Son bir masal. Aslında tam bir masal değil bu, Afganistan sınırının hemen yanı başında, Tus kasabasında yatan bir şairin mezarının başında dinlediğim bir öyküdür bu...
Neyse. Bir varmış, bir yokmuş...
Allahın kullarının şimdiki kadar çok olmadığı dönemlerde, Gazneli Mahmut adında bir sultan yaşarmış. Kudretli mi kudretli, 40 beye hükmeden, Sind’den Çin-i Maçin’e kadar tüm kavimlerin itaat ettiği bir sultanmış...
Çok sevdiği üç de büyük şairi varmış. Bu üç şair, bir gün Keşhef nehrinin yanıbaşında, Tûs kasabasının hemen girişinde, mola vermişler. Dinlenirlerken aralarında şair atışması başlamış. Bir süre sonra yanlarına 8-10 yaşlarında küçük bir çoban gelmiş.
“Aranıza katılabilir miyim? Ben de yarışmak isterim sizlerle!”
Şairler bu küçük çobanın cüretine gülmüşler ve biraz eğlenmek için çobanın teklifini kabul etmişler. Ve bir iki saat sonra küçük çoban, üç şairin de hakkından gelmiş...
Tûs’dan gelen küçük çoban, İran’ın en unutulmuş masallarını dahi ezbere bilmekte ve şiir okuduğu zaman nehir bile akışını durdurmaktadır! Şairler küçük çobanı Gazneli Mahmut’un huzuruna çıkartmışlar...
“Duydum ki, şairlerimi yenecek kadar mahirmişsin!” demiş Gazneli Mahmut. “Hem 5.000 yıllık İran mitolojisinin tamamını da bildiğini söylemişsin!”
“İzin verirseniz size bu 5.000 yılın tüm masallarını kâğıda dökerim” demiş küçük çoban.
Gazneli Mahmut, çobanın dediğine inanmamış;
“Bunca şair yapamadı, sen mi düzeceksin İran’ın tüm efsanelerini kâğıda! Hele bir yap da seni 60 deve yükü altın ile ödüllendireyim.”
“Hay hay” demiş küçük çoban ve çekilmiş huzurdan...
(...)
Ortadan kaybolup tam 40 yıl sonra geri döndüğünde “Firdevsi” adlı bu çoban, kolunun altındaki divân ile Gazneli’nin huzuruna çıkmış.
Şahname isimli bu eser, o güne dek benzeri görülmemiş, mükemmel bir divanmış! Firdevsi’nin divânını alıp odasına kapanan, İran’ın kendinden önceki tüm şahlarını anlatan Şahname’yi kendinden geçercesine 40 gün 40 gece okuyan Gazneli Mahmut, divanı okumayı bitirdiğinde, vaad ettiği 60 deve yükü altını hatırlar. Çare yoktur, bu şaire ödülü her neyse vermek artık "namus borcu"dur!
Kıskançlaşan diğer şairler sultanın kulağına fısıldarlar:
“Sultanım, bu nasıl olsa bir çobandır. Bakır ile altını bile birbirinden ayırt edemez. Onu köyüne yollayın, ardından da bakır yüklü develeri gönderirsiniz!”
Firdevsi köyüne gönderilmiş, ardından da bakır yüklü develer... Develer köye vardığında şair hamamda yıkanmaktaymış. Develer daha uzaktayken bakırın güneşin altında parlamasından sultanın kendisini kandırdığını anlayan Firdevsi, sultanın bu “lütfunu” tellağa bahşiş bırakır! Şairin sultana ettiği "hakaret" muhteşemdir! Artık bütün İran bu bahşiş ile çalkalanırken, yüzyıllar boyu anlatılacak bir hakarete uğrayan Gazneli Mahmut, Firdevsi’yi astırmak için ülkenin dört bir yanına cellatlarını salar!
(...)
Kovalamaca yıllarca sürmüş. Firdevsi her gittiği kasabada halk tarafından saklanır, cellatlar da Firdevsi’yi bir türlü bulamazlarmış.... Uzun yıllar, bazılarına göre tam 30 yıl geçmiş. Bu kovalamaca pişman olan ve artık çok yaşlanmış olan üç şairin, Gazneli Mahmut’a onun birer mısrasını hediye etmelerine kadar sürmüş. Artık kocamış olan sultan,
“Bugüne kadar benim için yazdığınız en güzel mısralarınız bunlar” deyince pişman olan şairler:
“Bizim değil sultanım, ölüm emrini verdiğiniz şairin” dediklerinde hatasını anlamış Gazneli Mahmut...
“Tanrım ben ne yaptım! Hemen o çobanın köyüne 60 deve yükü altını gönderin!”
O gün Tûs’un bir kapısından 60 deve yükü altın girerken, öbür kapısından dört kişinin sırtında bir tabut sessizce çıkmaktaymış...
(...)
Gökten üç elma düştü... Biri benim, biri senin, biri...
Not: Keyfim gelirse, belki bir gün o 60 deve yükü altının nereye harcandığını da anlatırım. Dostlukla.
Perşembe, Haziran 30, 2005
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
1 yorum:
Günümüzde herkes kendi blogunun çobanlığını yapıyor...
Yorum Gönder