Pazartesi, Ekim 31, 2005

"Yağmur herkesi ıslatır"


1998 kışı. Hatta tam bir tarih vermek gerekirse, 30 Ekim 1998... İstanbul'da bugün yağan yağmurun çok daha beteri, o gün üstümüze üstümüze yağıyordu. Üç hafta kadar önce, mesleki yaşamımın en büyük başarısını gerçekleştirmiş, Benetton'un Türkiye'deki tekstil fabrikalarına sızarak, içerde çalışan çocuk işçilerin fotoğraflarını çekmeyi başarmıştık. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Bildirgesi'nin 50. yıldönümü dolayısıyla, 1998 yılı "zero-dodici" (0-12 yaş grubu) koleksiyonunun gelirinin önemli bir kısmını dünya üzerindeki kimsesiz çocuklara bağışlayan Benetton'un, Türkiye'de "sadece kendisine üretim yapan" fabrikalarda çocuk işçi çalıştırıyor olması, gerçekten büyük haberdi.

Bu haberin ne kadar "büyük" olduğunu, 1999 yılında, İtalya'da haberi birlikte yaptığımız Riccardo Orizio ile birlikte "Yılın Araştırmacı Gazetecilik Ödülü"ne aday gösterilmemizle anlayacaktık... O yıl, ünlü fotoğrafçı Oliviero Toscani, Benetton ile yollarını ayıracak ve Benetton Grubu ile aramızda tam dört yıl sürecek sancılı bir dava süreci başlayacaktı...

Corriere Della Sera, tarihinde çok az kere yaptığı bir sayfa düzenine geçerek, çift sayfa kapaktan (Yani birinci ve üçüncü sayfaları bu konuya ayırarak) bombayı patlatmıştı. Patlatmıştı patlatmasına ama, Benetton Grubu'nun "Bu bir yalan haberdir" savunması üzerine üzerimizde şüphe bulutları oluşmuştu! Her önüne gelen, olayı bir de "kendi gözüyle" görmek istiyordu! İyi ama olay patlamış ve aradan üç hafta geçmiş... İçerde çocuk mu kalır?

Sadece rakip gazeteciler değil, artık kendi grubumuz içinde de şüpheyle bakılmaya başlanmıştı bu habere... Çaresiz kaldık ve fabrikanın içinde fotoğraflarını aldığımız çocukların peşine düşmeye başladık. (Bazılarını ilerde Türkiye'nin öbür ucunda, Diyarbakır'da bulacaktık. Apar topar ailelerinin eline üç-beş kuruş verilerek, memleketlerine gönderilmişti bu çocuklar...)

Francesco Zizola ile o günlerde tanıştık. Corriere Della Sera'nın da bağlı olduğu grubun haftalık haber dergisi Panorama, dünyaca ünlü fotoğrafçı Zizola ile anlaşarak, bizden bu fabrikalara tekrar girmemizi istemişti! Bunun anlamı şuydu: Ya bu çocukları bulacak ve haberimizin doğruluğunu kendi grubumuza ispat edecektik ya da hayatımızın geri kalanını "limon satmakla" geçirecektik!

İyi ama kim bu Francesco Zizola? Kendisinin kim olduğunu ve Türkiye'ye neden gönderildiğini sonradan anlayacaktım...

(...)

Yer: İstanbul-İkitelli'de bir tekstil atölyesi

Zaman: 30 Ekim 1998


Francesco Zizola, bir Panorama editörünü, Angelo Pergolini'yi beraberinde getirmişti. Angelo, "uydurma bir haber" yaptığımızdan emin olarak İstanbul'a ayak basmış ve tavırlarıyla son 10 gün boyunca hayatı bana zehir etmişti. 10 gündür boşa kürek çekip, hiçbir çocuğu bulamadığımız gibi, Benetton'a çalışan hiçbir tekstil atölyesine de girememiştik! İstanbul'un tüm tekstil atölyeleri alarma geçmişti ve bizim önceki numaramız olan "Türkiye'de fason üretim olanaklarını araştıran İtalyan işadamı" mizansenini artık kimse yemiyordu.

10. gün, Benetton'un içindeki haber kaynaklarımızdan biri bizi aradı: "Ali Bey, bütün çocuklar işten çıkarıldı ama İkitelli'deki bir atölyede bu çocukların bir kısmı tekrar işe başlamış. İş yetişmediğinden, o atölyede çalıştırıyorlarmış çocukları!" (*)

İyi ama oraya nasıl gireceğiz? Elimizde fotoğraf makinesiyle girdik diyelim... Aynı çocuklar oradaysa beni tanıyabilirler! Bu, o dakikada oracıkta alnımızın ortasından vurulmamıza dahi yol açabilir!

Hayatımın en zor günüydü. Francesco, "Sen girme işini bana bırak" dedi. İyi ama nasıl? Hiçbir ön hazırlık yapmaksızın İkitelli'deki bu atölyenin önüne gittik. Fabrikanın önüne vardığımızda, Francesco "Şimdi seninle biraz ıslanacağız" dedi.

Açıktaydık ve bugün İstanbul'da yağan sağanaktan çok daha beter bir yağmur, üstümüze üstümüze yağıyordu! Dışarda yağan yağmur bizi iç çamaşırlarımıza kadar ıslatmıştı, atölyeden dışarı bakan meraklı gözler, biri yabancı iki kişiyi merak etmeye başlamışlardı:

- Kardeş, ne bekliyorsunuz orada?

Zizola, küçük oyununa başlamıştı. Yakınlardaki bir arkadaşa misafir olarak geldiğimizi, ancak telefonla çağırdığımız taksinin geciktiğini anlattı.

- Abi, yağmurlu havada taksici çağrılır mı İstanbul'da! Çakal, iyi iş bulmuşsa sizi unutmuştur bile!
- Peki, buradan taksi geçer mi?
- Ne taksisi! Buraya kurt inmediğine şükretsin!

Francesco'ya bunu tercüme etmemle, acınacak halimize hep beraber gülmeye başladık. Atölyenin kapısında bizimle eğlenen işçilerin sayısı artmaya, karşılıklı sigaralar yakılmaya, ince belli bardakta çaylar gelmeye başlamıştı...

- Abi içerde soba yanıyor, şöyle içeri girin de kemikleriniz ısınsın!

Kural 1: Karşı taraftan beklediğin teklif yapıldığında, hemen kabul etme. Bırak biraz ısrar etsinler...

- Hiç rahatsız etmeyelim be!
- Olur mu öyle şey! Hem arkadaş turist, misafirimiz sayılır. Ülkesine gittiğinde beni yağmur altında bıraktılar demesin!
- Abi sizi işinizden etmeyelim!
- Gel ya içeri! Amma nazlandınız siz de!

Benim dahi inanamadığım bir şekilde içeri giriyoruz. Francesco Zizola'ya İtalyanca sessizce "Sen bu yöntemi bir yerlerde daha önce kullandın değil mi?" diye soruyorum. Francesco gülümsüyor: "Brezilya'da, kömür madenlerinde..."
-Peki, nereden biliyordun bizi içeri buyur edeceklerini?
- "Açız" deseydik almazlardı... Çünkü açlığı çok az kişi bilir. Halbuki yağmur herkesi ıslatır!

(...)

Sobanın yanına kuruluyoruz. Sobanın üzerinde demlenen kaçak çaylar demlenirken, Francesco üzerindekileri kurutmak üzere çıkarıyor. Bir palto, bir kazak, ıslanmış bir cüzdan ve içindeki ıslak paralar, bir walkman ve bir de en küçüğünden bir fotoğraf makinesi! Herşey ıslanmış!

- Walkman'dan kim anlar?

Islanmış walkmanı kurtarmaya "gönüllü" hemen birkaç kopil çıkıyor. İşe koyuluyorlar. İşçiler halimize katıla katıla gülüyorlar. Fotoğraf makinesinin hali daha da kötü. Benim dehşet dolu bakışlarımın altında, Francesco, bir avuçiçinden çok daha küçük olan Leica'sını sökmeye başlıyor. Bir, üç, beş derken Leica sayısız parçaya bölünmüştür! Makinesinin ıslanan parçalarını bir tören sessizliğinde kurularken, meraklı gözler onu izlemektedir. Bana bir ömür gibi gelen 15 dakikalık bir seremoninin ardından Leica'sını masanın orta yerinde bırakarak, atölyede dolaşmaya başlar! Çocukların arkada bıraktığı makinesini kurcalaması, onu rahatsız etmemektedir bile...

Kural 2: Bundan sonra birinin fotoğrafını çekmek istiyorsan, ona fotoğraf makinenden korkmaması için fırsat tanı. Gerekmese bile makineyi onların gözünün önünde sök ve yeniden birleştir. Bu, 18. yüzyılda kızılderililerin fotoğrafını çekmek isteyen batılı seyyahların kullandığı yöntemiymiş. Bu şekilde yerliler, o kutunun içinde kötü ruhlar olmadığına kendi kendine ikna olurlarmış!

Aslında hiç var olmayan "taksimizi" beklerken, atölyede yarenliği geliştiriyoruz. İçerisi çocuk işçi dolu ve Benetton için sarı renk montlar dikiliyor... Daha çok büyüklerle takılıyoruz. Bizim "aklımıza getirmediğimiz" soruyu büyüklerden biri soruyor:

- Aga... Buraya kadar geldin. Çayımızı içtin. Bir kare de fotoğrafımızı çekersin herhalde!
- Ok! Ama siz de bizimkini çekeceksiniz!
- Kabul! Sen o arkadaşına söyle, memleketine döndüğünde fotoğrafları bize de göndermeyi unutmasın ama!

Karşılıklı fotoğraflar çekildikten sonra, çocukların yoğun ısrarı yüzünden "anı niyetine" toplu fotoğraflar da çekilir! Artık istediğimizi elde etmiş durumdayız! Bu atölyenin Benetton'a Türkiye'de çalışan 300 kadar fason şirketten biri olduğunu belgeleyen resmi belgelere de sahibiz. Burada Francesco Zizola'nın çektiği kareler, iki yıl sonra İtalya'daki mahkemede en önemli delillerimizden biri olacaktı...

(...)

Milano'da dört yıl süren mahkemeyi sonuçta kazandık... Mahkeme, Benetton'un Türkiye'deki üretim sürecinde çocuk işçilerin çalıştırılmış olmasını "bir vaka" olarak kabul etti. Bu, Benetton'un dünyadaki "duyarlı şirket" imajına vurulan ilk darbeydi. Sonraki darbeler, Arjantin'de Patagonya köylülerinin elinden arsalarının zorla alınması ve Şili'de kimyasal atıklarla nehirlerin kirletilmesi skandallarıyla gelecekti...

Mahkeme bize de ceza verdi. Biz, bu sarı montların etiketlerinde "Made In Italy" yazdığını ispatlayamadığımız ve bu nedenle de İtalyan tekstil sanayiinin itibarına leke sürdüğümüz gerekçesiyle, 5.000 avro "para cezasına" çarptırılmıştık!

Francesco Zizola ile sonraki yıllar birkaç kere daha çalıştık. Kendisine World Press Photo ödülü kazandıracak olan Brezilya'daki madenlere nasıl girdiğini, bana çok sonraları anlatacaktı...

Onu da bir başka sefere anlatırım artık...







(*) Not 1: Burada bir parantez açmam gerekiyor: Tekstil sektöründe çocukların çalıştırılması, sadece ucuz işgücü ihtiyacına değil, bir de "fizyolojik" nedene dayanır. Pantolon iliği, fermuar dikişi, iç kesimlerdeki reşme dikişi gibi zor işlerde, ufak elli çocuk ve kadınlar, erkeklere göre çok daha rahat ve hızlı çalışır.

Not 2: Francesco Zizola, bugün dünyada en çok sayıda World Press Photo kazanan (yedi adet) fotoğrafçıdır.
First prize, Portraits Singles 2005
Second prize, Daily Life Stories 2002
First prize, General News 1998
Second prize, General News Stories 1998
World Press Photo of the Year 1997
First prize, People Stories 1997
First prize, People in the News Stories 1995

Not 3: Bu yazıyı, bugün World Press Photo'yu bizlere anımsatan A. Murat Eren ve sevgili eşi Duygu Özpolat Eren için yazdım. İyi fotoğrafçıların tele-objektifleri ile soteye yatanlar değil, insanların içine girenler olduğunu anlatmak için kaleme alınmıştır...

Cumartesi, Ekim 29, 2005

Google, medeniyetin sonu mu?


Çoğu meslektaşımın aksine, interneti Google marifetiyle didiklemek yerine kamusal ve özel kütüphaneleri tavaf eden biriyim. Kütüphaneler son derece ilginç yerlerdir, hiçbir arama motoruna sığmayacak bilgileri içlerinde taşırlar.

Hangi arama motoru bize 17. yüzyılda, İstanbul'da yaşayan bir berberin günlük yaşamını verebilir ki? Biraz daha bu dünyaya dair bir örnekle gidelim: Önce internet, ardından da Google marifetiyle bugünlere gelen "dijital bilgi çağı devrimi"; bırakın 17. yüzyılı, bize Aziz Nesin ve Yaşar Kemal hakkında bile ansiklopedik birkaç bilgi kırıntısından fazlasını veremiyor bugün! Vermesini beklemek de anlamsızdır, çünkü 5.000 yıllık insanlık tarihinin yazılı kısmının sadece son 15 yıllık kısmını, onu da eksik ve karmaşık bir şekilde endekslemiştir! Kaba bir deyişle, insanlık tarihinin sadece 3000'de birini içerir!

Niye mi bunu anlattım? Kütüphanelerin Google'dan üstün olduklarını söylemek için değil elbette. Böyle bir şeyi söylemek, elmalar ile armutları karıştırmak olur sadece... Ama kütüphanelerin gün geçtikçe ziyaretçilerinin azaldığını, ilkokul kopillerinin bile ev ödevlerini Google ile yaptıklarını görmeye başladım da ondan!

Neyse konuyu fazla uzatmadan, konuyu Umberto Eco'nun bir yazısında yazdığı örnekle bitirmek istiyorum. Sıkı bir Ortaçağ uzmanı olan Eco, insanlık tarihinin en karanlık dönemlerinden biri olan bu çağın hazırlayıcılarından biri olarak, 7-8. yüzyıllarda ceylan derisinden yapılan parşömenleri yediği için hızla beslenerek bir popülasyon patlaması yaşayan bir çeşit kitap kurdunu (Yanılmıyorsam Stegobium paniceum -AI) gösterir. Gerçekten de çok sayıda el yazmasının bir daha geri dönmemek üzere kaybolduğu 7. ve 8. yüzyıllar, Ortaçağ'ın kurumsallaşmaya başladığı, savaşlar ve kavimler göçü dolayısıyla pek çok klasik eserin yok edildiği bir dönemdir.

Eco bizi şaşırtan soruyu tam da burada sorar: "20. yüzyılın kurtçuklarının bilgisayar virüsleri olduğunu kabul edersek, her geçen gün daha fazla miktarda sayısal ortama taşınan bilgi dağarcığımızın aslında büyük bir risk altında olduğunu söyleyemez miyiz?"

Eco'nun sorusu şaşırtıcı olduğu kadar, düşündürücüdür de... Şimdiye kadar gördüklerimizden çok daha güçlü ve yok edici özelliklere sahip bir bilgisayar virüsü, insanlığı "modern bir Ortaçağ"a götürebilir mi?

Benim buna verecek bir cevabım yok. İyisi mi, virüsler medeniyetimizi yok etmeden önce, kütüphanelerin keyfini olabildiğince çıkarmak! Bu haftasonu yolu bir kütüphaneye düşecek olanlara, en sevdiğim beş kütüphaneyi anlatayım dedim...

1- İstanbul Kitaplığı: Çelik Gülersoy'un İstanbul'a dair 20.000 kitap ve elyazmasını bir araya toparladığı bu kütüphane, tarih meraklılarına rahatsız edilmeden çalışma imkânı sunuyor. Biraz samimiyet kurduktan sonra vakfın teras katındaki kafeteryasından çay bile getirtebiliyorsunuz içeri!

2- Ezine Halk Kütüphanesi: Çarşı'nın hemen yanında, bir apartmanın bilmem kaçıncı katındaki bu sessiz mekân, gözden ırak olduğu için pek kimsecikleri ağırlamaz. Bozcaada'ya biri sabahın köründe, biri akşama doğru sadece iki vapurun çalıştığı günlerde, uzun yaz günlerini burada geçirirdim...

3- Beyazıt Kütüphanesi: Yenilendikten sonra bende bir şeylerin eksildiğini hissetmeme neden olan Beyazıt Kütüphanesi, içinde ne ararsanız bulabileceğiniz bir kaynaktır. Çalışanları da bir devlet dairesinde alıştığınızın aksine, her daim güleryüzlüdür. Mermer havuzlu arka bahçesi, yaz aylarının vazgeçilmezidir benim için.

4- Sermet Çifter Kütüphanesi: "Keşke her kütüphane böyle olsa" dedirten bir yerdir burası... Yapı Kredi Bankası'nın kültür sanat yatırımları geleneğinin en güzel meyvesi olan bu mekâna gitmeden önce, merak ettiğiniz konuya dair "online arama" yapıp, kitabın hangi rafta durduğunu bile öğrenebiliyorsunuz. İstiklal Caddesi üzerinde, Kazım Taşkent'in üstünde.

5- Topkapı Sarayı Kütüphanesi: Bu beş kütüphane içinde asıl aşık olduğum, bazı kitapları elleyebilmek için bile bazen günlerce dil döktüğüm, 18.500 civarında el yazmasını içinde barındıran muhteşem mekân. Oraya her gittiğimde Tanrı'ya, Latince'den beni üç yıl boyunca ikmale bıraktırdığı için şükrederim. Kızgınlığım ise Osmanlıca'nın elenikasını bildiği halde, bana "anadili"ni öğretmeyen annemedir. Evet, benim annem Fars kökenlidir, oğlu ise Farsça'yı "çat pat" konuşabildiği halde okumasını henüz sökememiş bir "eşek kafalı"dır...

Benim kütüphanelerim işte bunlar... Ya sizinkiler?

Cuma, Ekim 28, 2005

Kendini Commonist sanmak!


Son günlerde acayip eğleniyorum. Arkadaşın biri işi gücü bırakmış, Copyleft'e ve Creative Commons'a dair dehşetengiz bir yazı dizisi yazıyor. Kısa bir süre önce "Korsan kitaplara karşı çıkan Marksistler de varmış!" gibi bir başyapıta imza da atan bu arkadaşı ciddiye alacak falan değilim elbet...

Türkiye'de Creative Commons ve GPL dair yapılan hiçbir toplantıda kendisini göremediğimiz bu arkadaş, son olarak "Commonist" lafına ve kızıl renk CC logolarına takmış. "Kendilerini komünist sananlar" diye uzunca da bir yazı yazdı... :)

Off offf! Geçtiğimiz günlerde Ortadoğu gazetesi tarafından "İstanbul'u Yunan'a vermek isteyen, dış mihrakların AB uzantılı maşası" ilan edilmiştim, şimdi de komünist olduk! Yazıdan anladığım kadarıyla, tam komünist de değilmişiz, kendimizi öyle sanıyormuşuz! Üstüne üstlük sadece ben değil, geçen CC toplantısına katılan tüm ekip zan altında! İbne gibin, puşt gibin bişii'yiz yani... (*)

Öncelikle birisinin bu arkadaşa her gördüğü CC'nin Sovyetler Birliği'nin CCCP'si olmadığını anlatması lazım. O logo eski Aeroflot'un sembolüydü ve Bill Gates abimizin Creative Commons için "Bırakın bu komünist ayaklarını" mealinde bir takım laflar etmesi üzerine, mizahi bir unsur olarak yapıldı, hızla benimsendi. Komünizm ile bir latifeden öte bir ilişkisi yoktur.

"Commonist" olmaya gelince. Bu da hoş bir kelime oyunundan başka bir şey değil. İnsanoğlu ironiden nasibini almamışsa, elbet böyle yanlış anlamalar olabiliyor. Öncelikle "Commonist" olmakla vurguladığımız "masum şey", materyalist diyalektik ve marksist ekonomi politika falan değil. Creative Commons tamlamasının ikinci kelimesi "Common"ın ta kendisi. Bu kadar basit! Komplo teorileri kurmaya, sayfalar dolusu "komik" tahliller attırmaya gerek yok.

Üstüne üstlük, bu arkadaş, bugüne dek yapılan GPL ve Creative Commons toplantılarına zahmet edip gelmiş olsaydı, bu iki lisansı birbirinden kesin çizgilerle ayırdığımızı, CC'nin "share-alike"lı sürümlerinin dışındaki türevlerinin "copyleft uyumlu" olmadığını sık sık vurguladığımızı bilirdi.

Bu arada buraya kişisel bir not daha yazayım. Creative Commons'ı "copyleft uyumu" için değil, GFDL'e kıyasla çok daha kullanışlı ve esnek olmasından ötürü seviyoruz. GFDL'in eksiklerini kapatan, ihtiyaçlarınıza göre kolaylıkla eğip bükebileceğiniz ve bana göre çok daha anlaşılır bir lisanslama modelidir CC...

(...)

Burada küçük bir itirafta bulunmam gerekiyor. Geçtiğimiz hafta Fazlamesai'den Boran Puhaloğlu, benden GPL-CC haber grubu için alternatif isim önerileri istediğinde, ilk önerim "Marxist-Lennonist Commonist Party" olmuştu!

Bir kere biz hepimiz John Lennon'u çok seviyoruz. Marksistliğe gelince, en sıkısından Groucho Marx taraftarıyız! İşin Commonist kısmını da yukarda anlattık zaten...

Kısacası fena yakalandık. İbne gibin, puşt gibin bişiiyiz anlayacağınız...




* Not 1: Kemal Sunal "Kibar Feyzo" filminde ağası rolündeki Şener Şen'e "faşist" kelimesinin tarifini böyle yapar: "Ağam, böle ibne gibin puşt gibin bişiii..."

Not 2: "Para sizi mutlu etmez, çünkü mutluluk da zengindir" der Groucho Marx. Kendisiyle henüz tanışmayanlar, Rodeo Yayıncılık'ın çıkardığı Dylan Dog'lardan birini satın almalı...

Çarşamba, Ekim 26, 2005

Yeni hayat


Yeni bir yaşam saat 11'de uyanabilmek demekmiş. Dün bunu öğrendim. Evde kediyle oynayabilecek enerjiyi kendinde bulabilmek, uzun süredir ertelediğin şeylerin birdenbire aklına gelmesi demekmiş. Sokakta acelesi olmadan yürüyebilmek, aylardır ilk defa gökyüzündeki bulutların şekline bakıp bakıp şekiller çıkartmaya çalışmak demekmiş....

Pazartesi günü son kez dergiye gittim. Eşyalarımı toparladım, dostlara müjdeyi verdim: "Ben ayrıldım!"

Herkes şaka yaptığımı düşündü. Ciddiydim... "Neden" diye sorduklarında, iki cevabım vardı. Birincisi, Focus'un iç işleyişine ilişkin ve burada size açmayacağım sıkıntılara dairdi. Dergi içinde yaşanan sorunlar, sonuçta nesnel olmayan, öznel sıkıntılardır. Sizin durduğunuz yerden pek çok şey size artık "mide bulandırıcı" geliyor olabilir. Tabii, bu tamamen sizin "durduğunuz yer" ile ilişkili bir kavram. Yanılıyor da olabilirsiniz elbet...

İkinci cevabım ise ayakları çok daha az yere basmasına rağmen, kime söylediysem karşımdaki meslektaşımı derin bir suskunluğa gömülmesine neden olan bir cümleydi: "Bu şekilde yaşlanmaktan korkuyorum!"

Evet, insanlar bu şekilde yaşlanmamalı... Camdan baktığınızda, bir tuğla ve çimento ormanı ile yüzyüze geldiğiniz, çoğu yönetici için sadece bir muhasebe kaydı olduğunuz, haber yapmak için şehre inmek zorunda kaldığınızda en az iki saat öncesinden "araç istek formu" yazmak zorunda olduğunuz bir yerdir İkitelli.

Peki, o halde insanlar neden İkitelli'de çalışırlar? Başka şansları yoktur da ondan! Yenibosna-İkitelli hattındaki altı-yedi binada (Merkez, Hürriyet, Milliyet, Star ve diğerleri) Türk medyasının yaklaşık yüzde 70'i toplanmıştır! Her yıl okullardan "on binlerce" genç, "diplomalı gazeteci" sıfatıyla mezun oluyor. Bu rakam, üç aşağı beş yukarı, İstanbul'da her yıl "berberlik ve kuaförlük" meslek okullarından çıkan berber kalfalarının sayısına eşittir!

Her mahallede en az bir berber kalfasının olduğunu, hepimiz biliriz... Peki, evinde işsiz oturan ya da "ne iş olursa yaparım" diyen gazeteciden haberimiz var mıdır?

(...)

Türkiye'de dergi okuma kültürünün yerleşmemiş olması, çok ilginç bir sosyolojik araştırma konusu olabilir. Bu ülkede dergi okunmamasını çok farklı nedenlere; örneğin Türkiye'de gerçek bir "burjuvazi"nin oluşmamasına, mevcut eğitim sisteminin insanların içindeki "merak" duygusunu öldürmesine, medyanın halktan kopuk olmasına hatta basının dergiciliği "yanlış konumlandırması"na kadar uzanan sayısız nedene bağlayabiliriz.

Ben size Türkiye'de dergiciliğin gelişmemesinin pek konuşulmayan nedenlerinden birini söyleyeyim mi? İşsiz kalma korkusu! Evet, gariptir ama böyle... Dergilerin yayın yönetmenleri, yazı işleri müdürleri ve hatta muhabirler "cesur işler" yapmaktan, riske girmekten ve bunun için gerekirse üst yönetimle kavga etmekten korkarlar! Ödleri patlar! Ama kişisel becerileri ama eş-dost ilişkisi ile oturdukları koltukları riske etmekten korkarlar. Üst yönetimle papaz olup başarıya yürümektense, yurtdışında 15 kişilik -ve çok sağlam- bir kadroyla çıkartılan derginin Türkiye edisyonunu, içerde çalışan zavallı üç kişinin sırtına yüklemek daha kolaydır çünkü!

İsmi lazım değil, Hürriyet'in çok ünlü bir köşeyazarı, bir dost muhabbeti sırasında "Ali bak sen bilim dergisindensin bilirsin" demişti, "...burası doğal seleksiyon yasasının en geçerli olduğu yerdir. İyiler ve yetenekliler küstürülüp kaçırılır, kala kala yeteneksizler kalır. Haa, bir de bu mesleğe gerçekten aşık olduğu için buradan ayrılamayan, yetenekli ama beceriksizler sınıfı vardır..."

Birçoklarının gözünde bir delilik ettiğimin farkındayım. Hürriyet Medya Towers binasının yedinci katının hırçın, sık sık birileriyle kavga eden ve herkes işten çıktıktan sonra akşam 11-12'lere kadar çalışan, deli yazı işleri müdürü istifasını verdi! Hem de kendisine alabilmesinin yollarının açıldığı yasal tazminatını da içerde bırakarak...

Peki, ne yapacak şimdi? Hemen söyleyeyim. Cihangir'de bahçeli güzel bir ofiste oturuyor şimdi. Eğer başarabilirse, İtalya'nın çok önemli bir gazetesinin Türkiye temsilcisi olarak yakın bir gelecekte yeni görevine başlayacak.

"Bina"da kalanlara selam olsun!




Not 1: Focus'u mesleki yaşamımın en güzel anılarından biri olarak anacağım. Özellikle de Umida Salih ve Feyzi Öktem ile çalıştığım dönemini... Umarım, Focus'un gelecekte 20'inci, 40'uncu yaşına bastığı günleri de görürüz.

Not 2: Telefonum sitede bir yerlerde yazıyor. Yolu Cihangir'den geçen arkadaşlar bir çayımı içmeye gelebilir artık :)...

Not 3: Yukardaki resim, 2002 yılında Fransız Le Figaro dergisi tarafından "Yüzyılın Gazetecisi" seçilen arkadaşa ait.

Pazar, Ekim 23, 2005

Arbeit Macht Frei!


Artık Focus dergisi için çalışmıyorum. Nedenini, nasılını bir gün yine buradan anlatırım size...

Görünen o ki, kendime yeni bir iş bulmam gerekiyor. Belki tekrar İtalyan basını için çalışmaya başlarım, belki de kafamdaki kitabı yazarken sağa sola telifli işler yaparım. Kafamdaki diğer işlerden biriyse, Linux ile ilgili...

Focus'a bundan sonraki yayın hayatında başarılar dilerim.

Herkese geçmiş olsun.

Perşembe, Ekim 20, 2005

Palm'in bittiği an


Ajanstan önünüze düşen bazı haberler, bazı fotoğraflar vardır. Canınızı acıtır. Bugün önüme düşen bu kare de öyle bir fotoğraf...

"Boy sırasıyla" söylemek gerekirse; Bill Gates, Palm CEO'su Ed Colligan ve Verizon Wireless CEO'su Denny Strigl kameralara bakıp "En kötü günümüz böyle olsun!" pozu vermişler. Ellerinde Microsoft Windows Mobile yüklü Palm Treo'lar...

Allah rahmet eylesin.

Çarşamba, Ekim 19, 2005

Açık yazılım bahane, eğlence şahane!


Bir yerlerde toplanmaktan siz sıkıldınız mı bilmem ama ne yalan söyleyeyim, ben çok eğleniyorum. Geçen toplantının son derece verimli geçmesi, bizleri epey bir cesaretlendirdiğinden, dünya ile aynı anda(*) bir OpenOffice 2.0 partisi yapmaya karar verdik!

Şaka bir yana, OpenOffice'in hem 5. yılını hem de 2.0 sürümünü kutlamak "bahane"miz olacak. Asıl amacımız, açık yazılım bilincini ve dayanışmasını yaygınlaştırmak.

Peki, neler olacak bu partide? Arda Çetin sayesinde GPL-CC toplantısına kıyasla çok daha iyi hazırlandığımızı söyleyebilirim. Katılımcı sayısına göre büyüyecek bir pasta yaptırılacak bir kere... Hani bir mucize olur da, Kafka Cafe'yi tıka basa dolduracak kadar katılımcıyı toplarsak, pasta içine dansöz koymak gibi "güzellikleri" bile düşünebiliriz :).

Gelen her katılımcıya bir adet fırından yeni çıkmış OpenOffice 2.0 CD'si de verilecek elbet... Bu toplantının "müflis sponsoru" Focus Dergisi adına da bir sürprizimiz olacak.

Katılımın ücretsiz olduğu partide, herkes kendi yediği içtiğinden sorumlu olacak. Son bir ricamız daha var: Partiye katılmak isteyenler OpenOffice blog sitesine adlarını bırakırsa, partinin organizasyonu büyük ölçüde kolaylaşacak.



(*) Not: OpenOffice'in yeni sürümü sadece 22'si değil, gelecek hafta boyunca tüm dünyada kutlanacak. Cumartesi günü Boston ve Milano'da, pazar günü Moskova'da birer parti var.

Salı, Ekim 18, 2005

Sevgi kelebeği MHP!


Bugünkü Ortadoğu gazetesinde -Hemen söyleyeyim, MHP'nin yayın organıdır kendileri- bendeniz Ali Işıngör, "İstanbul'u Yunan'a geri vermek isteyen, dış mihrakların AB uzantılı maşası" olarak yer aldım!

Vallahi şaka değil! Sabah henüz uyku mahmurluğunu atamamış bir halde işe gelmiş, ekranla birbirimize boş boş gözlerle bakma faslına dahi geçmemişken, genel yayın yönetmenimiz Özgür Atanur'un şuh kahkahasıyla kendime geldim:

"Oğlum Ali, Ortadoğu gazetesi çeyrek sayfa senden bahsediyor bugün! Seni hedef göstermişler, memleketi parçalıyormuşsun!"

Ne yalan söyleyeyim, yazıyı okudum ve ne demeye çalıştıklarını anlamadım! Yazının başı benim hazırladığım "Kayıp kentin sokak haritası" kitapçığının sanki bir "reklam metniymiş" gibi giderken, sonu Ali Işıngör'ün İstanbul'u Yunanistan'a ya da ne bileyim Vatikan'a hediye etmeyi hedeflemesi ile bitiyordu!

Şimdi bunu niye ciddiye aldığımı sorabilirsiniz. Aslında almıyorum da... Ama şu soru sabahtan beri kafama takılmıyor değil: "Madem İstanbul'un biz Türkler'den önceki geçmişi sizi bu kadar rahatsız ediyor, o halde neden fethini her yıl törenlerle kutluyorsunuz? Her yıl Topkapı surlarına çıkıp, elde kılıçlarla neden bu kenti yeniden fethediyorsunuz? Gizli bir mazohizmden dolayı ya da aslında hâlâ bilinçaltında sizin olmadığını düşünmenizden ötürü mü?"

Halbuki o kitapçıkta şunu anlattığımı düşünüyordum. İstanbul bir imparatorluklar şehridir ve bugün üzerinde "son imparatorları" yani bizler oturuyoruz... Roma'dan gelen, Bizans ile devam eden, Osmanlı ile doruğa çıkan bu kentin tarihini anımsamak, olsa olsa kenti ve şimdiki sahiplerini onurlandırır! Üzerinde oturduğunuz toprak parçası, sadece Osmanlı'nın değil, 2.000 yıl boyunca tüm dünyanın merkeziydi! Arkadaşlar şimdi söyleyeceğim şaka değil. Bugün Yerebatan Sarnıcı'nın yanındaki o taş sütun yani Milion Taşı, oraya dünyanın merkezini göstermesi için konmuştu!

Aslında bir şey daha aklıma geliyor ama... Söylemeye dilim varmıyor.

"Yoksa, o hiç sevmediğiniz Roma'nın ve Bizans'ın "gerçek mirasçıları" olduğunuzu hatırlattığı için mi İstanbul'u sevmiyorsunuz?"

(...)

Bu arada Pardus kapağı yüzünden bir Microsoft sertifikalı sistem mühendisinden hayatımdaki en garip okur mektuplarından birini aldım. İsmi bende saklı bu güzide sistem mühendisimiz, Pardus'un bir Knoppix klonu olduğunu (?), dolayısıyla Linux'un "suyunun suyunun suyu" olduğunu ciddi ciddi savunuyordu!

İşin garibi, bunları yazan arkadaşın aynı zamanda bir Microsoft eğitimcisi olmasıydı! Sabrım günlük "istiab haddini" fazlasıyla aşmış olduğundan, oturup sert bir cevap yazdım. Arkadaşlar, MCSE olmak bu kadar "naylon"laştı mı?

Pazartesi, Ekim 17, 2005

Vespa satın alanlar, günah işler!


Dinler mitolojisi ilginç bir konudur, kurcalamaya kalktığınızda sizi ya içine alıp 72 bin âlemin sırrına ya da heretikliğe (tanrı tanımaz) iter. Dinler mitolojisi son derece keyifli olmasının dışında, demin yukarda bahsettiğim tehlikeleri de içerir. Özellikle de üç büyük dinin etimolojik, kültürel, tarihsel kökenlerini kurcalamaya kalktığınızda...

Üç büyük dinin birbirine en çok yaklaştığı bölümler, üç büyük peygamberden önce gönderilen "küçük peygamberler", tufan ve yaradılış efsanelerinin anlatıldığı bölümlerdir. Üç aşağı beş yukarı, Hz. Adem ile Havva'nın cennetten kovulması öyküsü, üç dinde de aynıdır. Bir yılan şekline giren şeytan, Hz. Adem'i kandırabilmek için Havva'nın "kadınsal" merakını kullanır. Bu dini öyküde tek değişen, Hıristiyan mitolojisindeki "yasak elma"nın İslam inancında buğdaya dönüşmüş olmasıdır.

Biraz tehlikeli sularda yüzüp, etimolojiye ne dersiniz? Öyleyse sıkı durun! Havva kelimesiinin etimolojik kökeni, antik İbranice'deki "İva" kelimesine dayanır ki, kelime anlamıyla "kötülük" demektir! Günümüz Arapçası'nda Havva kelimesinin eşanlamlılarından biriyse "yalancı"dır. "Elma yemek" kalıbı ise neredeyse tüm batı dillerinde tek bir anlama gelir: "Günah işlemek, seks yapmak".

1968'de İtalya'yı kelimenin tam anlamıyla sarsan yeni bir Vespa modelinin reklamı tam da bu cümleye dayanıyordu... Motosikletiyle son sürat giden yakışıklının arkasındaki kız, düşmemek için çocuğa sıkı sıkı sarılmaktadır. Tabi bu yüzden rüzgârla açılan eteğine de hâkim olamadığı için ortaya bir çift güzel bacak çıkmıştır. İlanın yanında şu sözler yazılıdır: "Chi compra la Vespa, mangia la mela!"

"Vespa satın alanlar, elmayı yer!"

Vespa firmasının motosikletini satın alanları "elmayı yemek" yani günah işlemekle suçladığı modeli, Vespa'nın Granturismo'sunun ta kendisidir! 1946'dan beri yuvarlak hatlarıyla kendisine milyonları aşık eden Vespa'nın bu modeli, bu satırların yazarının yıllardır rüyalarına girmektedir! Tamam, yüksek gümrük vergilerinden ötürü Türkiye'deki satış fiyatı 8 milyara yakın bir paradır ama "günah işleme"nin cazibesi, her türlü mantığın ötesindedir!

Biliyorum, Vespa'nın yarı fiyatına Bir Honda Scooter, onun da yarı fiyatına Kanuni marka "iki tekerli düldül" satın alınabilir ama bana söyler misiniz Allah aşkına, bir Vespa'nın yerini ne tutabilir?



Eşim de benim gibi bir Vespa tutkunu. Ama bu bile, benim "günah işlemeye" ne kadar meyilli olduğumu ondan saklamama yetmiyor. Birkaç ay önce aramızda şöyle bir muhabbet geçti aramızda:

O: Şimdi sen arkana kızları da alırsın bununla...
Ben: Kesinlikle!
O: Demek öyle Ali Bey?
Ben: Aşkım, bak bunun sloganı, "Vespa satın alanlar, günah işler" bir kere... Hem bu yaptığım kötü bir şey değil, hem adı üstünde, "
peygamber sünneti"!

Cumartesi, Ekim 15, 2005

Mozilla Firefox 1.5'da neler olacak?


Mozilla Firefox 1.5'un ilk aday sürümü (release candidate) ayın 28 'inde nihayet karşımızda olacak. Bir aksilik olmazsa, 9 Kasım gibi 1.5'uncu sürümü de göreceğiz.

14 Ekim itibariyle 1.0'dan bu yana 3.601 iyileştirme ve düzeltme gören bu sürümde pek çok yenilik var. Bu arada Mozilla geliştiricileri büyük bir "bahar temizliğine" girerek Bugzilla'ya girilen ama doğrulanamayan ya da son bir yıl içinde kimsenin şikayet etmediği 9.722 bug'ı "expired" şeklinde işaretlediler. Bu bugların büyük bir kısmının, 1.5'ın çok daha temiz olan kodları yazılırken temizlendiği düşünülüyor.

Mozilla Firefox'da 1.5'daki yeniliklerin listesi şöyle:
  • Yeni bir "Seçenekler" arayüzümüz var. Bu yeni pencere, tablara dayanan daha kolay bir arayüze sahip. Cookie (Çerez) yönetimi de büyük ölçüde kolaylaşmış. Her çereze ya da her siteye ayrı bir kural oluşturabiliyorsunuz artık!
  • Scalable Vector Graphics (SVG) desteği.
  • Clear Private data. Tarayıcı geçmişi, çerezler, cache, otomatik form girdileri, kayıtlı şifreleri tek bir komutla silip izlerini yok etmek isteyen paranoyaklar için birebir!
  • Bfcache. Aynı oturum içinde İleri ve Geri (Back & Forward) tuşlarına tıkladığında sitenin cacheden gösterilmesi. Bugüne dek sadece Opera'da olan bu özellik, gereksiz yükleme sürelerini sıfıra indiriyor.
  • Incremental update. 1.5'dan itibaren Firefox'u update etmek için yeni sürümün tamamını indirmenize gerek kalmayacak. 400-500 K'lık paketlerle sürüm yükseltilebilecek.
  • FTP sitelerine anonim olarak bağlanabilme.
  • XForms desteği.
  • Yeni eklenti (extension) sistemi. Artık eklentileri tek tek ya da hepsini birden update edebiliyorsunuz.
  • Sekmelerin (tab) yerini değiştirme ve düzenleyebilme özelliği.
  • Update notification window.
  • Mac OS X sistemler ile artan uyumluluk. Dock üzerindeki Firefox logosuna artan sayıda dosya tipini taşıyabiliyorsunuz. Safari Profile Migrator.
  • Firefox ile düzgün çalışmayan siteleri raporlama aracı.
  • Pop-up blocker, artık plug-in'leri kullanarak açılan pencereleri de engelliyor. Flash tabanlı pop-up'lara elveda!
  • Atom RSS desteği.
  • 404 hatası gibi uyarılar için yeni uyarı sayfaları.
  • Download Manager, artık indirilen dosyaların yüzdesini doğru bir şekilde hesaplıyor.
  • Java Script Console'a yeni ikonlar eklendi, bazı ikonlar elden geçirildi.
  • Yardım (Help) dosyaları baştan yazıldı.
  • Yazma Özellikleri (Print Setup) büyük ölçüde düzeltildi.
  • Web sayfalarında 1.0.x sürümlerine kıyasla %14 daha hızlı rendering, %12 daha az bellek (memory) kullanımı

Mozilla Firefox'un Türkçe eklentiler sayfası ise şurada.

Perşembe, Ekim 13, 2005

En iyi daktiloya sahip fotoğrafçı: Cem Boyner


"Foto muaabiri ara güyleriyyyn offiysi!"

Ara Güler'in telefonu böyle açılır... Ara Abi, kulakları çınlasın, elinizde o çok megapiksellik ve kocaman objektifli sayısal fotoğraf makinelerinden birini görürse şöyle diyecektir size "Evlağdım! O ne ööle, tıraş makinessi gibi!"

Çok da haksız sayılmaz. Onun için tek bir makine vardır, bir ceketin cebine rahatlıkla sığabilecek büyüklükteki Leica'sı... Hatta size bir sır vereyim mi? Ara Abi, CCD, RAW format, megapiksel, JPEG nedir bilmez! Adı üstünde, Ara Güler'dir o! Ona makinenizin özelliklerini anlatmaya kalkışırsanız, en fazla size muzip bir gülümsemeyle "En iyi makine en iyi fotoğrafı çekseydi, en iyi daktiloya sahip olan da en iyi romanı yazardı" der!

Bunu niye anlattım...

Son günlerde, ansızın fotoğraf sanatını keşfeden necip Türk basınının -ki ben de bu yapının içindeyim-, Cem Boyner'in Darphane binasındaki sergisi "Uzaktaki Yakın-Yakındaki Uzak"a sayfalarını çarşaf çarşaf açtığını görüyorum.

Söz konusu fotoğraf sergisi, iki ana temaya ayrılmış. Birincisi, Cem beyimizin stüdyo ortamında, vücut çalıştıkları her hallerinden belli olan Beymen modellerinin "Nü" fotoğraflarından oluşuyor. Bu fotoğraf sergisi için bastırılan katalogların kalınlığına, İstanbul'un otobüs duraklarına konan sergi afişlerini düşündüğünüzde, içine düştüğünüz dehşet duygusu daha da büyüyor... Herhangi bir üniversitenin fotoğrafçılık bölümünde, birinci sınıf öğrencilerinin çekmesi gereken ama fakültenin bir model tutmaya parası olmadığından mahrum kaldıkları kareler, son 10 yılın en çok ses getiren "fotoğraf sergisi"nin temasını oluşturuyor!

İşin daha da kötüsü, karşımızdaki ne ışığı kullanmayı ne de sanatçı yaratıcılığından nasibini almış birisidir. Karelerine hâkim olan genel donukluğu, zekâ pırıltısı eksikliğini görmemek imkânsız gibidir.

Bir an karşınızda Picasso'nun tablosuna bakıp bakıp, "Ne olmuş yani? Bunu ben de yaparım!" diyen Kenan Evren'in özgüveni ile bir bestseller roman yazacağını söyleyen Banu Alkan'ın cesaretinin bir karışımını görür gibi oluyorsunuz!



Serginin ikinci kısmı olan "Uzaktaki Yakın" kısmındaysa Cem Boyner'in Afrika'ya yaptığı turistik gezisinde "Hanım, dur şunu da çekeyim de sergiye koyalım" diyerek çektiği "fotoşipşak"lar, yüreğinizi biraz daha sıkıştırıyor.

Yukardaki kareyi ele alalım. Cem Bey'in "doğru kadraj" diye bir kaygısının olmadığı, karşımızdaki yapının sol yanının kadrajdan biçimsiz bir şekilde uçmuş olmasından anlaşılıyor. Fotoğrafın sağ yanındaki garip mavilikten, beyimizin polarize filtre kullanmayı henüz öğrenemediğini de anlıyoruz. Fena halde Banu Alkan bir pozisyonla karşı karşıyayız sayın seyirciler, Cem Bey objektifine polarize filtreyi takmış ama onu ışığa göre sağa ve sola çevirmesi gerektiğini bilmemektedir! Ama buna da dua edelim, objektifin kapağını çıkarmayı unutmuş ve bunu filmlerin banyosu sırasında, Türkiye'de de öğrenmiş olabilirdi! Neyse ki bu safhayı aşmışız...

Aşamadığımız şeyler de var elbet... "Kompozisyon" gibi örneğin. Arkadaş Afrika'da Mali'ye kadar gitmiş, Timbuktu'daki bu muhteşem yapının karşısında "yakalaya yakalaya" fotoğrafın sağ tarafında bir grup insanın durduğu, sakil bir kompozisyonu yakalamıştır! Ah be Cem! Fotoğrafçılık zor bir iştir, insanlara "çiiiiz" dedirtip fotoğraf çektirmeye (sergisinde bu karelerden mebzul miktarda mevcut) benzemez! Sabreceksin ve insanlar istediğin yere gelinceye kadar bekleyeceksin...

Kıssadan hisse, kesinlikle gidilmesi, görülmesi ve "ibret alınması" gereken bir sergi açmış Cem Boyner... Kendisini "esefle kınıyor" ve bundan sonraki sanatsal yaşamında mümkünse fotoğraf çekmemesini diliyoruz.

İstediği kadar "iç" çekebilir.

Çarşamba, Ekim 12, 2005

Nobel'i kim alacak?


Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanan kişinin açıklanması, tarihinde ilk defa bir hafta gecikmiş durumda. Ciddiyetiyle tanınan İngiliz gazetesi The Observer'ın bu gecikmenin nedenini akademinin Orhan Pamuk konusunda ikiye bölünmesine bağlamasıyla, Türkiye'de bütün gözler, yarın saat 13:00'de yapılacak açıklamaya döndü.

Benim kimin kazanacağına dair bir tahmin, bir de temennim var elbet. Ama bunu sizinle paylaşmadan önce, bu yıl ödül için kimlerin adı geçiyor, bunu bir hatırlayalım.

  • Ali Ahmad Said: Adonis ismiyle de tanınan Suriyeli şair, son derece lirik şiirler yazan bir Arap ozanı. Lübnan'da iç savaşın patladığı 1980 yılında Paris'e kaçan şair, Suriye'deki Baas yönetimine ve Esad rejimine muhalif kimliği ile öne çıkıyor.
  • Ko Un: 1931 doğumlu Güney Koreli şair Ko Un'un hayatı, manastır ve hapishanelerde geçti. İnandığı değerlerden ötürü bugün ülkesinde inanılmaz saygı gören Koreli şair, 1982'de hapishaneden son kez çıktığından bu yana 100 kadar şiir kitabı yazdı.
  • Milan Kundera: Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği, Şaka, Gülünesi Aşklar gibi ülkemizde de çok satan kitapların yazarı olan Çek yazar Milan Kundera, bu yıl içinde çıkardığı "The Drop Curtain" ile beş yıl aradan sonra tekrar okurlarıyla buluştu.
  • Amos Oz: Mevcut İsrail rejimine karşı olan ve bir Filistin devletinin kurulmasını savunan İsrailli yazar Amos Oz'un, 1998 yılında ülkesinin en büyük edebiyat ödülü olan "İsrael Prize"ı kazanması herkes için büyük bir şok olmuştu. Amos Oz, bu yılki Nobel Edebiyat Ödülü'nün güçlü adaylarından.
  • Orhan Pamuk: Farklı ve mistik ögeler taşıyan üslubuyla, Avrupa'da eleştirmenlerin dikkatini üzerine çeken Orhan Pamuk'un adaylar arasında üzerinde en çok tartışılan isim olduğu bir gerçek. Son beş yıllık satış grafiklerine bakıldığında, kitapları Avrupa'da tüm diğer adaylardan çok daha fazla satan Pamuk'un önünde üç büyük handikap var. Ermeni sorunu hakkındaki sözlerinin ödülü tartışmaya açacak olması, diğer adayların ilerleyen yaşları dolayısıyla ödülü almak için azalan fırsatları ve hepsinden önemlisi, bir diğer Türk yazarı Yaşar Kemal henüz hayattayken ödülü ona vermeyi açıklamanın zorluğu...
  • İsmail Kadare: Fransa'nın desteğini arkasına alan Arnavut yazar İsmail Kadare, Ölü Ordunun Generali'ni yazdığı 1961 yılından beri sırada bekliyor. Bu yılın Man Booker Ödülü'nü Kadare kazandı.
  • Ryszard Kapuscinski: Polonyalı gazeteci Kapuscinski, araştırmacı gazeteciliğin dünyadaki en büyük abidelerinden biri. Akademi'nin Nobel Edebiyat Ödülü'nü bir gazeteciye vermesi zor gibi gözükse de, Polonyalı yazarın adı olası adaylar arasında.
  • Joyce Carol Oates: Amerikalı oyun yazarı, şair, fantastik roman yazarı ve öykücü Oates, bu yılki ödülün güçlü adaylarından biri.

Şimdi gelelim "fakir" kulunuzun bu yılki tahmin ve temennilerine...

Tahminim, bu yılki ödülü Adonis'in kazanacağı yönünde. Temennim ise, tamamen kişisel beğenilerim doğrultusunda olacak: Ryszard Kapuscinski...

Peki, sizin "tahmin" ve "temenni"leriniz kimler?



Not: Soracak olanlara şimdiden söyleyeyim: Orhan Pamuk'un tartışmalara sebep olan sözlerinin yukardaki "temenni" ile hiçbir ilgisi yoktur!

Salı, Ekim 11, 2005

An Gelir...


an gelir
paldır küldür yıkılır bulutlar
gökyüzünde anlaşılmaz bir heybet
o eski heyecan ölür
an gelir biter muhabbet
çalgılar susar heves kalmaz
şatârâbân ölür

şarabın gazabından kork
çünkü fena kırmızıdır
kan tutar / tutan ölür
sokaklar kuşatılmış
karakollar taranır
yağmurda bir militan ölür

an gelir
ömrünün hırsızıdır
her ölen pişman ölür
hep yanlış anlaşılmıştır
hayalleri yasaklanmış
an gelir şimşek yalar
masmavi dehşetiyle siyaset meydanını
direkler çatırdar yalnızlıktan
sehpada pir sultan ölür

son umut kırılmıştır
kaf dağı'nın ardındaki
ne selam artık ne sabah
kimseler bilmez nerdeler
namlı masal sevdalıları
evvel zaman içinde
kalbur saman ölür
kubbelerde uğuldar bâkî
çeşmelerden akar sinan
an gelir
-lâ ilâhe illallah-
kanunî süleyman ölür

görünmez bir mezarlıktır zaman
şairler dolaşır saf saf
tenhalarında şiir söyleyerek
kim duysa / korkudan ölür
-tahrip gücü yüksek-
saatlı bir bombadır patlar
an gelir
Attila ölür...

Pazartesi, Ekim 10, 2005

Mecmua değil, tam bir mec-muamma!


Bir dergi bu kadar mı güzel olur? Bu kadar mı kaliteyi sektirmeden yayınına devam edebilir? Bazen onu terk ettiğim, onu unuttuğum da oldu. Bayiden satın almayı aksatsam da, bir mecmuadan çok "mec-muamma" idi benim için... İşin yoksa "Geniş Açı" al, bütün haftasonun o 96 sayfa, o "muamma" içinde kaybolsun!

Bu sayısında ne varmış bakalım? "Efsanesinden kaçan fotoğrafçı Robert Frank"! Haftasonu yazı yazmam lazım benim, siz şaka mı yapıyorsunuz? Hadi siz iptal oldunuz, elalemin yazı işleri müdürlerinden ne istersiz, bre densizler!

Bu arada posta kutuma bir haber düştü. Bir dergici olarak son derece kıskandığım yayınlardan biri olan Geniş Açı'yı satın almamak için alın size bir neden daha! Hasetten çatlıyoruz efendiler! Çat-lı-yor-uz!

Haber şöyle:

"Fotoğraf alanındaki en saygın ödüllerden olan Lucie Ödülleri'nde "Yılın Fotoğraf Dergisi" kategorisinde Geniş Açı da yarışacak.

Geniş Açı Fotoğraf Sanatı Dergisi, dünya çapındaki en prestijli fotoğraf ödüllerinden biri olan Lucie Ödülleri'nde (Lucie Awards) "Yılın Fotoğraf Dergisi" kategorisinde aday gösterildi. Önceki yıllarda American Photo ve PDN dergilerinin ödüllendirildiği bu kategoride Geniş Açı'nın yanı sıra Amerika, İngiltere ve Fransa'dan beş dergi daha yer alıyor. Ödül töreni, 17 Ekim Pazartesi günü New York'ta gerçekleştirilecek.

Fotoğraf dünyasının Oscarları olarak adlandırılan Lucie Ödülleri, dünyanın en iyi fotoğrafçılarının eserlerini onurlandırmayı, genç yetenekleri keşfetmeyi ve fotoğraf sanatının daha fazla takdir edilmesini sağlayan genç bir organizasyon. Reklam Fotoğrafı, Belgesel Fotoğraf, Moda Fotoğrafı, Fotojurnalizm, Portre Fotoğrafı ve Spor Fotoğrafı gibi çeşitli dallarda üretim yapan fotoğrafçıların uluslararası bir jüri tarafından yılın fotoğrafçısı olarak belirlendiği Lucie Ödülleri, aynı zamanda fotoğraf dergileri, art direktörler, fotoğraf editörleri, fotoğraf kitabı yayımcıları gibi fotoğrafın daha geniş kitlelerle buluşmasını sağlayan yaratıcı dünyanın üyeleri arasından da yılın en iyilerini belirliyor.

Bu yıl William Klein, Larry Clark, Hiro, Peter Lindbergh gibi fotoğrafçıların "Üstün Başarı Ödülü" alacağı Lucie Ödülleri'nde önceki yıllarda Henri Cartier-Bresson, Mary Ellen Mark, Herb Ritts, Annie Leibovitz, Gordon Parks, Helmut Newton, James Nachtwey, Sebastiao Salgado gibi fotoğraf dünyasının önemli isimleri de ödüllendirilmişti."
(...)

Geniş Açı'ya daha nice Lucie ödülleri diliyoruz... Türkiye'de bir fotoğraf dergisini "inatla" sekiz yıl boyunca çıkartmanın bedeli hangi ödülle ödenebilir ki?

İyi ki varsın Geniş Açı!

Pazar, Ekim 09, 2005

Son yılların en güzel toplantısı


Uzun zamandır bu kadar çok sayıda "güzel insan"la bir araya gelmemiştim. Bir hafta kadar öne bana birileri Cafe Kafka'nın üst katında 28 kişiyi toplayacağımızı ve üç saat boyunca Creative Commons, GPL, FDL gibi konuları tartışacağımızı söyleseydi herhalde inanmazdım! Ama gerçek oldu ve "havanda su dövme"nin dışında, hemen herkesin yeni bir şeyler öğrendiği ve elle tutulur önerilerin yapıldığı bir toplantı oldu bu...

Neler öğrenildi peki? Öncelikle toplantıya katılan hemen herkesin Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'nun (FSEK) açık yazılıma dair neler getirdiği konusunda bir fikri oldu...

Öncelikle ilgili yasanın 16. maddesinin ikinci paragrafı son derece ilginç:

"Eser sahibi kayıtsız ve şartsız olarak izin vermiş olsa bile şeref veya itibarını zedeleyen veya eserin mahiyet ve hususiyetlerini bozan her türlü değiştirilmeleri menedebilir. Menetme yetkisinden bu hususta sözleşme yapılmış olsa bile vazgeçmek hükümsüzdür."

Bu madde, GPL gibi "hak devri"ne yani yapılan bir işin başkaları tarafından geliştirilmesine ve aynı koşullar altında üçüncü kişiler tarafından dağıtılmasına izin veren lisanslarda sorun yaratacağa benziyor. Şöyle bir şey düşünelim: Bir açık yazılım yazdınız ve bu yazılımdaki bir hata, dışardan birisi tarafından yamanmış olsun. Bu haliyle kanun, "kötü niyetli" kişilerin, binlerce insan tarafından oluşturulan Mozilla gibi yazılımları ya da koskoca bir işletim sistemini bloke etmesinin önünü açabilir!

Son olarak 2001 yılında üzerinde bazı değişiklikler yapılan kanunun "sakat" doğduğunu ve Borçlar Hukuku'nun temellerinden biri olan "sözleşme serbestisi" ilkesi ile çeliştiğini söylemek, pek yanlış olmaz. Kanun içinde başka ilginç maddeler de yok değil. Örneğin 38. madde:

"Bilgisayar programını yasal yollardan edinen kişinin programı yüklemesi, çalıştırması ve hataları düzeltmesi sözleşme ile önlenemez."

Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu! Yasanın bu maddesi kaynak kodlarına erişim hakkı verirken, Microsoft Windows gibi kapalı işletim sistemlerine "ters mühendislik" yoluyla müdahalenin önünü açıyor! Aynı yasa içinde, 16. madde ile çelişen ve son derece "ilerici" bir bir başka madde!

Sonuç olarak, bir hukukçu değilim ama FSEK içinde "komşu haklar"ın belirlendiği bölüme açık kaynak kodlu sistemler için bir "istisna"nın konması gerektiğini düşünüyorum.

Toplantıda konuşulan bir diğer konuysa, Creative Commons'ın bir yapı olarak (belki bir yasal şemsiyenin altında) Türkiye'ye getirilmesiydi... Henüz ortada fol yok yumurta yok ama bu iş için "taş taşımaya" gönüllüler, üç aşağı beş yukarı belli oldu gibi: Ben, Boran Puhaloğlu, Berkin Bozdoğan ve belki de A. Murat Eren...

Benzer bir şekilde, GPL iletişim listesi bugünlerde kuruluyor. Bunun da duyurusunu buradan yaparız artık...

Muhtemelen üç hafta sonra buna benzer ama daha geniş katılımlı bir ikinci toplantıyı, Bilgi Üniversitesi'nde düzenlemeyi düşünüyoruz. Yetkin bazı anayasa profesörlerini ve avukatları davet edeceğimiz bu ikinci toplantı, birincisini kaçıranlara "ilaç gibi" gelecek...

Henüz konuşmak için erken ama kişisel olarak benim niyetim, muhtemelen nisan ayında Bilgi Üniversitesi'nde yapılacak olan "Özgür Yazılım ve Açık Kaynak Günleri"ne kadar işin Creative Commons tarafında duracak bir yapıyı ayağa kaldırmak... Lawrence Lessig'in de katılacağı bir parti ile kutlasak diyorum hani CC Türkiye'nin kuruluşunu, fena mı olur?

Bu arada kimler vardı toplantıda? Yukarda saydığım arkadaşların dışında, benim hatırladığım, Selçuk Erdem (Penguen), Hakan Uygun (serbest yazılımcı), Görkem Çetin (Pardus geliştiricisi), S. Çağlar Onur (Pardus geliştiricisi), Erkan Tekman (Pardus Proje Yöneticisi), Eray Özkural (Pardus geliştiricisi), Barış Metin (Pardus geliştiricisi), Gürer Özen (Pardus geliştiricisi), Bülent Murtezaoğlu (danışman), Fırat Işıldak (avukat), Osman Köroğlu (serbest gazeteci), Arda Çetin (geliştirici) ve Uğur Devril (öğrenci-blogger) vardı. İsimlerini unuttuğum ya da tanışmaya fırsat bulamadığım arkadaşlardan şimdiden özür diliyorum...

(...)

Eminim başka arkadaşların da aklına gelmiştir ama yine de söyleyeyim. Selçuk Erdem'den Pardus için bir tema istesek, bizi dövmeye kalkışır mı acaba? Dünyanın en güzel tavuk, inek ve penguenlerini çizen adam karşımızdaki... Ayrıca benim kedim de aynı fikirde!

Cuma, Ekim 07, 2005

Pardus RootFS ve Kafka toplantısına son çağrı...


Bu ayki dergi kapağımızı süsleyen Pardus'un ÇOMAR ve PİSİ'yi de içeren ilk kök dosya sistemi Root FS, 0.1 sürüm numarasıyla dün yayınlandı. Bilgisayarımın d:\ dizinine bu akşam kurmaya çalışacağım. Daha önce hiç Root FS kurmamıştım, bakalım bunun altından kalkabilecek miyiz?

Bu arada yarın saat 13:00'de Kafka'da yapılacak toplantıya herkesi bekliyoruz. Güzel ve ilginç katılımlara sahne bir buluşma olacağa benziyor :)...

Neyse, gerisini yarın Kafka'da konuşuruz!

Perşembe, Ekim 06, 2005

Dünyanın en tehlikeli eğlencesidir
Türk olmak...


Dünyanın, en tehlikeli eğlencesi Türk olmaktır. Burada hayatın bizzat kendisi bile hayata şaşar. Altmış milyonluk bir bungee-jumping’dir hayat. Bir beton zemine doğru milyonlarca insan süratle düşeriz. Tam çarpacağımız zaman, kim olduğunu kimsenin bilmediği bir güç, ucunda sallandığımız lastik halatı çekiverir ve biz yukarlara sıçrarız.

Padişahımızın ırzına geçer, başbakanımızı asar, genelkurmay başkanımızı hapseder, gençlerimizi idam sehpalarına gönderir sonra da en güzel aşk şiirlerini yazarız.

Hep aptallığımızdan yakınır sonra da dünyanın en akıllısı IMF’yi tam 17 kere dolandırırız. Paralarını bize nasıl kaptırdıklarını anlamazlar bile... Aptallıktan sıkıldığımızda zekâmızla övünür ve bin senedir her yaz mevsiminde damlarda yatar ve oradan düşerek ölürüz. Yağmur yağdığında ülkenin en büyük kentinin işlek bir caddesinde boğulan yeryüzündeki tek insan Türk'tür. Yeryüzünde kendine kanat yapıp uçan ilk insan da Tür'ktür ama...

Devleti kutsal ilan eder sonra da devleti soyarız. “Köylü efendimizdir” der köylüleri döveriz.

(...)

Yabancılardan sürekli kuşkulanıp ne kadar yabancı örgüt varsa hepsine girmeye çalışanlar Türklerdir. Girmeye çalıştıkları örgütlerin kurallarının aslında Türkiye'yi bölmek için hazırlandığına da sadece Türkler inanır. Yıllarca, Avrupa Birliği'ne girmemizi sağlayacak yasalardan hiçbirini çıkartamayıp, bir gecede başkalarının 10 yılda geçirebileceğinden daha fazla yasa geçiririz.

Ömründe hiç trapez yapmamış yetmiş milyon insanın trapez yapmasıdır hayat burada.

Bütün dünya, şaşkınlıkla bakarak düşmemizi beklerken biz düşmeyiz.

Biz Türk'üz.

Ya oynar ya ağlarız.

Dünyanın en tehlikeli eğlencesidir Türk olmak.

Ve, biz korkuyla eğleniriz...

Ahmet Altan

(...)

Evvelsi gün, İtalyan gazeteci arkadaşım Alberto Negri ve ben, bu güzel satırların yazarı Ahmet Altan'ın misafiriydik... Sorulan sorulara son derece zekice cevaplar veren bir adamla karşı karşıya olunca, yarım saatlik röportaj bir anda 3,5 saate çıktı. Sözümona Avrupa Birliği'ni konuşmak için gittik ama konu ister istemez, etimolojiye, Avrupa Edebiyatı'na, Bizans'a, bazı dillerde bazı kelimelerinin karşılığının neden olmadığına kadar bir sürü yere uzandı...

Son dönemde en keyif duyduğum röportajlardan biriydi bu. Bu arada, röportaj bittikten sonra son yılların en büyük hıyarlığını nasıl yaptığımı da, "kanıtları" ile önümüzdeki günlerde sizlere anlatacağım. 14. kattan aşağı atlamamı Ahmet Altan önledi, hatırladıkça hâlâ utanıyorum...

Çok güleceksiniz :)... Kedi öyküsünden sonra karizma zaten dibe vurmuş, bir de siz vurun!

Çarşamba, Ekim 05, 2005

Ben mi salağım?


Ben mi salağım? Bunu nasıl çözemiyorum? Kafayı sıyırmak üzereyim, bu boş kare nereden geliyor? Sanırım bir göz yanılgısı var bu işin içinde ya da ben körleştim... Çözebilen "er kişi" lütfen açıklamasını yorum kısmına yazsın!

Pazar, Ekim 02, 2005

GPL hastaları ve "Commonist"ler aranıyor!


Pardus, Creative Commons lisanslanmış bloglar, açık kaynak kodlu yazılımlar falan derken, konu ister istemez uzun süredir ertelediğimiz, pek de üzerine konuşup "suyu bulandırmak" istemediğimiz bir noktaya dayandı...

Soru çok ciddi: Başta GNU GPL, GNU LGPL, GNU FDL ve CC olmak üzere, özgür dünyanın kullandığı lisans sözleşmeleri "hukuki açıdan" Türkiye'de ne kadar geçerli? Bu sözleşmeleri "Türkçe'ye çevirmek" tüm sorunları çözüyor mu? Bu çevirilerin İngilizce bilen gençler tarafından değil de, hukukçular tarafından Türk hukuk mevzuatlarına göre yapılması gerekmez mi?

Hazır Pardus da yaklaşırken, bu sorunları tartışmamız, başımıza bir takım yol kazaları gelmeden önce bir şeyler yapmamız gerekiyor...

Çağrımız açık yazılımcılara, bloggerlara, yazarlara, tasarımcılara ve sayısal ortama fikirlerini taşıyan herkese...

Bu konuyla ilgilenen herkesi, 8 Ekim 2005 Cumartesi günü saat 13:00'de, Galatasaray Lisesi'nin hemen yanındaki Kafka Cafe'de bir araya gelmeye çağırıyoruz.

İletişim için:
Ali Işıngör (0532 683 32 92)



Not: Katılmayı düşünen arkadaşların "yorum" kısmına isimlerini bırakmalarını rica ederiz.

Cumartesi, Ekim 01, 2005

"Ben bir Türk zabitiyim"


Dünya denizcilik ve savaş tarihinde, ilk uçak gemisini batıranın bir “Türk” olduğunu biliyor muydunuz? Peki ya bu işi, bir “sahra topu” ile yaptığını söylesek? Bu inanılmaz işi, Topçu Mülazım Mustafa Ertuğrul’un bataryası başarmıştı...


Sarı, sapsarı... Soğuktan ölmeden önce insan sapsarı bir rüya görürmüş... “Sarı Ölüm” der Halil Paşa... “Sarıkamış Fatihi” olmak için yeğeni Enver Paşa ile yarışan Halil Paşa, anılarında, soğuktan donarak ölen 30 bin askerin, o gece aynı rüyayı gördüğünü anlatır...

Birinci Dünya Savaşı boyunca Türk askeri, tanrının soğuk cehennemi “zemheri”, sıtma, tifüs, sarı humma ve pellegra ile sık sık karşı karşıya geliyordu. Sadece Sarıkamış’ta değil, Galiçya’da, Yemen’de, Çanakkale’de… Türk askeri düşmandan çok iklime, hastalıklara ve yokluklara karşı bir savaş vermekteydi. Yokluklar, Türk askerinin kendisinden kat be kat üstün “yedi düvel”e karşı savaşında, bambaşka bir silah ile, “hayal gücü” ile savaşmasını sağladı.

Nasıl sağlamasın ki? Tifüs, sıtma ve humma askerleri kemirirken ve koskoca imparatorluk içinde ordunun elinde sadece birkaç bozuk Alman yardımı uçak varken, düşman karşına bir “uçak gemisi” ile çıksın!

1915’te üzerinde bir dizi uçağın durduğu bir uçak gemisini ilk gördüklerinde, Türk askerinin hissettiği, Kızılderililerin tüfek ile tanıştıklarında yaşadıklarına benzer bir duygu olsa gerek... Peki ama bununla nasıl savaşılır? Üstünde ölüm kusan uçakları, taretleri ve yanındaki iki kruvazörüyle, 120 metrelik bir çelik yığını nasıl yenilir?

Şimdi okuyacağınız öykü, dört sahra topu ile dünyada bir uçak gemisini batıran ilk askerin, Topçu Mülazım (Teğmen) Mustafa Ertuğrul’un öyküsüdür...

27 Aralık 1916. Saat: 13.00
“Türk askeri cenge hazırlanıyordu. Biraz sonra kopacak kıyametin heyecanı ile benim de yüreğim çarparken; gözüm batarya dürbününün adesesinde, düşmanı seyrediyordum. Meis, güzel bir pazar gününün neşeli havası içinde tatilin zevkini sürüyordu... Bizim taraftaki harekât ve gürültü gittikçe sükûn buldu. Herkesin kulağı, bir ağızdan çıkacak keskin bir kumandayı bekliyor. Ateeeş... Nihayet saat 13.25’te aylardan beri karşısındaki yabancı çığlıklara dişini sıkıp susan dört ağız birden alev kusmaya başladı...”

Dünya savaş tarihinde bir ilk olan, 7.7 inçlik dağ bataryasının bir uçak gemisini 36 dakikada sulara gömen komutu verişini böyle anlatıyor Topçu Mülazım Mustafa Ertuğrul. Batırdığı uçak gemisi ise, 120 metre boyunda, saatte 24,5 mil hız yapan ve altı uçak taşıyan İngiliz bandıralı Ben My Chree’dir!

Birinci Dünya Savaşı’nı anlatan tarih kitaplarında, Ben My Chree, tek cümle ile yer alır: “Batırılan ilk uçak gemisi


Bu resim Türkiye'de ilk defa burada yayınlanıyor.
Ben My Chree, Meis Limanı'nda isabet almış, yanıyor!


Mustafa Ertuğrul ve komutasındaki topçu bataryası, o gün Meis Limanı'na demirli uçak gemisi Ben My Chree’nin dışında, 200’e yakın yelkenli gemi ve sandalı batırır.

İngilizlerin hayaline bile gelmeyecek bir iş yapar Mustafa Ertuğrul. Meis Adası limanının tam karşısındaki buruna dört sahra topundan oluşan bataryasını, tam iki ay boyunca dağları aşırarak, gülleleri sırtlarında taşıyarak getirirler! Burunda, Ben My Chree’nin limana girmesini sessizce bekleyen 30 kadar Türk askeri, dünya savaş tarihine bir savaş gemisini batıran ilk birlik olarak geçerler. Hem de 7,7 inçlik, dört cılız “sahra topu”yla!

İngiliz ve Fransız donanması raporları, Türk kıyılarındaki “çılgın bir Türk bataryası”ndan bahsetmektedir artık...

13 Aralık 1917. Ağva Koyu
Müttefik deniz kuvvetleri, Akdeniz’deki en önemli silahlarından birinden olduğu için öfkelidir. Türk kıyıları sürekli denetim altında tutulur; motorlar, kayıklar batırılır, yerleşim birimleri zaman zaman bombardıman edilir. Sabrı taşan Topçu Mülazım Mustafa Ertuğrul, yaptığı yeni bir planı 135. Alay komutanı Alman yarbayına kabul ettirmeye çalışır;

“Müsaade ederseniz, bataryamla, bir gece ansızın Antalya’yı terk ederek meçhul bir istikamete gidiyormuş gibi yapıp, Ağva Koyu’na gideyim. Limana hâkim buruna bataryamı yerleştireyim. Emrime verilecek bir yelkenli ile bu gemiyi limana sokup avlamaya çalışayım.”

Plan basittir. Bölgenin zorlu coğrafyası ve yol yokluğundan ötürü, Türklerin askerlere kumanyalarını yelkenli teknelerle dağıtmak zorunda olduğunu Fransızlar bilmektedirler. Fransız savaş gemileri, bu yelkenlileri sık sık yakalamakta ve kumanyaya el koyup Türk askerlerinin aç kalmalarına neden olmaktadır.

Fransızlara kovalamaktan zevk duyacakları bir yelkenli gönderir Mustafa Ertuğrul. Faaliyet raporuna yeni bir “başarı” olarak geçecek bu basit avı, Fransız kruvazörü Paris II, Ağva Koyu’nun içine dek izler. Girmesiyle de, bir hafta önce koya egemen bir noktaya yerleşmiş olan Mustafa Ertuğrul’un bataryası “ateş” komutuyla saldırıya geçer!

Paris II, sadece 18 dakikada denize gömülür. Düşman donanması içinde artık efsaneleşmeye başlayan Mustafa Ertuğrul bataryası, 145 atımdan 110’unu gemiye isabet ettirecek kadar ustadır.

Kamikaze botu ile batırılan Alexandra!
Paris II’yi kaybeden Fransızlar, Türk kıyılarında intikam fırtınası estirirler. Kıyıdaki yerleşim birimleri durmadan bombardıman edilir.

Uçak gemisi Ben My Chree’nin ardından koskoca Paris II kruvazörünün de bir “dağ bataryası” ile batırılması, Müttefiklerin artık açıktan seyretmeye başlamasına neden olmuştur. Gemilerin topçu menzilinin dışından dolaşması Mustafa Ertuğrul’u durduracak değil ya! Dağ bataryası ile uçak gemisi batırılırsa, küçük bir balıkçı teknesiyle bir savaş gemisi haydi haydi batırılır!

Topçu Mülazım Mustafa Ertuğrul, Paris II’yi batırdığı bombardıman sırasında elinden kaçırdığı Alexandra adlı savaş gemisi için dahiyane bir tuzak kurar:

“Herhangi bir yelkenlinin kaburgasını kaplayan iç tahtaları sökülerek, mümkün mertebe fazla miktarda dinamit kaburga aralarına döşenecek, tam merkezine de bir top fünyesi yerleştirilecek. Fünye halkası bir telle portakal sandıklarından birisinin altına bağlanıp, kaburgalar tekrar çakılarak düzen hazırlanacaktı. Birbirine bağlı sandıklar mutlaka bir vinç yardımıyla kaldırılacaktı ki, fünye dinamiti ateşleyip geminin batırılmasını sağlayacaktık.”

Bir “kamikaze botu” haline getirilen yelkenli, kıyıdan açılır. Açık denizde Fransız savaş gemisini gören “önceden tembihli” askerler, suya atlayıp kıyıya doğru yüzmeye başlarlar. Fransızlar portakal sandıkları ile dolu bir tekneyi ele geçirdikleri için mutludurlar, ama ya bu da o “Çılgın Türk”ün bir tuzağıysa?

Sandalın üzerine önce bir Fransız bahriye eri çıkartılır. Görünürde bir tuzak yoktur. Ama ya Türkler portakalları zehirlemişse? Sandalın uzağında duran savaş gemisi Alexandra’nın güvertesindeki gemi doktoruna birkaç portakal götürülür. Portakallar zehirsizdir! Derin bir oh çekilir... Sandal savaş gemisine yanaştırılır ve birbirine bağlı portakal sandıklarını gemi güvertesine çıkartmak için vinç çalıştırılır. Buuumm!..

Kurulan tuzağa düşen Alexandra, gövdesinde açılan birkaç metrelik delik yüzünden göz açıp kapayıncaya kadar denizin dibini boylar. Savaş tarihine, belki de “Akdeniz’de Türklerle Müttefikler arasındaki deniz savaşları” adıyla geçmesi gereken, ama aslında sadece 23 yaşındaki bir Türk subayının akıl almaz başarısının özeti böyle...

Kamaları sökülmeyen tek batarya
Dünya Savaşı bittiğinde, Mondros Mütarekesi gereğince, işgal edilen Anadolu topraklarında, tüm silah ve cephaneye el konuldu. Topların kamaları söküldü. O tarihlerde Aydın bölgesindeki birlikleri denetlemekle görevlendirilen Ben My Chree’nin eski komutanı Charles R. Samson; “Gösterdiği kahramanlıktan dolayı bu batarya toplarının kamalarını sökmek askeri şerefe aykırıdır” diyerek, Mustafa Ertuğrul’un bataryasına dokunmaz!

Birinci Dünya Savaşı sonrasında kamaları sökülmeyen bu dört sahra topundan oluşan batarya, Kurtuluş Savaşı’na katılan ilk topçu birliğidir...



Not 1: Feyzi Öktem ile Ali Işıngör'ün yazdıkları bu yazı, Focus dergisinin 2004 Ekim sayısında yer almıştı. Bu sayıda Mustafa Ertuğrul'un öyküsü sekiz sayfalık büyük bir dosyada incelenmişti. Burada yer veremediğim ayrıntılar için bu sayıyı bulmanızı öneririm.

Not 2: Topçu Mülazım Mustafa Ertuğrul'un hayat hikâyesini, Mustafa Aydemir dostum sekiz yıl süren bir uğraş sonunda ortaya çıkardı. "Ben Bir Türk Zabitiyim" isimli kitabı, genişletilmiş üçüncü baskısı tükenmeden hemen edinin derim!