateşlenmiştir. Ağlayanlar, alkışlayanlar hurra çekenler... Yüzbaşı nutkunu bitirip tabancasını çeker, “Avantiiiii!” narasıyla siperden dışarı ok gibi fırlar. Ne makineli tüfek seslerini ne de dört bir yanına düşen bombaların uğultusunu duymaktadır, tek duyduğu kendi sesidir artık kahraman yüzbaşının... Ama bir şey eksik gibidir! Yüzbaşı, 100 metre sonra arkasına baktığında gördüğü manzarada, askerleri siperden kafalarını uzatmış kendisini alkışlamakta ve utangaç bir biçimde “Bravo capitano!” diye tezahürat yapmaktadırlar.
“Yanlış ülke”yi işgale kalkan ordu
O kadar mı kötüler? Düşündüğünüzden bile kötüler! Karşınızdaki, NATO tatbikatına katılmak için, NATO üyesi bile olmayan bir ülkeye “yanlışlıkla inen” askerlerden meydana gelmiş bir ordu...
Söz konusu olay, 2000 yılının Mayıs ayında NATO’nun planlı tatbikatlarından “Co-Operative Banners” sırasında yaşanmıştı. Tatbikata katılmak için uçağa binen İtalyan ordusunun en elit birliğinden 116 “Alpini” komando, Norveç’in Kristianstand şehri yerine, “yanlışlıkla” İsveç’in 450 kilometre mesafedeki Kristianstad kentine inmişti!
Ağır silahları ve yüzlerindeki kamuflaj boyalarıyla yanlış ülkeye inen İtalyan alpinilerin NATO üyesi bile olmayan İsveç’i “işgal girişimi”, İtalya’nın Oslo’daki askeri ataşesinin Kristianstad şehrinden özür dilemesi ile tatlıya bağlandı. Ne diyelim, “Ordun mu var, derdin var!”
“Savaşma seviş” ordusu!
Bugün dünyanın en modern silahlarına sahip olan İtalyan ordusunun en büyük derdi, askerlerinin disiplinsizliği ve zora gelmeyi sevmemesi. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’ndaki “vukuatları” ile tarihte haklı bir ün edinen İtalyanlar, her iki savaşta “taraf değiştiren ülke” unvanını elinde tutan tek ulus...
Birinci Dünya Savaşı’na yaklaşılırken Üçlü İttifak (İtalya, Almanya ve Avusturya-Macaristan) içinde yer alan İtalya’nın taraf değiştirmesi için, Londra’nın 50 milyon sterlin yardım ve 1.000 top sözü yeterli olmuştu!
Yıl 1915. Almanya ve Avusturya-Macaristan ordularının tüm güçleriyle Ruslara karşı savaştığı günler... Galiçya Cephesi’ni desteklemek için Osmanlı devletinden bile asker isteniyordu... 26 Mayıs 1915 günü ansızın Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’na savaş ilan eden İtalya, 650 kilometrelik sınır boyunca saldırıya geçti. 25 tümen askerle saldıran İtalyanların karşısında sadece sınır korucuları ve 7 tümenden oluşan bir kuvvet bulunuyordu!
Kâğıt üzerinde; İtalyanların asker fazlası, İngilizlerden gelen toplarının üstünlüğü ve Avusturyalılara karşı düzenlenen 16 ayrı saldırı vardı. Cephede ise durum bambaşkaydı: Savaş sırasında 5.200.000 askeri silah altına alan İtalyan ordusu, 650 kilometrelik cephe boyunca Avusturya içine en fazla 30 kilometre girebilmişti!
İtalyan orduları başkomutanı Luigi Cadorna’nın 27 generalin hepsini görevden alması, sorunu çözmemişti... Peki, bu savaşın sonu ne mi oldu dersiniz? İtalyan askerlerinin “canları sıkıldı” ve siperlerini terk ettiler!
Milano ve Torino gibi sanayi kentlerinde etkin olan anarko-sendikalist ve pasifist hareketlerden etkilenen İtalyan askerleri, ansızın siperlerini terk etmeye, barış ve aşk şiirleri okumaya başladılar! 1915’in Ağustos ayında 400.000’i aşkın İtalyan askeri emirlere itaatsizlik edip siperini terk ederken, 290.000 asker saldırıya geçen Avusturyalılara “güle oynaya” teslim oldu! Kurşuna dizilmekten korkan çoğu İtalyan askeri için Avusturyalılara teslim olmak çok daha cazipti.
Caporetto’dan saldırıya geçen Avusturya-Macaristan ordusu, 18 gün içinde 200 kilometreden fazla mesafe kat ederek, Venedik kentinin kapılarına dayandı. Mizah gibi gelebilir ama Avusturyalıların ilerleyişi burada durdu. Avusturyalılar İtalya’nın tamamını işgale gerek bile görmemişlerdi!
Birinci Dünya Savaşı’nın bu en garip cephesinden geriye, İtalyan askerlerinin dağa taşa yazdığı “W La Pace!” (Yaşasın barış) ve 1915’de henüz 24 yaşında bir asteğmen olan Erwin Rommel’in aldığı, Almanya’nın en büyük madalyası olan “Pour la Merité” nişanı kaldı...
Rommel bu madalyayı neden mi aldı? Tek başına 1.700 İtalyan askerini Caporetto’da “esir aldığı” için!
(Devamı artık gelecek ay dergide...)