Pazartesi, Ekim 31, 2005

"Yağmur herkesi ıslatır"


1998 kışı. Hatta tam bir tarih vermek gerekirse, 30 Ekim 1998... İstanbul'da bugün yağan yağmurun çok daha beteri, o gün üstümüze üstümüze yağıyordu. Üç hafta kadar önce, mesleki yaşamımın en büyük başarısını gerçekleştirmiş, Benetton'un Türkiye'deki tekstil fabrikalarına sızarak, içerde çalışan çocuk işçilerin fotoğraflarını çekmeyi başarmıştık. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Bildirgesi'nin 50. yıldönümü dolayısıyla, 1998 yılı "zero-dodici" (0-12 yaş grubu) koleksiyonunun gelirinin önemli bir kısmını dünya üzerindeki kimsesiz çocuklara bağışlayan Benetton'un, Türkiye'de "sadece kendisine üretim yapan" fabrikalarda çocuk işçi çalıştırıyor olması, gerçekten büyük haberdi.

Bu haberin ne kadar "büyük" olduğunu, 1999 yılında, İtalya'da haberi birlikte yaptığımız Riccardo Orizio ile birlikte "Yılın Araştırmacı Gazetecilik Ödülü"ne aday gösterilmemizle anlayacaktık... O yıl, ünlü fotoğrafçı Oliviero Toscani, Benetton ile yollarını ayıracak ve Benetton Grubu ile aramızda tam dört yıl sürecek sancılı bir dava süreci başlayacaktı...

Corriere Della Sera, tarihinde çok az kere yaptığı bir sayfa düzenine geçerek, çift sayfa kapaktan (Yani birinci ve üçüncü sayfaları bu konuya ayırarak) bombayı patlatmıştı. Patlatmıştı patlatmasına ama, Benetton Grubu'nun "Bu bir yalan haberdir" savunması üzerine üzerimizde şüphe bulutları oluşmuştu! Her önüne gelen, olayı bir de "kendi gözüyle" görmek istiyordu! İyi ama olay patlamış ve aradan üç hafta geçmiş... İçerde çocuk mu kalır?

Sadece rakip gazeteciler değil, artık kendi grubumuz içinde de şüpheyle bakılmaya başlanmıştı bu habere... Çaresiz kaldık ve fabrikanın içinde fotoğraflarını aldığımız çocukların peşine düşmeye başladık. (Bazılarını ilerde Türkiye'nin öbür ucunda, Diyarbakır'da bulacaktık. Apar topar ailelerinin eline üç-beş kuruş verilerek, memleketlerine gönderilmişti bu çocuklar...)

Francesco Zizola ile o günlerde tanıştık. Corriere Della Sera'nın da bağlı olduğu grubun haftalık haber dergisi Panorama, dünyaca ünlü fotoğrafçı Zizola ile anlaşarak, bizden bu fabrikalara tekrar girmemizi istemişti! Bunun anlamı şuydu: Ya bu çocukları bulacak ve haberimizin doğruluğunu kendi grubumuza ispat edecektik ya da hayatımızın geri kalanını "limon satmakla" geçirecektik!

İyi ama kim bu Francesco Zizola? Kendisinin kim olduğunu ve Türkiye'ye neden gönderildiğini sonradan anlayacaktım...

(...)

Yer: İstanbul-İkitelli'de bir tekstil atölyesi

Zaman: 30 Ekim 1998


Francesco Zizola, bir Panorama editörünü, Angelo Pergolini'yi beraberinde getirmişti. Angelo, "uydurma bir haber" yaptığımızdan emin olarak İstanbul'a ayak basmış ve tavırlarıyla son 10 gün boyunca hayatı bana zehir etmişti. 10 gündür boşa kürek çekip, hiçbir çocuğu bulamadığımız gibi, Benetton'a çalışan hiçbir tekstil atölyesine de girememiştik! İstanbul'un tüm tekstil atölyeleri alarma geçmişti ve bizim önceki numaramız olan "Türkiye'de fason üretim olanaklarını araştıran İtalyan işadamı" mizansenini artık kimse yemiyordu.

10. gün, Benetton'un içindeki haber kaynaklarımızdan biri bizi aradı: "Ali Bey, bütün çocuklar işten çıkarıldı ama İkitelli'deki bir atölyede bu çocukların bir kısmı tekrar işe başlamış. İş yetişmediğinden, o atölyede çalıştırıyorlarmış çocukları!" (*)

İyi ama oraya nasıl gireceğiz? Elimizde fotoğraf makinesiyle girdik diyelim... Aynı çocuklar oradaysa beni tanıyabilirler! Bu, o dakikada oracıkta alnımızın ortasından vurulmamıza dahi yol açabilir!

Hayatımın en zor günüydü. Francesco, "Sen girme işini bana bırak" dedi. İyi ama nasıl? Hiçbir ön hazırlık yapmaksızın İkitelli'deki bu atölyenin önüne gittik. Fabrikanın önüne vardığımızda, Francesco "Şimdi seninle biraz ıslanacağız" dedi.

Açıktaydık ve bugün İstanbul'da yağan sağanaktan çok daha beter bir yağmur, üstümüze üstümüze yağıyordu! Dışarda yağan yağmur bizi iç çamaşırlarımıza kadar ıslatmıştı, atölyeden dışarı bakan meraklı gözler, biri yabancı iki kişiyi merak etmeye başlamışlardı:

- Kardeş, ne bekliyorsunuz orada?

Zizola, küçük oyununa başlamıştı. Yakınlardaki bir arkadaşa misafir olarak geldiğimizi, ancak telefonla çağırdığımız taksinin geciktiğini anlattı.

- Abi, yağmurlu havada taksici çağrılır mı İstanbul'da! Çakal, iyi iş bulmuşsa sizi unutmuştur bile!
- Peki, buradan taksi geçer mi?
- Ne taksisi! Buraya kurt inmediğine şükretsin!

Francesco'ya bunu tercüme etmemle, acınacak halimize hep beraber gülmeye başladık. Atölyenin kapısında bizimle eğlenen işçilerin sayısı artmaya, karşılıklı sigaralar yakılmaya, ince belli bardakta çaylar gelmeye başlamıştı...

- Abi içerde soba yanıyor, şöyle içeri girin de kemikleriniz ısınsın!

Kural 1: Karşı taraftan beklediğin teklif yapıldığında, hemen kabul etme. Bırak biraz ısrar etsinler...

- Hiç rahatsız etmeyelim be!
- Olur mu öyle şey! Hem arkadaş turist, misafirimiz sayılır. Ülkesine gittiğinde beni yağmur altında bıraktılar demesin!
- Abi sizi işinizden etmeyelim!
- Gel ya içeri! Amma nazlandınız siz de!

Benim dahi inanamadığım bir şekilde içeri giriyoruz. Francesco Zizola'ya İtalyanca sessizce "Sen bu yöntemi bir yerlerde daha önce kullandın değil mi?" diye soruyorum. Francesco gülümsüyor: "Brezilya'da, kömür madenlerinde..."
-Peki, nereden biliyordun bizi içeri buyur edeceklerini?
- "Açız" deseydik almazlardı... Çünkü açlığı çok az kişi bilir. Halbuki yağmur herkesi ıslatır!

(...)

Sobanın yanına kuruluyoruz. Sobanın üzerinde demlenen kaçak çaylar demlenirken, Francesco üzerindekileri kurutmak üzere çıkarıyor. Bir palto, bir kazak, ıslanmış bir cüzdan ve içindeki ıslak paralar, bir walkman ve bir de en küçüğünden bir fotoğraf makinesi! Herşey ıslanmış!

- Walkman'dan kim anlar?

Islanmış walkmanı kurtarmaya "gönüllü" hemen birkaç kopil çıkıyor. İşe koyuluyorlar. İşçiler halimize katıla katıla gülüyorlar. Fotoğraf makinesinin hali daha da kötü. Benim dehşet dolu bakışlarımın altında, Francesco, bir avuçiçinden çok daha küçük olan Leica'sını sökmeye başlıyor. Bir, üç, beş derken Leica sayısız parçaya bölünmüştür! Makinesinin ıslanan parçalarını bir tören sessizliğinde kurularken, meraklı gözler onu izlemektedir. Bana bir ömür gibi gelen 15 dakikalık bir seremoninin ardından Leica'sını masanın orta yerinde bırakarak, atölyede dolaşmaya başlar! Çocukların arkada bıraktığı makinesini kurcalaması, onu rahatsız etmemektedir bile...

Kural 2: Bundan sonra birinin fotoğrafını çekmek istiyorsan, ona fotoğraf makinenden korkmaması için fırsat tanı. Gerekmese bile makineyi onların gözünün önünde sök ve yeniden birleştir. Bu, 18. yüzyılda kızılderililerin fotoğrafını çekmek isteyen batılı seyyahların kullandığı yöntemiymiş. Bu şekilde yerliler, o kutunun içinde kötü ruhlar olmadığına kendi kendine ikna olurlarmış!

Aslında hiç var olmayan "taksimizi" beklerken, atölyede yarenliği geliştiriyoruz. İçerisi çocuk işçi dolu ve Benetton için sarı renk montlar dikiliyor... Daha çok büyüklerle takılıyoruz. Bizim "aklımıza getirmediğimiz" soruyu büyüklerden biri soruyor:

- Aga... Buraya kadar geldin. Çayımızı içtin. Bir kare de fotoğrafımızı çekersin herhalde!
- Ok! Ama siz de bizimkini çekeceksiniz!
- Kabul! Sen o arkadaşına söyle, memleketine döndüğünde fotoğrafları bize de göndermeyi unutmasın ama!

Karşılıklı fotoğraflar çekildikten sonra, çocukların yoğun ısrarı yüzünden "anı niyetine" toplu fotoğraflar da çekilir! Artık istediğimizi elde etmiş durumdayız! Bu atölyenin Benetton'a Türkiye'de çalışan 300 kadar fason şirketten biri olduğunu belgeleyen resmi belgelere de sahibiz. Burada Francesco Zizola'nın çektiği kareler, iki yıl sonra İtalya'daki mahkemede en önemli delillerimizden biri olacaktı...

(...)

Milano'da dört yıl süren mahkemeyi sonuçta kazandık... Mahkeme, Benetton'un Türkiye'deki üretim sürecinde çocuk işçilerin çalıştırılmış olmasını "bir vaka" olarak kabul etti. Bu, Benetton'un dünyadaki "duyarlı şirket" imajına vurulan ilk darbeydi. Sonraki darbeler, Arjantin'de Patagonya köylülerinin elinden arsalarının zorla alınması ve Şili'de kimyasal atıklarla nehirlerin kirletilmesi skandallarıyla gelecekti...

Mahkeme bize de ceza verdi. Biz, bu sarı montların etiketlerinde "Made In Italy" yazdığını ispatlayamadığımız ve bu nedenle de İtalyan tekstil sanayiinin itibarına leke sürdüğümüz gerekçesiyle, 5.000 avro "para cezasına" çarptırılmıştık!

Francesco Zizola ile sonraki yıllar birkaç kere daha çalıştık. Kendisine World Press Photo ödülü kazandıracak olan Brezilya'daki madenlere nasıl girdiğini, bana çok sonraları anlatacaktı...

Onu da bir başka sefere anlatırım artık...







(*) Not 1: Burada bir parantez açmam gerekiyor: Tekstil sektöründe çocukların çalıştırılması, sadece ucuz işgücü ihtiyacına değil, bir de "fizyolojik" nedene dayanır. Pantolon iliği, fermuar dikişi, iç kesimlerdeki reşme dikişi gibi zor işlerde, ufak elli çocuk ve kadınlar, erkeklere göre çok daha rahat ve hızlı çalışır.

Not 2: Francesco Zizola, bugün dünyada en çok sayıda World Press Photo kazanan (yedi adet) fotoğrafçıdır.
First prize, Portraits Singles 2005
Second prize, Daily Life Stories 2002
First prize, General News 1998
Second prize, General News Stories 1998
World Press Photo of the Year 1997
First prize, People Stories 1997
First prize, People in the News Stories 1995

Not 3: Bu yazıyı, bugün World Press Photo'yu bizlere anımsatan A. Murat Eren ve sevgili eşi Duygu Özpolat Eren için yazdım. İyi fotoğrafçıların tele-objektifleri ile soteye yatanlar değil, insanların içine girenler olduğunu anlatmak için kaleme alınmıştır...

10 yorum:

Adsız dedi ki...

Çok güzel bir yazı olmuş. Başınızdan geçenler de bir o kadar ilginçmiş. Yazının sonlarına geldiğimde, birazdan yazının biteceğinin bilincinde olarak ufak bir burukluk yaşadım. Gerçek olaylar, hele de böyle güzel bir üslupla yazılmışsa hep ilgimi çekmiştir. Kaleminize (ya da klavyenize) sağlık.

Adsız dedi ki...

:)

Ali Işıngör işte böyle bir insan sanırım. Yavaş yavaş öğreniyorum. Süprizlerle "dolu". Alıştığımı sanıyordum ama şaşırdım yine gerçekten :)

Göndermeniz için çok teşekkür ederim, çok sevin(dim,dik).

Ayrıca diğer bir göndermeniz de beni çok etkiledi:

"İyi fotoğrafçılar tele-objektifleri ile soteye yatanlar değil, insanların içine girenlerdir"

Bana yapılmış bir gönderme olmasa da bunu ben de bir miktar üzerime alınmak istiyorum müsadenizle. Fotoğraf konusunda bir iddiam olmasa da, zaten değişen görüşlerim üstüne sizi bunu söylerken görmemin tuz biber olduğunu ifade etmek isterim :)


Selamlar, sevgiler.

Duygu dedi ki...

Ben bir yandan yazınızı okuyor, bir yandan da Meren'le mesajlaşıyordum. Ona diyordum ki "Her anlattığı öyküsü bir öncekinden ilginç, bak bi neler yazmış yine" :)

Yazının sonunda beni bekleyen dipnotu nereden bileyim :)

Bu kadar güzel bir yazının bizim için yazılmış olmasının ne kadar güzel birşey olduğundan bahsettik sonra. Çok mutlu olduk.

Adsız dedi ki...

Tek kelimeyle "muhteşem" bir yazı.
Kutlarım

M dedi ki...

Belgesel gibiydi, gerçekten çok hoş.3 kere okudum. Uzun zamandır böyle güzel bir yazı okumamıştım.

Eren çifti çok şanslısınız bu arada :))

Adsız dedi ki...

zaten seviyorum hayatı karelere bölmeyi buda üstüne kaymak gibi duran bir hikaye oldu...

teşekkürler Ali Abi...

pinhanarcat dedi ki...

"İyi fotoğrafçıların tele-objektifleri ile soteye yatanlar değil, insanların içine girenler olduğunu anlatmak için kaleme alınmıştır..."
"fotoğrafçılık"ın böyle bir kaygısı olmamalı diye düşünüyorum, böyle bir sınırlandırma içine sokulmamalı.
fotoğrafçının kendi bakışına, dünya görüşüne, duruşuna göre değişmez mi bu?
sizin haber fotoğrafçılığı anlayışınız her fotoğrafçının bakış açısı olmak zorunda değil sanırım.
"haber fotoğrafçısı..." diye düzeltsek? (ya da bu ismi karşılayan başka bir adlandırma olabilir, bilmiyorum varsa... anlaşılmıştır bu tanım sanırım.)

Ali Işıngör dedi ki...

Sayın Pinharcat,

Yazıda kastettiğim elbette "haber fotoğrafçı"lığıydı...:) Hatta sadece haber fotoğrafçıları demek de yetersiz kalabilir. Yazıda kastım, bir "çekim tekniği"nden çok bir "duruş"a ilişkindi.

Teleobjektifin günümüzde kullanım biçimlerinden (paparazzilik, magazin haberciliği ve hatta bazı durumlarda savaş muhabirliğinde!) pek hoşlanmadığımı saklayamam. Ancak, karşımızda Süha Derbent gibi teleobjektiflerle çalışan ve nesli tükenen bir jaguarın tek kare fotoğrafını çekmek için bir hafta boyunca kıpırdamadan bekleyen çok iyi fotoğrafçılar var.

Olaya teknik açıdan baktığımızda, haber objesi sizden 50 metreden uzakta bir noktadaysa ve ona yaklaşamıyorsanız, tele kullanmak bir zorunluluktur zaten. Ben de teleobjektif kullandım, doğru yerde kullanmaktan da asla çekinmem. Ancak yukarda söylediğim gibi, işin gözardı edilmemesi gereken bir de "etik" yanı var.

Kısacası, teleobjektife karşı falan değilim, sadece teleobjektifin günümüzde bir namluya dönüşmüş olmasından rahatsızım.

sickprincess dedi ki...

Ali Bey yaz tatillerinde, büronuzu temizlemek, bakkaldan sigaranızı almak, yerini unuttuğunuz eşyalarınızı bulup getirmek istiyorum. Siz yokken telefonlara bakmak ya da istemediğiniz telefonları "Çok kıymetli Ali bey yoklar efendim!" diye cevaplamak istiyorum. Temizlikçiniz yoksa eğer (kimsenin ekmeğine mani olmak istemem) beni işe alır mısınız? Para istemem. Bilgisayardan da biraz anlarım. Klavyem hızlıdır. Sonra, ne iş olsa yaparım. İnsan istesin yeter değil mi?

Adsız dedi ki...

Sayenizde Ali Işıngör müptelası olup çıktım! Fasa fiso olmayan tek "Fasa Fiso" sizin blogunuz herhalde...
Muhabbetle kalınız efendim.