Salı, Ağustos 16, 2005

Bir "doğaçlama kampanya"nın düşündürdükleri...


Neriman Hanım'ı trombosit bağışı için arayan altı kişi var! Ne diyeceğimi bilmiyorum. En iyisi, Susam Sokağı'nın Büdü'sünün söylediği şarkıyı yüksek sesle bağırmak! :)

bazı günler ben oturup da,
altı için bir şarkı söylerim, altı
altı tuğla
düşünürüm,
bazen de altı çubuk
altı

senin iki gözün bir burnun
var,
bir elinde tam beş parmak var,
dört ayağı var iskemlenin,
altının yerini tutamaz hiiiiç,
altı

altı en güzel sayı
bazen
büdü bir sayı tut derler bana
ben hep o sayıyı tutarım
sevdiğim sayı
altı...


Şarkının orta yerinde Edi, Büdü'ye "Ama Büdü, altı hiç kimsenin sevdiği sayı değildir ki!" der. Olsun... Biz yine de altıyı seviyoruz!



Not: Bu mesajla birlikte, trombosit yazılarına son veriyorum. Hiç kimseden talep etmediğim halde, Türk bloggerlarının "duyarlılığı sayesinde" küçük bir yazı aniden bir kampanyaya dönüştü. Sadece Neriman Hanım'ın eşine değil, küçük Hilal'e de yardım ulaştırmayı başardık. Ancak, Burkinafasafiso üzerinden yürüyecek bir kampanyanın bundan sonrası için yetersiz olacağını, bunun için yeni bir yapılanmaya gitmemizin gerektiğini düşünüyorum.

Blogcu.com'dan arkadaşlar hemen "Kan Aranıyor" adıyla bir blog açtılar. İyi bir girişim olmakla beraber, bunun yeterli olacağını düşünmüyorum. Daha açık söylemek gerekirse, insanların "kan aranıyor" çağrılarını okumak için bir siteyi izleyeceğine inanmıyorum. Eğer öyle olsaydı, çoğumuzun Kanbankası sitesinden haberdar olması gerekirdi! Benim aklıma gelen ilk öneri, blogkardeşliği kutucuklarının arada sırada Kanbankası.gen.tr'de yayınlanan duyuruları da döndürmesi... Bu kutucuklar vasıtasıyla, bugün olduğu gibi 40 kadar blogda değil, 500'ü aşkın sitede döner acil yardım çağrıları. Bunun kararını elbet Blog Kardeşliği yöneticileri verecektir.

Bir "doğaçlama" şeklinde gelişen bu kampanya sırasında, gerek bloga yorum yazan gerekse de kişisel mail atan arkadaşların yazdıkları içinde, iki kişinin söyledikleri kafamı çok yordu. Bunlardan Loony Bin (gerçek adını bilmiyorum), bloggerlığın "vatandaş gazeteciliği" yönünden bahsetti... Bunun, tartışmamız gereken bir kavram olduğunu düşünüyorum.

Son olarak, bu işe omuz veren herkese teşekkür ediyorum. Hepimizin eline sağlık...

3 yorum:

Adsız dedi ki...

peki tartisalim.
buyrunuz, ben basladim.
topa vurmak serbest.

Ali Işıngör dedi ki...

İlginç bir bilgi kırıntısını paylaşmakla başlayayım işe:

Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) örgütü her yıl "dünya basın özgürlüğü raporu"nu yayınlar. Bu raporun en sıra dışı ülkelerinden biri Bangladeş'tir. Bangladeş, dünya üzerinde, tüm gazetelerin okurların gönderdiği haber ve yorumlarla çıkartıldığı tek ülke.

Karısına aşk mektubu yazanından mahalledeki bakkala kafası bozulan adama dek herkesin "içinde kalan" şeyleri gazete kağıdına döktüğü, biraz da "anarşik" bir kaosun hakim olduğu bir ülke düşünün. Burası işte Bangladeş...

Teorik açıdan baktığınızda, basın özgürlüğünün "sonsuz" ama basın kuruluşlarının üzerindeki baskının da uç noktalarda gezindiği, bir garip ülke Bangladeş.

Yani "fena halde" vatandaş gazeteciliği dediğimiz ve blogların da ilk çıkış amacına yakın bir noktada duran bir yapı karşımızdaki.

Peki, bu yapının ülkeye hiçbir faydası olmamış mı? Olmaz olur mu? Bir kere, bu ülkedeki basın kuruluşlarına çalışan onlarca kişinin tutuklanıp, hapse gönderilmesi, o ülkede basının "besleme" olmadığının bir göstergesi. Hükümet, aynı zamanda gazeteye yazı yazan "okurları" içeri alarak, Bangladeş basınını susturamayacağını biliyor en azından...

Bu yapının "örgütsüzlük, profesyonelleşememe, meslek ilkelerini oturtamama, yanlış ve taraflı bilgilendirme" gibi çok ciddi sorunları var elbet. İşi garibi, ortada bir "gazeteci sınıfı"nın olduğu dünyanın geri kalan diğer ülkelerinde de mevcut tüm bu sorunlar!

Bu anlattığım örnek, bana hep şunu düşündürdü: Gazetelerin çıkartılmasına toplumsal katılımın az olmasından dolayı doğan "profesyonel gazetecilik"in yanında ve onu kontrol edecek, bir de Bangladeş'teki gibi "vatandaş gazeteciliği"ne mi ihtiyacımız var?

Benim bulduğum cevap "evet"... Son savaş sırasında Irak'taydım. Irak'a zamanında girmeyen pek çok meslektaşımın "embedded" yani Amerikan askerlerinin yanında girebilmek için nasıl taklalar attıklarını ve savaş süresince gördüklerinin ne kadar az bir kısmını yazabildiklerini şahsen biliyorum. Bu durum, savaşın bitmesinden sonra da devam etti. Bağdat'a Amerikan askerlerinin güvenli bölge dedikleri "green line" hattının arkasındaki hotellerde, lobiden çıkmadan haberler yapılıyor bugün.

Neyseki bloglar var. Iraklı birkaç blog varki, hemen her gün, Amerikan askerlerinin basın sözcülerinin anlattığı "hikaye"lerin öbür (gerçek) versiyonunu aktarıyorlar. Sokaklarında olan çatışmaları, direnişçilerin dünya basınında yer almayan eylemlerini, herşeyi günü gününe aktarıyorlar.

"Vatandaş gazeteciliği" dediniz. Birazdan işe gitmek zorunda olduğumdan kısa kesiyorum. Benim için asıl soru şu: "Vatandaş gazeteciliği mümkün mü, yoksa bir süre sonra, başlangıçta benzer bir amaçla kurulan STK yani sivil toplum kuruluşları işinde olduğu gibi o da kirletilecek mi? Soros gibilerini ilerde bazı muhalif blog sitelerine sponsor görecek miyiz?"

Kendimizi nasıl koruyacağız?


Not: Umarım top karşı sahaya ulaşmıştır.

Adsız dedi ki...

Ellerine sağlık...

Diyor Yalın !

Tüm hastalara acil şifalar...