Bugün canım ne Linux üzerine yazmak ne Focus'tan bahsetmek istiyor... Canım çok sıkkın. Size hüzünlü bir öykü anlatacağım bugün, her okuduğumda gözlerimin dolmasına neden olan bir mektubun öyküsünü...
Mektubumuzun adı "Mahkûmun Çehresiyle Ayrılığı". Dayanabilen sonuna kadar okusun.
(...)
Vaclav Havel'e
Beni 28 Kasım 2001'de tutuklayıp Çek Cumhuriyeti'nin başkenti Prag'ın Pankras Hapishanesi'ne koydular.
Gözaltına alınıp hücreye kapatılanlara mahkemeye çıkıncaya kadar ayna vermiyorlar. Ve böylece ben kendi çehremden ayrıldım.
Her sabah sakalımı tıraşlarken, yüzümü ellerimle görüyorum, ama ellerim göz gibi keskin görüşlü değil.
O nedenden avukatımla ya da başka ziyaretçilerle görüşmeye giderken, omuzlarımda kontrolden geçmeyen bir kafayı (kelleyi) taşıdığımı hissediyorum.
Hücredeki hava aşırı kuru olduğundan (bataryanın etkisi belki) yüz derisi kuraklaşıyor, kafana bir nikap, bir maske giydirilmiş gibi hissediyorsun kendini ve bu, o yüz ile ayrılık duygusunu daha da güçlendiriyor.
Tabii böyle bir yüz (ya da çehre) günlük yaşamda zaruri olan manevralara hiç hazır değil. Mesela, ben pencere arkasından ziyaretçime gülümsersem, benim çehrem de gülümsüyor mu, ben bunu bilemem. Yoksa bu çehre beni ziyaretçiye getiren gardiyan gibi beni dışardan gözetliyor mu sadece. Veya mesela, ben konuşurken, bu çehre ne yapıyor: Benim dediklerimi mimiklerle tasdik ediyor mu, yoksa aksine, inkâr mı ediyor? Ya da bu yüz benden ayrıldığına memnun, nezaretimden kurtulduğundan hoşnut olamaz mı?
Herhalde, o artık ziyaretçimin tebessümüne cevaben, sayısız yüzlere hapsedilen o milyonlarca gülümsemeye benzer bir ürün üretmek için kendi adalelerini yormayacak.
Tebessümü konuşuyorum, çünkü tebessüm -özellikle dünyamızın 'medeni' kısmında- insan çehresinin en çok ihtiyaç duyduğu işlevdir. İnsanlar durmadan gülümsemeye mahkûmlar, onların çehreleri bu ağır mihnetten dolayı çoktan yorgun düşmüştür.
O sebeple ki, ölülerin gülümseyenlerine çok az rastlanır. Belki gülümseyen bir-iki ölü görmüşsünüzdür, ancak sonradan onların da bir dindar olduklarını öğreniyorsunuz, onlar hayattayken çok ağladıklarını telafi ettikleri veya Allah'ın vaslına ermelerinin sevincinden tebessüm ettiklerine şahit oluyorsunuz. Onların tebessümü bize değil.
Gülümsemeye böyle bir önyargıyla baktığımın nedeni belki de bu işi hayatımda hiçbir zaman doğru dürüst yapamadığımdan kaynaklanmış olabilir. Bu konuda hep kompleksliydim zaten. Gençliğimde yazdığım bir şiir mesela:
Çarmıhla perçinlemiş tebessüm/İki köşesine çivi kakıp, çehreye perçinlenmiş tebessüm/Ben size hoş görünmek için bundan beter acıyı bile göğüslemeye hazırım.
Gerçekten, bu köle mihneti olan gülümseme hiç de layık olmadığı bir itibarla teşvik ediliyor halk arasında. Diyelim, bir politikacı etkili biçimde gülümsemeyi beceremezse o 'tabandan gelen siyasetçi, bizden birisi' olamaz. Gülümseme fetişizmi o kadar hayatımıza musallat olmuştur ki, hatta diktatörlükler bile ayna önüne geçip suratının kaslarını gevşeterek egzersiz yapmaya başladı.
Ve televizyon ekranlarındaki o 'Halkbaşı Diktatör'ün yüzünden yayılan 'tebessüm' dalgaları vücudunu sararken, zavallı halk, 'İnsanoğlunun gülümsemesinin bu kadar çirkin olabileceğini hiç düşünmemiştim' deyiverir! Bütün bunlara rağmen, ben insan yüzünün en güzel hareketi olan tebessümü seyretmeyi severim. Eğer o çocuklar veya kendi çehresini nezaret altında tutmayı düşünmeyen çiftçinin ya da uyuyan bir bakire kızın ya da bir azizin gülümsemesiyse.
Bu çeşit gülümsemeler sanki 'sanat sanat için' teorisine dayanarak yaratılan bir entelektüel boyutlu eser misali veya raks misali derin anlamlı hareketlerdir. Onlar belki daha çok bir duaya benzer. Bu gülümsemeler kendi içlerine, hayır, aynı zamanda dışarıya, uzaya, galaksilere uzanan bir enerji. Bu düzeyde, gülümseme insan yüzüne acı çektirmiyor, aksine, insanın yüzü kendisinin etrafını çizdiği üründen lezzet alıyor.
Etrafını çizdiği dedim, çünkü gülümsemeyi insan yüzü üretmiyor (dışardan veriliyor), sadece onun çerçevesini yapıyor.
Ben Pankras Hapishanesi'nde ikinci günüme başlarken, 'Belki burada ne gülümseme ve ne de başka bir ima-işarete gerek olduğu için ben kendi yüzümden ayrı düştüm' diye bir fikir geldi kafama. Bu çok mantıklı bir fikirdi aslında. Burada gerçekten de insan çehresinin sokakta ihtiyaç duyabileceği hemen hemen hiçbir mimiğe ihtiyacı kalmıyor.
Burada kimse birbirinin gözlerine bakmıyor, burada sana hitap etseler, sanki sen şeffaf bir varlıkmışsın gibi, sanki sen yokmuşsuncasına, bir boşluğa gibi hitap ediyorlar. Boşluğa atılan her kelime büyük gürültüyle yankılanıyor, her kelime dehşetli şekilde, derin anlaşılıyor, yani sarf edilmiş kelimeleri, dışarıda alışıldığı gibi, yüz mimikleriyle desteklemeye hiç ihtiyaç kalmıyor. O nedenden buraya giren her bir insanın kendi yüzünü özel eşyalarıyla birlikte hapishane memurlarına bıraktığını düşünmesi ve bu fikre kendisini alıştırması gerekir. Aksi halde, insan birkaç gün meyus kalır, olur olmaz hayallere, en kötüsü, özgürlük hakkında arzulara kapılabilir.
İsteseniz de istemeseniz de o soğuk hücrede uyanacağınız ilk sabah sizin yüzünüz sizden ayrılacaktır.
5.12.01, Pankras Hapishanesi, Prag, Muhammed Salih
(...)
Bu pulsuz mektup, Pankras hapishanesinden Çek Cumhurbaşkanı Vaclav Havel'e yazılmıştı. Havel, cumhurbaşkanı olmadan önce, henüz bir şair ve tiyatro yazarıyken o hapishanenin tezgâhından geçmişti... Pankras, Havel'den önce de sayısız yazarı ve şairi öğütmüş, ölüm yıldönümü bugün tüm dünyada "Dünya Gazeteciler Günü" olarak anılan Julius Fuçik de bu hapishanenin konuğu olmuştu. Fuçik, Naziler tarafından idam edileceği güne kadar Pankras hapishanesinde gazetecilik yaptı. Pantalonunun astarına sakladığı küçük notlar, edebiyatsever bir gardiyan sayesinde, her gün hapishanenin dışına kaçırılıyordu. Yıllar sonra bu notlar bir araya getirilip basıldığında, direniş edebiyatının en büyük eseri ortaya çıkmıştı...
"Orta Asya'nın Nâzım Hikmet'i" olarak anılan Muhammed Salih, anavatanı olan Özbekistan'ın komünizm sonrası ilk özgür seçimlerinde, cumhurbaşkanlığına adaylığını koyma "hatasını" işlemişti... Özbekler, bu çok sevdikleri şairlerini cumhurbaşkanı seçtiler. Ancak eski bir KGB ve Sovyet Politbüro üyesi olan İslam Kerimov, ordu ve devlet televizyonunun kontrolünü elinde tutuyordu. Bağımsız kaynaklar, Muhammed Salih'in zaferini dünyaya duyurduğu sırada, devlet televizyonu Salih'in oyunu yüzde 30 olarak açıkladı. Bu rakam fazla bulunmuş olacak ki, ikişer saat arayla, haber bültenleri bu oranı önce yüzde 12'ye, sonra da yüzde 6'ya düşürdüler!
Bu "demokratik seçimler"den sonra Muhammed Salih için tek bir seçenek kalır: Ülkesini terketmek. Özbekistan vatandaşlığından da çıkartılan Salih için, artık sürgün yılları başlamıştır...
İslam Kerimov, vatandaşlıktan çıkardığı bu şairin peşini, sığındığı Türkiye'de de bırakmaz. Terör örgütü kurmak ile suçladığı şairi tutuklatmak için Interpol aracılığıyla tutuklama kararları çıkartır. Dünyada kimse buna inanmaz... Türk üniversitelerine okumak için gelen 700 Özbek öğrenciyi geri çağırır, geri dönmeyi reddedenler için de aynı karar çıkar! Kerimov, Türk hükümetinin yumuşak karnını bilmektedir: "Ya Muhammed Salih'i bana iade edersiniz ve ben onu asarım ya da ülkemde Türk işadamlarının kazandığı tüm ihaleleri iptal ederim!"
Ve "money talks"... Bir akşam evinden MİT ajanlarının marifetiyle yaka paça alınan Salih, Atatürk Havalimanı'nda yurtdışına giden ilk uçağa bindirilir. "İlk uçak", Çek Cumhuriyeti'ne gitmektedir!
Prag'a inen bu "pasaportsuz ve vatansız" şair için çıkartılmış Interpol arama emirleri havalimanında ortaya çıkınca, Çekler bu şairi Pankras hapishanesine koyarlar. Muhammed Salih, hapishaneden Vaclav Havel'e bu "açık mektubu" yazar...
Peki, ya sonra ne oldu?
Vaclav Havel, ertesi gün, hapishaneye bizzat giderek Muhammed Salih'i çıkartır ve şairden Cumhurbaşkanlığı konutunu "onurlandırmasını" rica eder. Muhammed Salih, ailesiyle birlikte artık Vaclav Havel'in konuğudur...
Özbek hükümeti Türkiye'ye yaptığı tehdidi, Çek Cumhuriyeti üzerinde de denemeye karar verir çünkü Çekler Özbekistan'ın büyük kentlerindeki tüm tramvay ihalelerini kazanmıştır... İslam Kerimov, "bir şeyi" hesaba katmayı unutur: Çeklerin cumhurbaşkanı Süleyman Demirel değil, Vaclav Havel'dir! Havel, Özbek elçisine okullarda ders olarak okutulacak bir cevap verir: "100 tramvay ihalesi, ülkemin onurundan değerli değildir!"
Muhammed Salih, bazılarının iddia ettiği gibi, ne islamcı bir terörist ne bir ülkücü bozkurt ne de eroin kaçakçısıdır... Eğer bu satırları okursa beni affetsin, politikacı olmayı ve yalan söylemeyi öğrenemeyecek kadar saf bir şairdir sadece! Ha, bir şey daha... Benim için, Focus'ta çalışan Umida Salih'in de babasıdır!
Umida, üç yıl önce yanımıza ilk geldiğinde, sessiz ve utangaç bir Özbek kızıydı... Ne ben onun şiirlerine vurulduğum Muhammed Salih'in kızı olduğunu, ne de o babasına hayran olduğumu biliyordu! "Özbekistan" dedi galiba, "Babam şair... Salih..." O anda orada bulunan Feyzi Öktem abimizin deyimiyle, benim gözlerim büyür: "Mu-Muhammed Salih mi!"
Umida ile üç yıldır beraber çalışıyoruz. Ben nereye gidersem, bu beş dil bilen deli kız da peşimden geliyor! Artık onunla sadece bir editör-muhabir değil, bir abi-kardeş, iki sırdaşız... O hayatımda yetiştirmeye çalıştığım iki muhabirden geriye kalan tek çalışma arkadaşımdır...
Umida sanırım artık kanatlandı ve yuvadan uçuyor. Babasının ülkesine geri dönmesi söz konusu olduğu için, Amerika'ya gitti... Beni "öksüz ve muhabirsiz" bırakarak. Tek umudum, ayın üçünde geri dönmesi, ama içimden bir ses, geri dönmeyeceğini, artık babasını izleyeceğini söylüyor...
Çok yalnızım...
2 yorum:
beni ağlattınız. umarim umide ve babası muhammet salih için en iyisi neyse o olur.
Umarım günün doğuşu bu rezillerin sonunu getirir. Bir Türk Vatandaşı olarak yapılanlardan ne kadar utanç duyduğumu anlatamam. Heyhat ki ne heyhat Onur kelimesinin anlamını Çek Cumhuriyetinden öğreniyoruz ve daha acısı onu öğrenmemize vesile olan olay. Yere serdiğini sırtına giymeyen br millet olmamızla övünürdük lakin....
Yorum Gönder