Perşembe, Haziran 30, 2005

Necefli maşrapa niyetine...

Son bir masal. Aslında tam bir masal değil bu, Afganistan sınırının hemen yanı başında, Tus kasabasında yatan bir şairin mezarının başında dinlediğim bir öyküdür bu...


Neyse. Bir varmış, bir yokmuş...

Allahın kullarının şimdiki kadar çok olmadığı dönemlerde, Gazneli Mahmut adında bir sultan yaşarmış. Kudretli mi kudretli, 40 beye hükmeden, Sind’den Çin-i Maçin’e kadar tüm kavimlerin itaat ettiği bir sultanmış...

Çok sevdiği üç de büyük şairi varmış. Bu üç şair, bir gün Keşhef nehrinin yanıbaşında, Tûs kasabasının hemen girişinde, mola vermişler. Dinlenirlerken aralarında şair atışması başlamış. Bir süre sonra yanlarına 8-10 yaşlarında küçük bir çoban gelmiş.

“Aranıza katılabilir miyim? Ben de yarışmak isterim sizlerle!”

Şairler bu küçük çobanın cüretine gülmüşler ve biraz eğlenmek için çobanın teklifini kabul etmişler. Ve bir iki saat sonra küçük çoban, üç şairin de hakkından gelmiş...

Tûs’dan gelen küçük çoban, İran’ın en unutulmuş masallarını dahi ezbere bilmekte ve şiir okuduğu zaman nehir bile akışını durdurmaktadır! Şairler küçük çobanı Gazneli Mahmut’un huzuruna çıkartmışlar...

“Duydum ki, şairlerimi yenecek kadar mahirmişsin!” demiş Gazneli Mahmut. “Hem 5.000 yıllık İran mitolojisinin tamamını da bildiğini söylemişsin!”

“İzin verirseniz size bu 5.000 yılın tüm masallarını kâğıda dökerim” demiş küçük çoban.

Gazneli Mahmut, çobanın dediğine inanmamış;

“Bunca şair yapamadı, sen mi düzeceksin İran’ın tüm efsanelerini kâğıda! Hele bir yap da seni 60 deve yükü altın ile ödüllendireyim.”

“Hay hay” demiş küçük çoban ve çekilmiş huzurdan...

(...)

Ortadan kaybolup tam 40 yıl sonra geri döndüğünde “Firdevsi” adlı bu çoban, kolunun altındaki divân ile Gazneli’nin huzuruna çıkmış.

Şahname isimli bu eser, o güne dek benzeri görülmemiş, mükemmel bir divanmış! Firdevsi’nin divânını alıp odasına kapanan, İran’ın kendinden önceki tüm şahlarını anlatan Şahname’yi kendinden geçercesine 40 gün 40 gece okuyan Gazneli Mahmut, divanı okumayı bitirdiğinde, vaad ettiği 60 deve yükü altını hatırlar. Çare yoktur, bu şaire ödülü her neyse vermek artık "namus borcu"dur!

Kıskançlaşan diğer şairler sultanın kulağına fısıldarlar:

“Sultanım, bu nasıl olsa bir çobandır. Bakır ile altını bile birbirinden ayırt edemez. Onu köyüne yollayın, ardından da bakır yüklü develeri gönderirsiniz!”

Firdevsi köyüne gönderilmiş, ardından da bakır yüklü develer... Develer köye vardığında şair hamamda yıkanmaktaymış. Develer daha uzaktayken bakırın güneşin altında parlamasından sultanın kendisini kandırdığını anlayan Firdevsi, sultanın bu “lütfunu” tellağa bahşiş bırakır! Şairin sultana ettiği "hakaret" muhteşemdir! Artık bütün İran bu bahşiş ile çalkalanırken, yüzyıllar boyu anlatılacak bir hakarete uğrayan Gazneli Mahmut, Firdevsi’yi astırmak için ülkenin dört bir yanına cellatlarını salar!

(...)

Kovalamaca yıllarca sürmüş. Firdevsi her gittiği kasabada halk tarafından saklanır, cellatlar da Firdevsi’yi bir türlü bulamazlarmış.... Uzun yıllar, bazılarına göre tam 30 yıl geçmiş. Bu kovalamaca pişman olan ve artık çok yaşlanmış olan üç şairin, Gazneli Mahmut’a onun birer mısrasını hediye etmelerine kadar sürmüş. Artık kocamış olan sultan,

“Bugüne kadar benim için yazdığınız en güzel mısralarınız bunlar” deyince pişman olan şairler:

“Bizim değil sultanım, ölüm emrini verdiğiniz şairin” dediklerinde hatasını anlamış Gazneli Mahmut...

“Tanrım ben ne yaptım! Hemen o çobanın köyüne 60 deve yükü altını gönderin!”

O gün Tûs’un bir kapısından 60 deve yükü altın girerken, öbür kapısından dört kişinin sırtında bir tabut sessizce çıkmaktaymış...

(...)

Gökten üç elma düştü... Biri benim, biri senin, biri...


Not: Keyfim gelirse, belki bir gün o 60 deve yükü altının nereye harcandığını da anlatırım. Dostlukla.

Çarşamba, Haziran 29, 2005

Aşk yeniden

Temmuz sayımız nihayet dün akşam bayilere dağıtıldı. İstanbul taşraya ulaşması nedense bir gün daha sürebiliyor derginin...

Bu sayıya gelecek olursak... Size yalan söyleyecek değilim, iki konunun resim-fotoğraf bütünlüğünü sevmedim. Eleman azlığı, Özgür'ün kolunun çıkması gibi nedenlerle, örneğin "Kanpolat kiti" konusunun görsel malzemelerine yeterince eğilemediğimizi düşünüyorum...

Bu arada, Türk dergiciliğine "badem gözlü" Ercan Arıklı'nın getirdiği anlayışlardan biridir: Yaz aylarında dergi içerikleri alabildiğine hafifleştirilir, insanlara plaj kıyısında zorla "Ayşecik tatilde" kıvamında dergiler okutulmaya çalışılır! Tabii, dergi satışları da bu trende uygun bir şekilde "düşürülür"...

Ya kardeşim, normalde dergi okumayan bir kitleyi plaj kıyısında kafalamaya çalışmak kadar "beyhude" bir çaba olabilir mi? İstediğin kadar söyle, anlamazlar... Tam tersi, tatilde kafasını dinlemeye başlayan adam bir süre sonra "normale döner"; beyni, işyerinde pelteye çevrilmeden önceki haliyle çalışmaya başlar. Ben açıkçası en keyifli ve ağır kitapları hep yaz tatillerimde okudum!

Neyse, bence yaz ayları olmasına rağmen, içeriği zayıflatmadığımız bir sayı oldu. Bu nedenle uyarayım, kapak dosyası olan "Aşkın Kimyası", ilişkileri, modern psikolojinin en popüler kavramlarından bir olan "çift psikolojisi" ve "bağlanma teorisi" modelleri doğrultusunda mercek altına yatıran, ciddi bir konu!

Esin kaynağını doğadan alan kentsel mimari yani "Biyo-mimari" bence bu sayının "iyi"lerinden biriydi. Kelebek kanadına benzeyen kütüphane çatıların, istridyeleri anımsatan kubbesel yapıların meraklılarına Google'da İspanyol mimar Santiago Calatrava'yı aratarak, bu isim üzerinde derinleşmelerini tavsiye edebilirim.

Çok merak edilen İstanbul Efsaneleri'ne gelince... Bence bu ayın en iyi işi bu ek oldu. Öyle ki, Focus'a gelen bir koli dergi, hemen yanıbaşımızdaki Elele ve Atlas dergilerinden gelen istekler doğrultusunda hemen tükendi! Bulamadım, almadım, unuttum demeyin, sonra abone servisinin kapısında sürünürsünüz... Çanakkale Savaşı'nın 90. yıldönümünde verdiğimiz "Düşmanını tanı" kitapçığının tıpkıbasımının olduğu sayı, depoda bile kalmadı, haberiniz olsun!

Salı, Haziran 28, 2005

Google Earth Beta ve Keyhole (Bölüm 3)



Sevgili Burkina Fasa Fiso okurları, "Google Earth Map ve Keyhole" isimli pehlivan tefrikamızın üçüncü bölümünde sizlerle bu sistem üzerinde hasbıhal edeceğiz... Henüz bayılmamakta ısrarcı olanlar için bir dördüncü yazının da yolda olduğunu, "iftihar ile" siz gönül dostlarımıza duyururuz... Dördüncü -ve inşallah- sonuncu yazımız, işin sunucu ayağındaki açık kaynak kodlu işlerin nasıl yürüyeceğine dair olacak...

Google'ın Keyhole firmasından satın aldığı çözümleri, kısa bir süre sonra ücretsiz ve Genel Kamu Lisansı (GPL) ile dağıtmaya başlayacağını, bunun için NASA'nın elindeki çok yüksek çözünürlüklü yeryüzü fotoğraflarını GPL ile dağıtmasının beklendiğini açıklamıştık. Google, NASA'nın bu önemli adımı atmasını beklemeden, Keyhole yazılımının hafifletilmiş bir sürümünü ücretsiz kullanıma açtı bugün. Google Earth portalı üzerinden erişebileceğiniz bu yazılım, yerkürenin orta çözünürlükteki uydu görüntülerinin yanı sıra 38 Amerikan kentinin yüksek çözünürlüklü resimlerini içeriyor. Hatta 11 MB'lık bu yazılımın içinde ABD, Kanada ve bazı Batı Avrupa ülkelerinde "route planner" olarak kullanılabilmesini sağlayacak yol haritaları da mevcut. Bu nedenle, Google Earth Map'in bu ilk ücretsiz sürümünün çıkışının, Tomtom CityMaps gibi yazılımları geliştiren şirketlerin tüm yerel ve global ofislerinde konu komşuya helva dağıtılarak kutlanacağını tahmin etmek, o kadar da zor değil...

Bu işten kazananlar da olacak elbette. Google'ın gelecekte GPL ile dünyaya sunacağı yeni veritabanları, lokasyon tabanlı işlerin yakın bir gelecekte çok ucuzlamasını ve katma değerli hizmetlerin üretilmesini sağlayacak.

Google, bu sistem ile gelecekte çehresi değişecek işlerin bir de listesini vermiş: Emlakçılık, mimari ve müteahhitlik işleri, medya ve yerel içerik sağlayıcılığı, sigortacılık, güvenlik, istihbarat, şehir planlamacılığı ve altyapı yatırımlarının korunması, kaynak yönetimi bu listedeki en ilginç başlıklar arasında.

Bütün bunları bir bilimkurgu havasında anlatmak çok hoş olsa da, teknolojinin bu denli "büyük bir göz" haline gelmesi akla başka soruları getirmiyor değil. Kısa bir süre sonra, 3 ile 12 ay arasında yenilenen çok yüksek çözünürlüklü uydu fotoğraflarının kullanımına dayanan bu sistem, tüm bu "temaşayı" bir gün uydulardan gerçek zamanlı yayına taşıyacak mı? Bizleri özgürleştirmesi gereken teknoloji, yoksa "Big Brother"ın ta kendisi mi?

Neyse, enseyi karartmamak lazım...

Pazar, Haziran 26, 2005

"Dostum Salgado"



“Bu fotoğraflar, bu devasa trajedinin figürleri, umutsuz bir heykeltraşın taşa ya da ağaca yonttuğu heykeller midir? Burada fotoğrafçı yoksa bir heykeltraş mıdır? Ya da tanrı? Ya da şeytanın ta kendisi? Ya da çıplak gerçeğin kendisi?”
(Eduardo Galeano/17 kez Salgado)


Herkes bana Salgado’yu soruyor. “Anlatsana Ali, o adam seni nasıl buldu? Neler yaptınız 37 gün İstanbul’da? Nasıl dayak yediniz pazarcılardan?”

Çoğu zaman anlatmadım, yaşadıklarım sadece bana kalsın istedim. Zaman zaman ağzımdan çıkanlar da büyük şehirlerin altında dolaşan gizli dehlizlere, Bizans definelerine dair inanılması güç "şehir efsaneleri"ne benziyordu:

“Dünyanın yaşayan en büyük iki fotoğrafçısından biriymiş”;

“Kodak sadece Salgado yüzünden Tri-Max filmlerin üretimini durdurmaktan vazgeçmiş. Leica ise yeni bir objektifi piyasaya çıkarmadan önce ona gönderirmiş. Eğer o beğenmezse, piyasaya sürmezmiş”;

“Ününün doruğundayken ortalıktan bir anda kaybolmuş. Üç yıl kimse bulamamış. Bir gün elinde 240 bin kare fotoğraf ile çıkmış ve uluslararası bir kampanya ile hepsini satmış! Parasıyla da üç yıl boyunca fotoğraflarını çektiği Brezilyalı topraksız köylülerin yaşadığı binlerce dönüm araziyi satın alarak, köylülere dağıtmış!”

Dürüst olmalıyım. Bu hikâyelerde gerçeğin nerede başlayıp, nerede bittiğini ben bile bilmiyorum!

Salgado. Tam adıyla; Sebastião Riberio Salgado... Ünlü fotoğrafçı. Ekonomist. Legion D’Honeur ile ödüllendirilen gazeteci. Çektiği tek kare fotoğrafla ünlü fotoğraf ajansı Magnum’u batmaktan kurtaran kişi. Muhalefet kendisine Brezilya cumhurbaşkanlığını önerdiğinde, “Politikacı olursam, yalan söylemeyi öğrenirim” diyerek nazikçe reddeden aydın...

Örnekleri çoğaltmak mümkün: Brezilya’nın Don Kişot’u. Kazandığı para ile çılgıncasına Amazon ormanı satın alan, Amazon’da kesilen yağmur ormanlarının yerine 5 milyon ağaç diken kişi. Brezilyalılar içinse sadece “Salgado”.

Bu ismi Latin Amerika’da inanılması güç birtakım efsaneler ve öyküler izliyor her gittiği yerde. Salgado’nun adının etrafında oluşan bu sisli hâle yüzünden onun hakkında gerçek olmayan öyküleri anlatmaktan korkarım sizlere...

Olsun. Ben yine de anlatmak istiyorum “Dostum Salgado”yu. Tanımış olmaktan gurur duyduğum, hayatımdaki en büyük olayı anlatacağım sizlere. Efsanevi bir foto-muhabir olarak değil, sadece “bir insan portresi” olarak Salgado’yu...

Modern çağ simyacısı
Hikâye bu ya... Bir gün Brezilya’da çok büyük bir yangın çıkmış. Hem de Amazon Yağmur Ormanları’nda!

Bütün hayvanlar canlarını kurtarmak için bölgeden kaçıp, yangından uzaklaşmaya çalışıyormuş. Kaçanlar arasında Amazon’un hâkimi, “ormanın ruhu” olan siyah jaguar da varmış... Kaçarken üstlerinden ters yöne, yangının kalbine doğru uçan küçük bir sinek kuşu görmüş jaguar. Yangının üstüne gelmiş ve küçük gagasından birkaç damla su bırakmış aşağı... Ardından diğer hayvanların saklandığı göl kıyısına gelmiş, gagasına su alıp tekrar bırakmış yangının üzerine.

Kafası karışan siyah jaguar sinek kuşunun yanına gelip sormuş: “Bunu neden yapıyorsun? Yoruldun ve birazdan kanatların yanmaya başlayacak. Düşecek ve öleceksin. Tüm bu yaptıkların boşuna olacak. Yangını söndüremezsin ki!”

Sinek kuşu başını sallamış: “Evet söndüremem... Sadece elimden geleni yapmaya çalışıyorum...”

Salgado isminin etrafında oluşan efsanelerin yarattığı sisli hâle kaldırıldığında, ortaya aslında çok basit bir gerçek çıkıyor: Salgado sadece elinden geleni yapmaya çalışan biri.

Nesli tükenen bir sinek kuşu, Salgado...

Dünyanın en çok kazanan fotoğrafçılarından biri ama parasını hayır işlerine harcıyor. İsterse ömrünün geri kalanını Pasifik’te satın aldığı bir adada zenginlik içinde geçirebilir ama Kongo’da çocuk felcinden ölen yüz binlerce çocuğu kurtarmak için WHO adına fotoğraf çekiyor.

Salgado’yu antik çağların simyacılarına benzetmek mümkün. Suyu altına çevirmek isteyen simyacıların yüzyıllardır aradığı sırrı o çoktan bulmuşa benziyor: “dokunduğunu altına çevirmeyi”!

Belki alegorik olacak ama Salgado aynen Kral Midas gibi dokunduğunu altına çevirme yetisine sahip. Bu kulağa okşayıcı gelen yetenek, az daha Midas’ın sonunu getiriyordu, çünkü açlıktan ölmek üzereydi Kral...

Bu yetenek Midas’tan sonra sadece iki kişiye sahip oldu. Birincisi Picasso’ydu. Onun bir şeyi satın alması için sadece resmini çizmesi yeterliydi. Nitekim Picasso Güney Fransa’daki bir şatoyu tuval üzerine resmini yaparak satın almıştı. Midas’ın lâneti belki Picasso’yu değil ama evlatlarını vurdu. Picasso öldüğünde, ardında kalabalık bir mirasçı kuyruğunu ve onların avukatlarını bırakmıştı...

Salgado, Midas’tan miras bu yeteneği seleflerinden farklı bir şekilde kullanıyor. Brezilya’da içlerinde üç yıl yaşayarak fotoğraflarını çektiği topraksız köylülerin işgal ettiği araziyi, o fotoğrafları satarak satın aldı. Ve o insanlara dağıttı...

Belki de bu yüzden Midas’ın laneti Sebastião Salgado ile son buldu.

"Bok içinde doğdum"
Evimdeki ansiklopediden Salgado maddesini açıyorum. Şöyle diyor: “Brezilyalı fotoğrafçı Salgado, 1944 yılında sekiz çocuklu bir ailenin altıncı çocuğu olarak dünyaya geldi.”

Salgado ile birlikte olduğum bir ayı aşkın süre içinde onunla çocukluğundan hiç konuşamadık. Bir kere hariç.

Yanılmıyorsam 98-99 kışıydı ve biz Kemer Country Golf Club’ın 200 metre ötesindeki Göktürk Mahallesi’ndeydik. Hayatımda ilk defa bir golf sahası görmüştüm. Karın altında bile yemyeşil bir halı gibi duruyordu. Biz ise milyon dolarlık süperlüks villaların birkaç yüz metre ötesinde, Güneydoğu’dan henüz göçmüş insanların yerin yarım metre altında yaşadıkları çamurdan evleri çekmeye gidiyorduk. Kar yağarken yürüdüğümüz yol -adına yol denebilirse- diz seviyesine kadar çamur içindeydi. Tüm dikkatime rağmen botum ayak bileğime kadar çamura bulanmıştı. Mahallenin muhtarı ise ayakkabısının tekini balçığın içinde bırakmıştı bile...

- Sebastião, hiç fena değilsin çamurda... Botunu kirletmemişsin bile. Nasıl beceriyorsun bunu?

- Evladım, sana nasıl doğduğumu anlatmamış mıydım? Ben bok içinde doğdum!

Ötesini bilmiyorum. Tek bildiğim, fakir bir çiftçi ailesinde doğduğu ve daha beş yaşındayken kaderinin sonradan fotoğraflarını çektiği insanlarla birleştiği... O da bir göçmendi. Beş yaşındayken geldiği küçük kasabadan 120.000 kişilik bir diğerine göç etmesi ise ise 15’ine rastlıyor. Politik nedenlerle ayrıldığı Brezilya’dan Fransa’ya mülteci olarak gelişi ise 27 yaşına...

Angola’ya kimse gitmeyince...
Salgado, lisans eğitimini fotoğraf dışında bir sahada, ekonomi alanında yaptı. Marksist bir dünya görüşüne sahip olması, onun sadece sanatını değil, akademik kariyerini de değiştirdi. 70’lerin başında Brezilya’da iktidardaki faşist yönetim, Salgado’nun da üyesi bulunduğu politik hareketin önderlerini öldürmeye başlar. Salgado ve karısı Lélia için “siyasi mültecilik” dönemi başlamıştır. Fransa’ya göç edilir. Fransa onlara vatandaşlık hakkını vermez.

Salgado çeşitli işler yapar Paris’te. Fotoğraf makinesi ile tanışması ise çok geç bir yaşta, 29’unda gerçekleşir. Tam bir rastlantıdır... Rivayetlere göre Angola’da UNITA’cılarla hükümete bağlı güçler arasındaki içsavaşta dört fotomuhabirini kaybeden Paris Match dergisi, bölgeye gönderecek yeni bir muhabir bulamaz! Post bu sefer gerçekten pahalıdır, savaş muhabirlerinin hiçbirinin gözü kesmez o cangıla girmeye...

Salgado, karısının kamerasını aldığı gibi Angola’ya gider. Gidiş o gidiş... Döndüğünde savaşın en güzel fotoğraflarını çeker.

1974-1975 arasında Sygma, 1975-1979 arasında da Gamma Ajansı için çalışır. Ardından, daha sonra ekonomik krizden kurtulmasına vesile olacağı Magnum Ajansı üyeliğine seçilir! (Reagan’a karşı düzenlenen suikast girişiminin çekilen tek kare fotoğrafıdır Magnum’u iflastan kurtaran. Çeken de Salgado’dur.) Artık dünyaca aranan bir foto muhabirdir.

Öteki Amerika’nın peşinde yedi yıl
Salgado’yu Salgado yapan, onu pek çok çağdaşından ayıran çalışma yöntemidir. Ona göre, projelerinde iyi sonuca ulaşmak, fotoğraflanan insan ile kurulan ilişkiye bağlıdır. Bu yüzden Salgado çalışmalarını gerçekleştirirken, fotoğraflayacağı kişiler ile benzer koşullarda yaşar, onların yolculuk ettiği şekilde yolculuk eder. Projeleri genellikle uzun soluklu projelerdir ve bu süre içerisinde önemli giderlerini kendi bütçesinden karşılar. 1977-1984 yılları arasında yedi yıl boyunca Brezilya’da uzak dağ köylerini gezerek hazırladığı “Other Americas/Öteki Amerikalar (1986)” adlı albümü buna güzel bir örnek.

Fransız Sınır Tanımayan Doktorlar Örgütü ile 15 ay boyunca Afrika’nın Sahra bölgesini gezerek yaptığı “Sahel: l’Homme en Détresse/Sahra: Izdırap İçindeki İnsan” adlı çalışması bir diğer ilginç çalışmasıdır Salgado’nun... Dünya Afrika’daki açlık sorununu Salgado’nun bu çalışması ile ilk kez “öğrenir”!

Salgado, 1986 ve 1992 yılları arasında o ana kadar ki en büyük projesi olan “Workers/İşçiler (1993)” üzerinde çalışmaya başladı. Salgado bu albümü hazırlarken 26 ülke gezerek müthiş bir işçi profili çıkartır! Kimi eleştirmenlere göre “Workers”, Karl Marx’tan sonra yazılmış en iyi “manifesto”dur!

Terra: Yurtsuzların mücadelesi
Sadece benim için değil, birçokları için Salgado’nun en büyük çalışması hiç kuşkusuz “Terra”dır. Terra, Brezilya’da zengin toprak sahiplerinin geniş arazilerini (Latifundia) işgal eden on binlerin öyküsüdür. Ordu ve toprak sahiplerinin karşısında bir avuç çamurlu toprak için direnen, yurtsuzların mücadelesidir bu albüm.

Burada biraz efsanelerin büyülü dünyasında kaybolmak fena olmayacak. Rivayet odur ki, ününün doruğundayken bu insanların arasına katılan Salgado, üç yıl ortalıktan deyim yerindeyse neredeyse “kaybolur”. Bu üç yılın sonunda 240 bin kare ve bu 240 bin kareden seçilen “çok özel 56 kare” vardır. Aynı anda Guggenheim, Tate Gallery, Louvre gibi dünyanın en önemli yedi sanat galerisinde sergilenen 56 kare, “çok büyük rakamlara” koleksiyonerlere satılır. Salgado bu paraya dokunmaz. Serde marksistlik de olduğundan, geriye kalan 239 bin küsur kare fotoğraf, üzerine 5-10-15 sterlin gibi sembolik rakamlarla uluslararası bir kampanya ile satılır! Bu parayla Brezilya’da topraksızların arazileri satın alınır ve köylülere dağıtılır!

Dedim ya, o yaptıklarıyla fotoğrafçılar arasında kulaktan kulağa yayılan bir efsane... Eğer hikâyede abartı varsa, günahı Ara Abi’nin (Güler) boynuna! Ancak efsane olmadığı kesin olan bazı gerçekler de var. Fransa’nın yıllarca vatandaşlık vermediği Salgado’ya Legion D’Honeur vermesi gibi...

Bu eğlenceli hikâye burada da bitmiyor. Rivayet odur ki, Fransız Hükümeti ayıbını anlayıp ona vatandaşlığını teklif eder. Bu sefer de Salgado kabûl etmez! Mülteci olarak kalmayı Fransız pasaportuna tercih eder...

Bu arada Salgado ile yaptığım 37 günlük İstanbul çalışmasını, yaşadıklarımızı yine anlatamadım. Biliyorum. Belki yerimiz dardı, belki bana kalsın istedim...

Bugün sizlere Salgado’yu, söylemekten gurur duyduğum şekliyle “Dostum Salgado”yu anlattım.

Nesli tükenen bir sinek kuşu, Salgado... İster misiniz yazıyı Eduardo Galeano’nun muhteşem bir yazısının başlığıyla bitirelim?

17 kere Salgado!

Çünkü insanlığa daha fazla Salgado lazım...

Cuma, Haziran 24, 2005

Mahkûmun çehreyle, editörün muhabiriyle ayrılığı...



Bugün canım ne Linux üzerine yazmak ne Focus'tan bahsetmek istiyor... Canım çok sıkkın. Size hüzünlü bir öykü anlatacağım bugün, her okuduğumda gözlerimin dolmasına neden olan bir mektubun öyküsünü...

Mektubumuzun adı "Mahkûmun Çehresiyle Ayrılığı". Dayanabilen sonuna kadar okusun.

(...)

Vaclav Havel'e

Beni 28 Kasım 2001'de tutuklayıp Çek Cumhuriyeti'nin başkenti Prag'ın Pankras Hapishanesi'ne koydular.

Gözaltına alınıp hücreye kapatılanlara mahkemeye çıkıncaya kadar ayna vermiyorlar. Ve böylece ben kendi çehremden ayrıldım.

Her sabah sakalımı tıraşlarken, yüzümü ellerimle görüyorum, ama ellerim göz gibi keskin görüşlü değil.

O nedenden avukatımla ya da başka ziyaretçilerle görüşmeye giderken, omuzlarımda kontrolden geçmeyen bir kafayı (kelleyi) taşıdığımı hissediyorum.

Hücredeki hava aşırı kuru olduğundan (bataryanın etkisi belki) yüz derisi kuraklaşıyor, kafana bir nikap, bir maske giydirilmiş gibi hissediyorsun kendini ve bu, o yüz ile ayrılık duygusunu daha da güçlendiriyor.

Tabii böyle bir yüz (ya da çehre) günlük yaşamda zaruri olan manevralara hiç hazır değil. Mesela, ben pencere arkasından ziyaretçime gülümsersem, benim çehrem de gülümsüyor mu, ben bunu bilemem. Yoksa bu çehre beni ziyaretçiye getiren gardiyan gibi beni dışardan gözetliyor mu sadece. Veya mesela, ben konuşurken, bu çehre ne yapıyor: Benim dediklerimi mimiklerle tasdik ediyor mu, yoksa aksine, inkâr mı ediyor? Ya da bu yüz benden ayrıldığına memnun, nezaretimden kurtulduğundan hoşnut olamaz mı?

Herhalde, o artık ziyaretçimin tebessümüne cevaben, sayısız yüzlere hapsedilen o milyonlarca gülümsemeye benzer bir ürün üretmek için kendi adalelerini yormayacak.

Tebessümü konuşuyorum, çünkü tebessüm -özellikle dünyamızın 'medeni' kısmında- insan çehresinin en çok ihtiyaç duyduğu işlevdir. İnsanlar durmadan gülümsemeye mahkûmlar, onların çehreleri bu ağır mihnetten dolayı çoktan yorgun düşmüştür.

O sebeple ki, ölülerin gülümseyenlerine çok az rastlanır. Belki gülümseyen bir-iki ölü görmüşsünüzdür, ancak sonradan onların da bir dindar olduklarını öğreniyorsunuz, onlar hayattayken çok ağladıklarını telafi ettikleri veya Allah'ın vaslına ermelerinin sevincinden tebessüm ettiklerine şahit oluyorsunuz. Onların tebessümü bize değil.

Gülümsemeye böyle bir önyargıyla baktığımın nedeni belki de bu işi hayatımda hiçbir zaman doğru dürüst yapamadığımdan kaynaklanmış olabilir. Bu konuda hep kompleksliydim zaten. Gençliğimde yazdığım bir şiir mesela:

Çarmıhla perçinlemiş tebessüm/İki köşesine çivi kakıp, çehreye perçinlenmiş tebessüm/Ben size hoş görünmek için bundan beter acıyı bile göğüslemeye hazırım.

Gerçekten, bu köle mihneti olan gülümseme hiç de layık olmadığı bir itibarla teşvik ediliyor halk arasında. Diyelim, bir politikacı etkili biçimde gülümsemeyi beceremezse o 'tabandan gelen siyasetçi, bizden birisi' olamaz. Gülümseme fetişizmi o kadar hayatımıza musallat olmuştur ki, hatta diktatörlükler bile ayna önüne geçip suratının kaslarını gevşeterek egzersiz yapmaya başladı.

Ve televizyon ekranlarındaki o 'Halkbaşı Diktatör'ün yüzünden yayılan 'tebessüm' dalgaları vücudunu sararken, zavallı halk, 'İnsanoğlunun gülümsemesinin bu kadar çirkin olabileceğini hiç düşünmemiştim' deyiverir! Bütün bunlara rağmen, ben insan yüzünün en güzel hareketi olan tebessümü seyretmeyi severim. Eğer o çocuklar veya kendi çehresini nezaret altında tutmayı düşünmeyen çiftçinin ya da uyuyan bir bakire kızın ya da bir azizin gülümsemesiyse.

Bu çeşit gülümsemeler sanki 'sanat sanat için' teorisine dayanarak yaratılan bir entelektüel boyutlu eser misali veya raks misali derin anlamlı hareketlerdir. Onlar belki daha çok bir duaya benzer. Bu gülümsemeler kendi içlerine, hayır, aynı zamanda dışarıya, uzaya, galaksilere uzanan bir enerji. Bu düzeyde, gülümseme insan yüzüne acı çektirmiyor, aksine, insanın yüzü kendisinin etrafını çizdiği üründen lezzet alıyor.

Etrafını çizdiği dedim, çünkü gülümsemeyi insan yüzü üretmiyor (dışardan veriliyor), sadece onun çerçevesini yapıyor.

Ben Pankras Hapishanesi'nde ikinci günüme başlarken, 'Belki burada ne gülümseme ve ne de başka bir ima-işarete gerek olduğu için ben kendi yüzümden ayrı düştüm' diye bir fikir geldi kafama. Bu çok mantıklı bir fikirdi aslında. Burada gerçekten de insan çehresinin sokakta ihtiyaç duyabileceği hemen hemen hiçbir mimiğe ihtiyacı kalmıyor.

Burada kimse birbirinin gözlerine bakmıyor, burada sana hitap etseler, sanki sen şeffaf bir varlıkmışsın gibi, sanki sen yokmuşsuncasına, bir boşluğa gibi hitap ediyorlar. Boşluğa atılan her kelime büyük gürültüyle yankılanıyor, her kelime dehşetli şekilde, derin anlaşılıyor, yani sarf edilmiş kelimeleri, dışarıda alışıldığı gibi, yüz mimikleriyle desteklemeye hiç ihtiyaç kalmıyor. O nedenden buraya giren her bir insanın kendi yüzünü özel eşyalarıyla birlikte hapishane memurlarına bıraktığını düşünmesi ve bu fikre kendisini alıştırması gerekir. Aksi halde, insan birkaç gün meyus kalır, olur olmaz hayallere, en kötüsü, özgürlük hakkında arzulara kapılabilir.

İsteseniz de istemeseniz de o soğuk hücrede uyanacağınız ilk sabah sizin yüzünüz sizden ayrılacaktır.

5.12.01, Pankras Hapishanesi, Prag, Muhammed Salih


(...)

Bu pulsuz mektup, Pankras hapishanesinden Çek Cumhurbaşkanı Vaclav Havel'e yazılmıştı. Havel, cumhurbaşkanı olmadan önce, henüz bir şair ve tiyatro yazarıyken o hapishanenin tezgâhından geçmişti... Pankras, Havel'den önce de sayısız yazarı ve şairi öğütmüş, ölüm yıldönümü bugün tüm dünyada "Dünya Gazeteciler Günü" olarak anılan Julius Fuçik de bu hapishanenin konuğu olmuştu. Fuçik, Naziler tarafından idam edileceği güne kadar Pankras hapishanesinde gazetecilik yaptı. Pantalonunun astarına sakladığı küçük notlar, edebiyatsever bir gardiyan sayesinde, her gün hapishanenin dışına kaçırılıyordu. Yıllar sonra bu notlar bir araya getirilip basıldığında, direniş edebiyatının en büyük eseri ortaya çıkmıştı...

"Orta Asya'nın Nâzım Hikmet'i" olarak anılan Muhammed Salih, anavatanı olan Özbekistan'ın komünizm sonrası ilk özgür seçimlerinde, cumhurbaşkanlığına adaylığını koyma "hatasını" işlemişti... Özbekler, bu çok sevdikleri şairlerini cumhurbaşkanı seçtiler. Ancak eski bir KGB ve Sovyet Politbüro üyesi olan İslam Kerimov, ordu ve devlet televizyonunun kontrolünü elinde tutuyordu. Bağımsız kaynaklar, Muhammed Salih'in zaferini dünyaya duyurduğu sırada, devlet televizyonu Salih'in oyunu yüzde 30 olarak açıkladı. Bu rakam fazla bulunmuş olacak ki, ikişer saat arayla, haber bültenleri bu oranı önce yüzde 12'ye, sonra da yüzde 6'ya düşürdüler!

Bu "demokratik seçimler"den sonra Muhammed Salih için tek bir seçenek kalır: Ülkesini terketmek. Özbekistan vatandaşlığından da çıkartılan Salih için, artık sürgün yılları başlamıştır...

İslam Kerimov, vatandaşlıktan çıkardığı bu şairin peşini, sığındığı Türkiye'de de bırakmaz. Terör örgütü kurmak ile suçladığı şairi tutuklatmak için Interpol aracılığıyla tutuklama kararları çıkartır. Dünyada kimse buna inanmaz... Türk üniversitelerine okumak için gelen 700 Özbek öğrenciyi geri çağırır, geri dönmeyi reddedenler için de aynı karar çıkar! Kerimov, Türk hükümetinin yumuşak karnını bilmektedir: "Ya Muhammed Salih'i bana iade edersiniz ve ben onu asarım ya da ülkemde Türk işadamlarının kazandığı tüm ihaleleri iptal ederim!"

Ve "money talks"... Bir akşam evinden MİT ajanlarının marifetiyle yaka paça alınan Salih, Atatürk Havalimanı'nda yurtdışına giden ilk uçağa bindirilir. "İlk uçak", Çek Cumhuriyeti'ne gitmektedir!

Prag'a inen bu "pasaportsuz ve vatansız" şair için çıkartılmış Interpol arama emirleri havalimanında ortaya çıkınca, Çekler bu şairi Pankras hapishanesine koyarlar. Muhammed Salih, hapishaneden Vaclav Havel'e bu "açık mektubu" yazar...

Peki, ya sonra ne oldu?

Vaclav Havel, ertesi gün, hapishaneye bizzat giderek Muhammed Salih'i çıkartır ve şairden Cumhurbaşkanlığı konutunu "onurlandırmasını" rica eder. Muhammed Salih, ailesiyle birlikte artık Vaclav Havel'in konuğudur...

Özbek hükümeti Türkiye'ye yaptığı tehdidi, Çek Cumhuriyeti üzerinde de denemeye karar verir çünkü Çekler Özbekistan'ın büyük kentlerindeki tüm tramvay ihalelerini kazanmıştır... İslam Kerimov, "bir şeyi" hesaba katmayı unutur: Çeklerin cumhurbaşkanı Süleyman Demirel değil, Vaclav Havel'dir! Havel, Özbek elçisine okullarda ders olarak okutulacak bir cevap verir: "100 tramvay ihalesi, ülkemin onurundan değerli değildir!"

Muhammed Salih, bazılarının iddia ettiği gibi, ne islamcı bir terörist ne bir ülkücü bozkurt ne de eroin kaçakçısıdır... Eğer bu satırları okursa beni affetsin, politikacı olmayı ve yalan söylemeyi öğrenemeyecek kadar saf bir şairdir sadece! Ha, bir şey daha... Benim için, Focus'ta çalışan Umida Salih'in de babasıdır!

Umida, üç yıl önce yanımıza ilk geldiğinde, sessiz ve utangaç bir Özbek kızıydı... Ne ben onun şiirlerine vurulduğum Muhammed Salih'in kızı olduğunu, ne de o babasına hayran olduğumu biliyordu! "Özbekistan" dedi galiba, "Babam şair... Salih..." O anda orada bulunan Feyzi Öktem abimizin deyimiyle, benim gözlerim büyür: "Mu-Muhammed Salih mi!"

Umida ile üç yıldır beraber çalışıyoruz. Ben nereye gidersem, bu beş dil bilen deli kız da peşimden geliyor! Artık onunla sadece bir editör-muhabir değil, bir abi-kardeş, iki sırdaşız... O hayatımda yetiştirmeye çalıştığım iki muhabirden geriye kalan tek çalışma arkadaşımdır...

Umida sanırım artık kanatlandı ve yuvadan uçuyor. Babasının ülkesine geri dönmesi söz konusu olduğu için, Amerika'ya gitti... Beni "öksüz ve muhabirsiz" bırakarak. Tek umudum, ayın üçünde geri dönmesi, ama içimden bir ses, geri dönmeyeceğini, artık babasını izleyeceğini söylüyor...

Çok yalnızım...

"Traduttore é tradittore"



Marco Polo descrive un ponte, pietra per pietra.
-Ma qual è la pietra che sostiene il ponte?- chiede Kublai Kan.
-Il ponte non è sostenuto da questa o quella pietra,- risponde Marco -ma dalla linea dell'arco che esse formano.
Kublai Kan rimane silenzioso, riflettendo. Poi soggiunge: -Perchè mi parli delle pietre? È solo dell'arco che m'importa.
Polo risponde: -Senza pietre non c'è arco...

İtalyanlar "Traduttore è tradittore" der, yani "Çevirmen sahtekârdır"... Kötü bir sahtekâr olmayı göze alarak, Italo Calvino'nun "Saklı kentler" (Kitabın Türkçe'ye Görünmez Kentler adıyla çevrildiğini biliyorum ama ben olsaydım, ne yalan söyleyeyim, bunu tercih ederdim.) kitabından bir pasajı çevireyim dedim.

Marco Polo tek tek her taşıyla köprüyü anlatmaktadır.
-Peki, köprüyü taşıyan taş hangisi?- diye sorar Kubilay Han.
-Köprüyü taşıyan şu ya da bu taş değil, taşların oluşturduğu kemerin kavisi-, der Marco.
Kubilay Han sessiz kalır bir süre, düşünür. Sonra ekler: -Neden taşları anlatıp duruyorsun bana? Beni ilgilendiren tek şey var o da kemer.
Marco Polo cevap verir: -Taşlar yoksa kemer de yoktur...

Perşembe, Haziran 23, 2005

Google Earth Beta ve Keyhole (Bölüm 2)


Yaklaşık üç ay önce dergiye yazdığım bir yazı, inanılmayacak bir şekilde başımı ağrıttı diyebilirim. NASA'nın açık kaynak kodlu üç boyutlu dünya simülasyonu Worldwind hakkında yazdığım yazı sonrasında, inanılmaz bir mesaj trafiği ile boğuşmak zorunda kaldım. Neler başıma gelmedi ki? "Bana şu kadar MB'lık programı indirttiniz ama çalıştıramıyorum"dan .net 1.1 framework'u nasıl indireceğini soranına, NASA sunucularının neden çalışmadığına dair hesap soranına kadar onlarca kişiye tek tek cevap yazdım, sorularına cevap verebilmek için programın geliştiricilerine iki kere mail bile attım! Peki, ne oldu sonunda? Kendi yaşantımdan ve dergi mesaisinden çalarak yardımcı olduğum 30 kadar kişiden sadece "Faruk Güler" adlı okur teşekkür etme nezaketini gösterdi! Aslan Faruk...

Neyse, üç boyutlu dünya simülasyonlarına karşı artan merakım, beni Keyhole isimli bir firmanın çıkarttığı yazılımlara götürdü: Keyhole Pro ve Keyhole LT...

NASA'nın Worldwind yazılımının aksine, yeryüzü şekillerini "renderlamak" yerine uzaydan çekilmiş milyonlarca resmin oluşturduğu mozaikleri kullanan bu sistem, "fotoğraf" tabanlı olduğu için çok daha gerçekçi sonuçlar yakalıyordu. Öyle ki, evinizin uzaydan çekilmiş fotoğrafını görebiliyordunuz.

Fotoğrafın render'a karşı olan en büyük üstünlüğü, gerçekçilik değil elbette. Bir kere fotoğraf, lokasyon tabanlı web hizmetlerinde çok daha hassas ve esnek bir altyapı sunuyor. Rendering sistemi daha çok GPS ve Landsat uydularının verilerine dayandığı için, özellikle kentsel alanlarda çok da ayırt edici özelliklere sahip değil. Bir örnekle açmak gerekirse: Diyelim ki, İstanbul'da Cihangir Mahallesi'nde oturuyorsunuz ve arkadaşınıza yol tarif etmeniz gerekiyor. İlk lafınız şöyle bir şey olmalı: "Sakın aşağıdan geleyim deme, Kabataş-Tophane arasındaki tramvay inşaatının çevre düzenlemesi devam ediyor!"

Halbuki, Keyhole sisteminde bölgenin uzaydan çekilmiş fotoğraflarına bakılacak olsaydı, sistem her 3 ila 12 ay içinde tüm veritabanını yenilediği için, İstanbul Belediyesi'nin inşaatı zilyon senedir devam eden bu "capolavoro"su, muhtemelen, tüm haşmetiyle uzaydan gözükecekti!

Peki, bunu neden mi anlattım? Geçtiğimiz yılın ekim ayında Google tarafından satın alınan Keyhole, Google'ın küresel hizmetler ağının belkemiğini oluşturacak. Google'ın bu hizmetler ağı önce Amerika, İngiltere ve Japonya'da; ardındansa kıta Avrupa'sı, Singapur ve petrol zengini körfez emirliklerinde hizmete girmesi bekleniyor. Lokanta bulmaktan taksi çağırma hizmetine, turistik şehir haritasından araç takibine yüzlerce farklı "lokasyon tabanlı" uygulamanın bir anlamda "teknolojik altyapısı"nı bu sistem oluşturacak.

İşin bizi ilgilendiren kısmıysa, Google'ın yani Keyhole'un şimdilik bir EULA ile verdiği bu hizmetleri, gelecekte açık kaynak koduna taşımayı hedefliyor olması. Bunun en büyük nedenlerinden biri, NASA'nın gelecekte GPL lisansı ile dağıtacağı resimleri, üçüncü kişilere yine GPL ile dağıtma zorunluluğu... NASA'nın yakın bir gelecekte, GPL ile dağıtacağı yüksek çözünürlüklü fotoğraflar, şu an uydu fotoğraflarının önemli bir kısmını Digital Globe uydularından satın alan firma için inanılmaz bir nimet. Şu anki kapalı kaynak kodlu sistemde, kapsama altına giren bölgelerin artmasıyla paralel olarak update maliyetlerinin de geometrik artışı söz konusu.

Yukardaki resim, Keyhole sisteminin Avrupa kıtası içinde kapsama alanı içine aldığı kentsel alanlar görünüyor. Aşağıda ise, aynı haritanın Ortadoğu versiyonu görünüyor. İstanbul ve Ankara'nın kapsama alanı içinde olduğunu gördüğümüz bu haritanın, Irak kısmı çok ilginç. Sanırım Amerikalıların uzun süre Irak'tan çıkmaya niyetleri yok :))....




Aslında Keyhole sistemini incelemeyi henüz bitirmedim. Buraya kadar aktardıklarım, sadece forumlarda tartışılanlara ve işin teknik özelliklerine dair. Ancak yazının da lastik gibi uzayıp okunmaz hale gelmesinden korkuyorum. Keyhole sisteminin diğer bileşenlerini, artık bir sonraki yazıda anlatırım...

Çarşamba, Haziran 22, 2005

Google Earth Beta ve Keyhole


Google'ın bir süre önce yayına soktuğu, Amerika'nın sokak sokak haritasını içeren servisi Google Maps'i sanırım artık duymayan kalmadı. Geçtiğimiz günlerde bu servisine sessiz sedasız uydu görüntülerini de ekleyen firma, kapsama alanını tüm gezegeni alacak şekilde genişletti. Google Maps ekosistemi içinde, tüm dünyanın uydudan çekilmiş, yüksek çözünürlüklü resimleri yer alacak.

Yukardaki resim, Beşiktaş Meydanı, Barbaros Bulvarı ve Çırağan (hatta benim apartmanın çatısı da var karede) bölgelerini kapsıyor. Sahildeki motorlar ve Barbaros'taki araçlar çok net seçilebiliyor. Asya yakasında oturup, evinin uzaydan çekilmiş fotoğrafını görmek isteyenlerin bir süre daha beklemesi gerekiyor çünkü, Anadolu yakasının 12. seviye denen çözünürlükteki resimleri henüz sisteme yüklenmiş değil.

Bunu niye mi anlattım? Google Maps üzerinden şimdilik çok küçük bir kısmını gördüğümüz bu servis, dünyanın en büyük "açık kaynak kodlu" projelerinden biri de ondan... Google Earth adı altında sunulması hedeflenen global hizmet paketi, açık kaynak lisans modeli ile dağıtılan uydu resimlerinden sunucusuna, sunucu üzerinde çalışacak uygulamadan istemci tarafındaki işlere kadar, bir işin nasıl "uçtan uca" açık kaynak modeli ile hayata geçirilebileceğini göstermesi açısından çok ilginç...

İki ay kadar önce keyhole aracılığıyla duyduğum bu ekip ile yazışmaya başlamıştım. Focus'un uluslararası bir yayın olmasının faydasını burada gördük. Memlekette kimse sizi takmazken, Amerika'daki bir herif siz "merhaba" demeden 599 dolarlık bir yazılımı UPS ile göndermeyi öneriyor! Uzun bir süredir beklediğim Keyhole 2 Pro demin postadan çıktı. Meraklısına söyleyeyim, Keyhole firması geçen yıl ekim ayında Google tarafından bu iş için sıkı bir paraya satın alındı...

Şimdi eve gidip bu yazılımı incelemem gerekiyor. Devamı, yarın sonra yine burada... Beklerim efendim.

Pazartesi, Haziran 20, 2005

1922 yılında Afyon'da "birdirbir" oynamak...


Saat 23:25 ve Focus'un temmuz sayısını nihayet bağladık... Özgür son sayfaları kontrol ederken, benim yorgunlukla yazdığım son dakika resimaltlarım ile dalgasını geçiyor. Tarkan ise, "Şaka maka, bu ay bir sürü aksilik oldu. Dergi elemanlarının biri Amerika'ya diğeri ÖSS sınavına gitti derken ayın büyük bir kısmını iki kişiyle atlattık. Ama bana tek bir yazının iki günlük gecikmesi hariç, tüm işler zamanında geldi! Açıkçası, bu ay kime girdi, onu çok merak ediyorum?" diyor...

Bu ay sanırım bana ve Özgür'e girdi. Bir yanda, apar topar Amerika'ya yolcu ettiğimiz Umida'nın "İstanbul Efsaneleri"nin hammaliyesi; öte yanda ise yazmak zorunda kaldığım iki araştırma konusu... Bunların birinden bahsetmiştim, Volvo Ocean Race... Diğeri ise çok daha zor bir konuydu. Tarih boyunca bizim ders kitaplarımızda okuduğumuz savaşları, acaba "öteki taraf" nasıl yazmıştı? Aslında uzun yıllardır köşesinden bucağından bulup bir kenara attığım notları derlemem açısından yararlı; ulaşılan bilgiler açısındansa ilginç bir araştırma oldu...

Neler çıkmadı ki bu yazıyı yazarken? Çaldıran Meydan Savaşı'nı Şah İsmail kazanmış, Preveze diye bir deniz savaşı hiç olmamış, Balkanların dört asır boyunca Osmanlı toprakları olmasını sağlayan II. Kosova Savaşı'nı ise aslında Sırplar kazanmış! Tabii, bu onların iddiası... Buna benzer 10 ilginç tarihi olayı, karşı tarafın bakış açısını anlatarak aktarmaya çalıştık. "Kim Galip?" başlığını attığımız bu çalışma, bence hoş oldu.

Bu arada bizim tarafta da hiç bahsedilmeyen ya da unutmaya çalıştığımız ayrıntılarla da karşılaştık. Örneğin, yukardaki fotoğraf... Dergide altına malum nedenlerle sadece "Yunan askerleri yerli halk ile birdirbir oynarken!" diyerek geçiştirdiğimiz (anlayan anlar artık) bu kare, "işgal" altındaki bir Türk kasabasında çekilmiş. Tarih, 12 Mayıs 1922. Yani Büyük Taarruz'a sadece birkaç ay kala... "Yerli halk"ın başındaki sarıklardan Türk oldukları anlaşılıyor. Yunan ordusunun IX. Kolordu'suna bağlı askerlerle, "şaka gibi" belki ama, birdirbir oynuyorlar!

Kurtuluş Savaşı'nın bu yüzünü pek bilmeyiz. Bunu yazmaya kalkıştığı için Kemal Tahir'in "Yorgun Savaşçı"sı yakıldı bu ülkede... Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Kurtuluş Savaşı'nı sadece düşmana karşı değil, yer yer "bu halka rağmen" kazandıklarını söylemek, onların verdiği mücadeleyi küçültmez, olsa olsa sadece büyütür.

Bunu niye mi anlattım? Bilmiyorum. Belki de iki satırlık kısa bir fotoğraf altına yazamadığım iki kelimenin eksikliğini hissetmem, belki de bloga içimi dökme isteği... Bunun için bana kızmayın, olur mu?


Not: Gelecek yazım, söz, Linux üzerine olacak...

Perşembe, Haziran 16, 2005

Yediklerim de yanıma kâr kaloor!


Eski bir fıkradır:
Kirkor birgün kiliseye, papaza günah çıkarmaya gitmiş:

- Papaz efendi ben çok iyi kalpliyim ama ibneyim. Bu işi de para mukabili yapoorum... Aldığım paraları da, fakire, fukaraya dağtoorum. Günahım ne yazoor? diye sormuş.

Papaz düşünmüş ve cevap vermiş:

- Oğlum Kirkor, günahın sevabına denk geloor, yediklerin de yanına kâr kaloor!

(...)

Bizimki de o hesap. Hayat durmadan kazık atoor, yediklerim de yanıma kâr kaloor!

Salı, Haziran 14, 2005

Sultan II. Bayezid ve Denizkızı



Madem bir İstanbul efsanesi anlatmaya söz verdik, yerine getirelim:

"Fatih Sultan Mehmet'in oğlu II. Bayezid'e sofuluğundan ötürü "Bayezid-i Veli" yani Ermiş Bayezid denirmiş. Halk inancı onu keramet sahibi bir ermiş olarak gösterir...

Sultan II. Bayezid, bir gün Boğaziçi'nde saltanat kadırgası ile dolaşırken denize ağ atan balıkçılara rastlar.

"Balık çok çıkar mı?" diye sorar.

"Baht işidir padişahım" derler.

"Benim bahtıma da bir ağ atın!" der.

Balıkçılar padişahın bahtına ağ atar, bir şey çıkmaz. Tekrar atarlar, yine boş. Nihayet üçüncü seferde ağın içinden bir denizkızı çıkar. Sultan Bayezid:

"Bahtım olan bu kızı İstanbul'da gezdirin, nerede ne söylerse gelin bana haber verin!" der.

Denizkızını İstanbul'da gezdirirler. Bir meydanda gaipten haber veren ve "Ben define bulucusuyum" diyen bir falcıyı görür, güler. Padişaha haber verirler. Sultan Bayezid:

"Orada niçin güldün, ey güzel bahtım?" diye sorar. Denizkızı:

"Ona güldüm ki padişahım." der, "Bir adam define bulucusuyum diye çıkmış, oysa altında hazine vardır, haberi yok."

Kızın göstediği yeri kazarlar, bir koca mermer havuz dolusu altın bulunur. Her sikkenin üzerinde padişahın tuğrası vardır. Sultan Bayezid, Beyazıt Camii'ni ve hayratını bu para ile yaptırır. İçinde altın sikkelerin olduğu havuzun üstü hep açık durur, başına bekçi koymazmış. İnşaatta çalışan ustalara, kalfalara:

"Gündelik hakkınızı akşama gidin, oradan kendi elinizle alın" der.

Hakkından fazla alanın avucunda fazla aldığı altın, taş olur, havuza atınca yine altın olurmuş. Bu çalınamaz altınlar için "Bayezid-i Veli kerameti" denirmiş...

(...)

Efsanelere bu aralar taktığımın farkındayım. Ama ne yapayım? Dün akşam son bölümünü izlemek için milyonların şehrin sokaklarını boşalttığı "Bir İstanbul masalı" dizisinden bana çok daha "romantik", çok daha "sahici" geliyor bana bu efsaneler...

Mümkünse uzun bir süre ARC, Arhanlar, Esma, Ada bebek gibi kelimeleri duymak istemiyorum. En güzel yorumu, Ozan Güven yapmış: "Esma, ölmeseydi babamla evlenecekti"...

Perşembe, Haziran 09, 2005

Bir varmış, bir yokmuş
İstanbul diye bir şehir varmış...



"Bir varmış, bir yokmuş, Allah’ın kulu çokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, deve dellal iken, sıçan berber iken, eşek mühürdar, katır silahtar iken, ben annemin babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, yaranı safa, kızıştı kafa, ak sakal, kara sakal, berber elinden yeni çıkmış bir taze sakal, kasap olsam sallayamam satırı, nalbant olsam nallayamam katırı, hamama girsem sorar mıyım natırı, nadan olan bilmez ahbap hatırı, dereden geldim, tepeden geldim, sandığa girdim, bir de ne göreyim? Köşede bir hanım oturuyor, şöyle ettim, böyle ettim, hanım yerinden kalktı, yüzüme baktı, çıktık birlikte yola, ne sağa saptık, ne sola; az gittik, uz gittik, dere tepe düz gittik, altı ay bir güz gittik, bir de arkamıza bakalım ki bir arpa boyu yer gitmişiz, ne dönülür geri, ne gidilir ileri, sana bir masal söyleyeyim bari gel beri…

Bir varmış, bir yokmuş, diyarların en güzeli, efsanelerin sultanı İstanbul diye bir şehir varmış…"


Dergi ekibinden Umida Salih'in Temmuz sayısı için "İstanbul Efsaneleri" eki hazırladığını anlatmıştım. Şimdi bu ek önümde :)... Gün yüzü görmemiş Osmanlı efsanelerinden perilere, kıyamet günü ortaya çıkacak Bizans askerlerine kadar ne varsa toparlamış Umida. Eğer bir aksilik olmazsa, Matrakçı Nasuh'un desenleri ile resimleyeceğiz bu eki. Görünüş o ki, muhteşem bir ek olacak.

Hele bir "Deniz kızı ile Sultan Bayezid" masalı var ki... Havsalaya sığacak gibi değil... Onu da yarın anlatacağım artık :)...


Not: "Linux'a dair bilinen yaygın ve komik yanlışlar" listesine hâlâ bir destek gelmedi...

Firefox'daki son gelişmeler


Geçtiğimiz hafta Deer Park Alpha 1 sürümünü çıkartan Firefox, ikinci alfa sürümüne doğru ilerlerken bazı yeni özellikler de göze çarpmaya başladı... 8 Haziran itibariyle trunk sürümündeki yenilikler şöyle:
  • Sekmeli tarama pencerelerinin yerini değiştirebilme ve düzenleyebilme. Opera'da var olan bu özellik, benim gibi aynı anda 10-15 sekmede iş yapanların hayatını kolaylaştırıyor.
  • Sayfadaki linkleri sekmelere taşıma özelliği. Adres çubuğuna taşıyabildiğimiz linkleri artık sekmelere de taşıyabileceğiz.
  • Yazma ayarları (Print dialog) penceresindeki "böcek yuvası" temizlendi.
  • Update notification window

Bu arada PC World dergisinin "The best browser of the year" ödülünü bu yıl Firefox kazanmıştı. ama Opera'nın sitesine bakın, ne diyor :) Siteyi birazdan değiştirecekler.

Cuma, Haziran 03, 2005

Jedi şövalyelerinin
"Dandoldenyus"u Yoda *



Bu ayki Chip ve PcNet dergilerinde bir reklam var, bilmem dikkatinizi çekti mi? Üç aşağı beş yukarı şöyle bir şey: "Yoda'ya AMD 64 işlemcileri hayat veriyor..."

Bu ayki dergide biz de Star Wars'u kapağa çekmiş, George Lucas'ın filmin dijital kısmını hazırladığı ünlü film stüdyosu "Skywalker Ranch"e bir sayfa yer ayırmıştık. Kozan Demircan'ın hazırladığı bu dosya önüme gelir gelmez, ilk iş olarak ILM (Industrial Light+Magic) ve LucasFilm Entertainment'a bir mail atmıştım. Merak ettiğim konu şuydu: Filmin hazırlanmasında hangi sistemler kullanılıyor?

Ne yalan söyleyeyim, cevap olarak Mac OS X gibi bir şeyler bekliyordum... Eh, ne de olsa zamanında George Lucas iyi bir paraya Pixar'ı Apple'ın patronu Steve Jobs'a satmıştı! Steve de "eşek" değil ya, "dükkandan" birkaç makina yollamıştır herhalde Lucas'a...

LucasFilm'ciler bu aralar para balyalarını saydıklarından olacak, ancak iki gün önce bir cevap yollayabildi. Cevabı aynen aşağı kopyalıyorum:

"At ILM, in-house proprietary compositing software runs on Linux and UNIX based systems. There is also a department of high-speed Discreet-based compositing workstations. "

Bu arada Star Wars Türk, Yıldız Savaşları ve Gerekli Şeyler siteleri bu sayının haberini girdiler. Sağolsunlar...


(*) Ulu Bilge Dandoldenyus'u tanımıyor musunuz? O, kıçının çatalını kaybedenlerin koruyucusudur...

Çarşamba, Haziran 01, 2005

Biz mi yaşlanıyoruz,
çizgi roman kahramanları mı?


Biz mi yaşlanıyoruz, çizgi roman kahramanları mı? Bu soru, bir süredir kafamı "ciddi ciddi" kurcalıyor... Hatta bu konuda geliştirdiğim bir de tezim var, ama bunu paylaşmadan önce, bu düşünceye neden ve nasıl kapıldığımı anlamanızı yarayacak iki soru soracağım:

1- Etrafınızda 15 ya da 17'sinde pek çok çocuk vardır eminim... Kaçı çizgi roman okuyor? Okumaktan kastım, eline geçtiği zaman şöyle bir göz gezdirmesi değil; bizim o yaşlarda yaptığımız gibi, cilt cilt biriktiren, Conan'ın Barachan deniz kurtları ile korsanlık yaptığı günlerdeki sevgilisinin adını (Belit) ya da Zagor'un kankası Çiko'nun tam adını bilen (Don Cico Felipe Cayetano Lopez Martinez Gonzales:) kaç "kopil" tanıyorsunuz?

2- Biz yaşlanır ve artık 30'lu yıllarımızdan gün alırken, sanki çizgiroman kahramanları da bizimle birlikte yaşlanmıyor mu? Örneğin Peter Parker, artık biyoloji öğrencisi değil, Mary Jane ile evlendi hatta boşanmak üzere! Eski lisesinde öğrencilere ders vermeye başladı... Örümcek Adam'ın canı artık sadece kavgalarda acımıyor ve maceraları "Bir sabah daha eksildi penceremden" tadında bir hüzünlü havayla bitiyor...

Dylan Dog ise her macerada biraz daha kararıyor. Arkadaş her macerada "skor yapmaya" devam etse de, sabahları mutsuz kalkıyor. Arkadaş peyderpey intihara gidiyor efendiler!

Peki, ya Batman'a ne demeli? Adam son saydığımda üçüncü Robin'ini değiştiriyordu ve sayı geçmiyor ki arkadaş emeklilikten ya da yorulmuş olmaktan bahsetmesin... Yeni rakipleri de ondan farklı değil, hayatının bir aşamasında haksızlığa uğramış; orta yaş bunalımına girdikten hemen sonra, Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'ına ise iki adım kala, silkinip, cümleâlemin ebesine koymaya niyetlenmiş arkadaşlar bunlar...

Tamam ben yaşlanıyorum, kabul, ama çizgiroman kahramanlarına da ne oluyor böyle? Şimdi kendimce geliştirdiğim cevabı sizinle paylaşabilirim: "Çizgi romanlar sadece Türkiye'de değil, tüm dünyada okur kaybetmeleriyle beraber, onlar da bu dünyadan göç etmeye başladılar yavaş yavaş..."

Çünkü onlar evinde oyun oynayacak bilgisayarı, DVD player'ı hatta gamewatch'ı olmayan bir neslin eğlencesiydi, aynasıydı... Kendisi ile süper kahramanları özdeşleştirecek gençlerin yaşlanması ve onların yerini dolduracak yeni nesillerin aynı hızla gelmemesi yüzünden çizgi roman kahramanları yaşlandırılmak zorunda kaldılar...

Korkarım, Peter Parker'ın romatizmadan muzdarip olup, Tex Willer'ın sırtına torununu bindirip "atçılık" oynayacağı günler o kadar da uzak değil... Hollywood'un Örümcek Adam ve Western'lerden ekmek çıkarmayı başaramadığı gün, tüm o güzel kahramanlar beyaz atlarına binip uzak diyarlara gidecekler...


"Gökyüzünün başka rengi de varmış! / Geç fark ettim taşın sert olduğunu. / Su insanı boğar, ateş yakarmış! / Her doğan günün bir dert olduğunu / İnsan bu yaşa gelince anlarmış..." *

Sizi de su boğmadan, ateş yakmadan önce, gidin gazete bayiinden bir çizgi roman alın kendiniz için... Bu arada Ken Parker (Eski "Alaska") ve Teks'in yeni maceraları artık en fazla 2.000 adet satıyormuş. O da üç ayda ancak! bir de Strip diye bir çizgi roman kültürü dergisi çıkıyor. Onu da alın derim. Ne de olsa sadece 2.000 kişi kaldık...

Yaşlanıyor muyum ne?


(*) Cahit Sıtkı Tarancı