Çarşamba, Ağustos 17, 2005
"Hayalgücü" ile savaşan ordu
Yeterince tankınız, askeriniz hatta uçaklarınızı kaldıracak
benzininiz yoksa nasıl savaşırsınız? “Hayalgücü” ile mi?
İkinci Dünya Savaşı'nda Japonlar öyle yaptılar!
Iwo Jima alınmalıydı. Hem de ne pahasına olursa olsun! Küçük bir havalimanı, iki balıkçı köyü ve adanın ucundaki tek tepesiyle Iwo Jima, korunaksızdı. Amerikan uçakları adanın üzerinde saatlerce uçmuş ve birkaç yüz kişilik Japon müfrezesinin dışında kimseyi görmemişti. Bu adayı fethetmek, neredeyse keyifli bir yaz yürüyüşüne benzeyecekti.
Amerikalılar haklıydılar. Adada neredeyse kimse yoktu. Japonya’yı bombalayacak ağır bombardıman uçaklarının havalanacağı bu küçük volkanik ada, derin bir sessizliğe gömülmüş gibiydi...
Amerikalılar, 1945 yazına gelindiğinde sessizliğin anlamını artık biliyorlardı. Guadalcanal ve Filipinler’deki savaşlarda inanılmayacak şeyler görmüşlerdi. Ama bu seferki iş kolay olacağa benziyordu, 12 kilometrekarelik bir adada kaç Japon saklanabilirdi ki?
Çıkartmayı yönetecek Amiral Spruance’ın kesin emri vardı: Amerikalı denizciler adaya çıktığında, bir tekinin bile burnu kanamayacaktı! Hava Kuvvetleri tam 10 hafta boyunca, Heybeliada büyüklüğündeki bu adayı elindeki her şeyle bombaladı! Çıkartma günü, Amerikalılar adada çok zayıf bir dirençle karşılaşacaklarına emindiler...
Fukakku taktiği
Adadaki Japon birliklerinin kumandanı Tadamaçi Kuribiyaşi, bu “keyifli yaz yürüyüşü”nü Amerikalılar için tam bir cehenneme çevirdi. Bombardımandan bir ay önce adaya gizlice yerleşen Japon birlikleri ölümüne çalışmış ve bir ayda bu küçücük adanın altında karınca yuvasını andıran tüneller kazmışlardı.
Adanın altında kazılan tünellerde, 25.000 Japon askeri Amerikalıların gelmesini beklemişler; ağır bombardıman sırasında ise, Amerikalıları kandırmak için sadece birkaç hava bataryası cevap vermişti. Bu cılız direniş susturulduğunda, Amerikalılar artık emindi. Adada birkaç yüz Japon askeri ya var ya yoktu!
Iwo Jima sahilleri bir çıkarma gemisi ve tank mezarlığına dönmüştü.
Metrekare başına düşen bomba miktarı ürkütücü bir rakamdı: 13 ton!
19 Şubat 1945 günü Amerikalılar Iwo Jima sahiline ayak bastığında, 27 bin Japon askeri bir anda üzerlerine çullandı. Binlerce Amerikan askeri sadece ilk üç dakika içinde öldü. Donanmanın top salvosu, Hava Kuvvetleri’nin avcı uçakları bile denizcileri kurtaramamıştı. 25 kilometre uzunluğundaki tüneller zincirine bağlı 1.500 yeraltı koruganından bir anda çıkan Japonlar, yarım saatlik “Bansai” saldırısından sonra, tanklarıyla birlikte tekrar ortadan kaybolmuşlardı! Amerikalılar, Iwo Jima’da ilk kez “hayalet bir ordu” ile savaşıyorlardı!
Amerikan Hava Kuvvetleri Iwo Jima’yı bombaladıkça Japonlar tünellere çekildiler.
Resimde görülen minyatür Japon tankı, tünellere kolayca girebilmesi için tasarlanmıştı.
Beşinci günün sonuna gelindiğinde, Amerikalılar sahilden içeriye doğru sadece 450 metre ilerleyebilmişlerdi. Daha fazla ilerlediklerinde, Japonlar bu sefer arkalarından çıkıyordu! Çıkartmayı yapanlar, adanın etrafını çeviren yüzlerce gemiye ve bire üçlük sayı üstünlüğüne rağmen, adada kuşatılmışlardı.
Tadamaçi Kuribiyaşi, eğitimini Amerika ve Kanada’da almış, akıllı bir askerdi. Denizde, havada ve karada üstün Amerikalılar karşısında, savaşı yeraltına indirmişti! Kuribiyaşi’nin “fukakku”, yani canlı esir vermeme taktiği Amerikalı denizcilere korku salmıştı. Adaya çıkan 76 bin “Marines”, 35 gün süren savaşın ancak 20. gününde bir Japon askerini canlı ele geçirmeyi başarabilmişlerdi!
Iwo Jima, arkalarında muazzam bir hava ve donanma desteği olan 76.000 Amerikan askerine karşı, kısıtlı cephane ile savaşan 25 bin Japon askerinin verdiği bir kahramanlık hikâyesiydi. 200 kadarı dışında 25 bin Japon askerinin tümünün öldüğü bu savaşta, Japonlar adaya çıkan her üç Amerikan askerinden birini öldürdüler. Amerikan ordusunun Iwo Jima’da verdiği 23.000 ölü, Pasifik’te o güne kadar verilen en büyük kayıptı...
Avustralya’nın dibindeki fethedilemeyen ada
Japonlar Rabaul’daki küçük Avustralya garnizonunu, 23 Ocak 1942’de yendiler. Bu orta büyüklükteki ada, imparatorluk ordusunun Avustralya kıtasını fethetmek için hazırlandığı “büyük işgal hareketi”nin sıçrama tahtası olacaktı!
Rabaul gerçek bir kaleye dönüştürüldü ve Papua Yeni Gine, Solomon Adaları ve Avustralya’yı işgal etmek için bir levazım üssü yapıldı. Kokoda Trail, Milne Körfezi, Bougainville, Guadalcanal ve Mercan Denizi Savaşı’na, katılan Japon orduları hep Rabaul’dan yola çıktılar.
Rabaul’un süngertaşı tepelerine 500 kilometre uzunluğunda bir tüneller zinciri oyuldu. Bu tünellerden 15’i hastane amaçlı kullanılırken, 4 kilometre uzunluğundaki bir tünel de 2.500 yatak kapasiteli bir hastane olarak inşa edilmişti! Tüneller Singapur’da yakalanan Amerikalı savaş tutsaklarına ve yöre halkına kazdırılmıştı. Bu zorlu çalışma sırasında birçok tutsak öldü.
“Rabaul Kalesi” 5 uçak pistine, bir balona, bir de denizaltı üssüne sahipti! Çok sayıda donanma gemisiyle birlikte, toplam 200.000 kişilik bir Japon ordusunu barındırıyordu! Tünellerine tankların, uçakların ve hatta denizatlıların saklandığı bu ada, Avustralya’nın yanı başında olmasına rağmen, Amerikalıların işgaline uğramadı. Amerikalılar etrafındaki tüm adaları almalarına karşın, bu adaya çıkartma yapmaya cesaret edemediler. Rabaul, savaşın son günlerinde, Tokyo’dan 8.000 kilometre uzaktaki bir Japon kalesiydi!
Adadaki 70.000 Japon askeri, ancak Hiroşima ve Nagasaki’ye atom bombalarının atılmasından ve Japonya’nın teslim anlaşmasını imzalamasından sonra iki yıl sonra ülkelerine dönebildiler.
Tora, Tora, Tora!
Savaşın belki de en doğru kullanılan uçağı olan Mitsubishi Zero’lar, Pearl Harbor’u bombalamak için, uçak gemilerinden birbiri ardına havalanırken, Yamamoto’nun aklında bir tek soru vardı: “Darbeyi ilk vuran kazanır mı?”.
Amiral, Japonya’nın zaferi kazanamayacağını düşünerek, İngiltere ile Birleşik Devletler’e açılacak bir savaşa hep karşı çıkmıştı. Ama, sözünü kimseye dinletememişti. Derin bir incelemeden sonra şu sonuca varmıştı: “Japonya’nın tek başarı şansı, Amerika’nın korkunç Pasifik Donanması’nı tek vuruşla sakatlamaktır”.
7 Aralık 1941 Pazar sabahı, Pearl Harbor’un doğusunda ve batısında yükselen dağların doruklarında bulutlar vardı. Hawaii’deki Amerikan Hava Kuvvetleri’ne bağlı uçaklardan yalnızca yedi tanesi devriye gezmekteydi. Uçaksavarların başında kimse yoktu. Donanmanın 780 topunun yalnız dörtte birinin personeli görevlerindeydi. Ordunun 31 bataryasından dördü mevzilenmişti, ama bunların da cephanesi yoktu; cephaneler, bozulma ya da paslanmayı önlemek üzere depoya gönderilmişti.
Saat 7:40’ta, “Niikata Dağı’na tırmanın” emrini alan ve kullandığı bombardıman uçağıyla çok yüksekten uçan Yarbay Fuşida, saldırı emrini mors alfabesiyle verdi: “Tora, Tora, Tora!” Kaplan anlamına gelen bu söz, şifreli olarak, “Baskın başarıyla gerçekleşiyor” demekti.
Japonların planı basit, ama etkiliydi. Amerikalıların karşı saldırısını önlemek için, bütün askeri havaalanlarını sistemli biçimde yakıp yıkmakla işe başlıyorlardı. İlk hava saldırı dalgasındaki 40 torpido uçağı, 51 pike bombardıman uçağı ve 49 ağır bombardıman uçağı bombalarla hedeflerini yok ettiler. 80 pike bombardıman uçağı, 54 yüksek irtifa bombardıman uçağı ve 36 avcı uçağından oluşan ikinci saldırı dalgasının ana hedefi ise ABD’nin Pasifik Donanması’na ait gemilerdi.
“Doğan Güneş”, Tokyo’yu aydınlatmaya başlıyordu. Baskına ilişkin ayrıntılı haberler geldikçe, İmparatorluk Donanması Genel Karargâhı’ndaki coşku artıyordu. En ölçülü, ihtiyatlı kimse için bile ABD’nin Pasifik Filosu’nun perişan olduğu apaçık ortadaydı. Müttefikler’in Pasifik’teki kudretlerinin başlıca aracı artık felce uğramıştı, Asya’nın fethi işi devam edebilirdi: “Bansai!”
Amerika’yı işgal edemiyoruz, bari ormanlarını yakalım!
Pearl Harbor’dan sonra Japon Kuvvetleri Pasifik ve Güneydoğu Asya’da cirit atarak, Avrupa sömürge imparatorluklarını yıldırmışlar, Çin’i güneyden kuşatmışlar, Hindistan’a gözdağı verirken, birbirine uzaklıkları 12 bin kilometre olan bir coğrafyada savaşa girmişlerdi. Japonlar güneyde Papua Yeni Gine’nin tropik ormanlarında savaşırken, kuzeydeyse Amerika’yı “işgale” kalkışmışlardı!
Japonlar, Pearl Harbor’dan tam 7 ay sonra, Alaska eyaletine ait Aleut Adaları’nı ele geçirerek “Amerika’nın İşgali Harekâtı”na başlamışlardı! Elbet, Japonlar bunu yapabilecek askeri güce sahip değildi, ama o günlerdeki Amerikan kamuoyu bundan son derece rahatsız olmuş, California sahillerine Japonların yapacağı çıkartma “gün sayar” olmuştu. Batı sahillerinde yaşayan milyonlarca Amerikalı, evlerinin bahçesine siperler kazıyordu. Ayrıca, Los Angeles sahilleri boyunca kurulan yüzlerce gözetleme kulesi, ufuktaki Japon çıkartma gemilerini arıyordu!
Bu dönemde Japonlar Tokyo’dan bıraktıkları atmosfer balonları ile California ormanlarını yakmaya kalkıştılar! Çılgınca, ama gerçek... İşin garibi, Pasifik’te batıdan doğuya esen rüzgârların etkisiyle, 9.000 atmosfer balonunun bir düzine kadarı Amerika kıyılarına ulaştı, hatta iki-üç tanesi içindeki yanıcı maddelerle California ormanlarına düşerek, küçük yangınlar da çıkarmayı başardı! Yangın yerinde bulunan atmosfer balonu ve Japon bayrağı kalıntılarının Amerika’da yarattığı paniği, ne siz sorun ne de biz anlatalım!..
“Buşido” kuralları ile eğitim
1920’li ve 1930’lu yılların ırkçı önyargılarının dünyasında batılı, Japonlara “küçük sarı adamlar” deyip geçme eğilimindeydi.
“Kavruk ve makineden anlamayan” genellemenin ne kadar saçma olduğu, Pearl Harbor ve Filipinler’e yönelen yıkıcı saldırılar sırasında ortaya çıktı. Japon Donanması hem gündüz hem gece çarpışmaları için sıkı eğitim yapıyor ve öğretilenleri iyi öğreniyordu; deniz ataşeleri Tokyo’daki planlamacıları ve gemi tasarımcılarını sürekli bir bilgi akışıyla besliyorlardı. Hem ordu hem de donanma hava kuvvetleri iyi eğitimliydi; çok sayıda usta pilotları, görevlerine son derece bağlı mürettebatları vardı.
Japonlar pratik bir hesaplamayla, bir Amerikan savaş gemisini batırmak için
sadece üç kamikazeye ihtiyaçları olduğunu anlamışlardı. Bir savaş gemisinin
maliyetiyse 100 savaş uçağından fazlaydı. Uçak geri dönmeyeceği için
yakıt gereksinimi de yarı yarıya düşmüş oluyordu!
Kararlı ve aşırı yurtsever subaylarının yönetiminde buşido (Japonların geleneksel savaş sanatı) kurallarıyla eğitilen bu askerler, savunma ve saldırı savaşında müthiştiler. Başka ordularda “son adam kalıncaya kadar dövüşmek” lafta kalırken, Japon askerleri bu deyimi gerçek anlamıyla alıyor ve bunu gerçekten yapıyorlardı.
Japonya’da zorunlu askerlik olduğundan, ordunun insan gücü ihtiyacını gidermesi de kolaydı. İlk yıllarda ordunun kapasitesi sınırlıydı, ama genişletme programı ile 1937’deki 24 tümen ve 51 hava filosu, 1941’de 51 aktif tümene ve 133 hava filosuna çıkmıştı. Bunların haricinde 30 tümen daha görev alacaktı. Böylece Japon Ordusu 2 milyon yedek destekli, 1 milyondan fazla askere sahipti.
Japonların gizli silahları
Japonların Asya ve Pasifik Okyanusu gibi geniş bir coğrafyada Amerika, İngiliz, Avustralya ve Yeni Zelanda ve Çin ile aynı anda savaşabilmesinin ardında, savaş alanında muazzam bir “yaratıcılığa” sahip olması yatıyor.
Japonya, ne asker sayısı ne de silah endüstrisi açısından bu ülkelerle yarışabilirdi, ama çok daha “yaratıcı”ydı. Çok daha az kaynak ve askerle tüm bu ülkelere kök söktürmesinin ardında, düşmanı şaşırtan taktiklere başvurmaları yatıyordu. Örneğin, kamikazeler. Atom bombası atıldığı sırada bile, Japonların anakarayı koruyacak 1.500 kamikaze uçağına sahip olması, savaşın son perdesi için Amerikalıların karabasanlar görmelerine neden oluyordu.
Japonların savaşın son safhasında geliştirdiği, ama atom bombası yüzünden kullanmaya fırsat bulamadığı “gizli silahları” arasında en ilginç olanı, hiç kuşkusuz, Aichi M6A Seiran uçağıydı. Panama Kanalı’nı bombalamak için tasarlanan ve yalnızca 28 tane üretilebilen bu uçak, denizaltıya yüklenebiliyordu! Aichi M6A Seiran, eğer atom bombasından önce üretilebilseydi, artık abluka altında bulunan Japonya’dan denizaltılar yoluyla ayrılacak ve Pasifik ortasından bir noktadan kalkıp, Panama Kanalı’nı bombalayarak Pasifik Donanması’nı Atlantik Donanması’ndan koparacaktı!
Ah şu yokluk olmasa, ne güzel savaşırdık!
Peki, tüm bu yaratıcılığına rağmen Japonya neden yenildi? Her şeyden önce, hammadde eksikliğinden. Pasifik’te yenilen Japonya, petrol gibi birçok temel maddeye artık erişemiyordu. Gaz, elektrik, kömür gibi maddeler çok azalmıştı. Artık evlerde banyo yapmak tarihe karışmış, kamuya açık hamamlar ise kalabalıktan girilmez olmuştu. Hamamlarda sokaktan odun parçaları toplayarak sıcaklık sağlanıyor, buralarda yıkanma deneyimine ise “küvette patates yıkama” deniyordu. Kimi Japonlar ısınabilmek için kitaplarını yakıyorlardı.
Benzin sıkıntısı yüzünden uçaklar iki saatten fazla uçamıyordu. Çaresizlik içinde olan donanma, yakıt yerine kullanmak üzere “çam kökü yağı” kampanyasına başvurdu. Bu arada “200 çam kökü, bir uçağı bir saat süreyle havada tutar” sloganıyla tüm Japon halkı ellerinde kazma kürek çam köklerini çıkarmaya yönlendirildi. Ancak bu emekler boşa gitmeye mahkûmdu. Bir galon petrol elde etmek için 1.000 kişinin 2,5 günlük mesaisi gerekiyordu. Amaçlanan resmi hedef, günde 12 bin varil petrol üretimi olduğundan, bu hedefe ulaşmak için her gün 1,5 milyon işçinin yalnızca bu işte çalıştırılması gerekiyordu.
Durum son derece ümitsizdi. Ancak, bu görüşü hükümetin her üyesi aynen paylaşmıyordu. Hükümetin desteklediği slogan ise şuydu: “100 milyon insan bir bütün halinde ulus için ölmeyi bekliyor”. 1945 Mart’ında Iwo Jima Savaşı’nda Japonların işgale karşı gösterdiği direniş öyle şiddetli ve fanatik düzeydeydi ki, Amerikan komutanları Japon adalarının işgali için kayıplarının “en az 268 bin” olacağını hesaplamışlardı. Bu hesabın sonucu ise, tarihin o güne kadar gördüğü en korkunç silah olan atom bombası oldu....
Not 1: Ulaş Aktuna ve Ali Işıngör'ün birlikte hazırladıkları bu dosya, Focus dergisinin 2004 Ağustos sayısında yayınlandı. İkinci Dünya Savaşı'nın resmen sona ermesinin 60. yıldönümünü anacağımız şu günlerde, savaşın bir de hollywood filmlerinde "anlatılmayan tarafı"nın olduğunu hatırlayalım istedim.
Not 2: Cumartesi günü yeni sayıyı bağlıyoruz. Ekim sayısının kapak konusu "Bizden Çalınanlar". Truva'nın altınlarından Elmalı Hazinesi'ne, Venedik kentinin sembolü Quadriga Atları'ndan temel taşlarına kadar sökülen Bergama Sunağı'na kadar bu topraklardan nasıl çalındığını anlatıyoruz... Ekim sayısını kaçırmayın!
Not 3: Bir ara kafamı toparlarsam, Copyleft ve Copyright'a dayanan farklı lisans modellerini yazmak istiyorum.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
3 yorum:
Not2'ye bir küçük hatırlatma; her şey, tüm arkeolojik zenginliklerimiz, örneğin Bergama sunağı bizden çalınmadılar, dönemin yöneticileri olan padişahlar tarafından bizzat hediye edildiler ya da parça parça götürülmelerine izin verildi. "İşe yaramaz taş parçaları" olarak adlandırılarak.
Çok doğru söylüyorsunuz... Zaten yazıda da bundan uzun uzun bahsettim. Henüz yazı bitmedi ama sizin için "ham halinden" bir iki paragrafı aşağı alıyorum..
"(...)Osmanlı padişahlarının “İngiliz ve Alman kullarına” bu hediyeleri, başlangıçta demiryolu inşaatları sırasında sağlanan çeşitli imtiyazlar aracılığı ile veriliyordu. Örneğin, Haydarpaşa-İzmit demiryolu hattının Ankara’ya kadar uzatılmasına ilişkin 4 Ekim 1889 tarihli anlaşmanın 22. maddesi tam da bundan bahsediyor. Anlaşmanın bu maddesinde verilen imtiyaza göre, demiryollarını inşa edecek şirketler, çalışmalar sırasında herhangi bir izin almaksızın, hattın her iki yanından 10 kilometre genişliğinde bir alanda arkeolojik kazı yapabilecekti! Bu imtiyaz, hattın Kayseri’ye, Eskişehir ve Konya’ya uzatılması için imzalanan 5 Mart 1903 tarihli anlaşmada da korunacaktı. Denetimsiz yapılan bu kazılar sırasında kaç eserin “yurtdışına götürüldüğü” bugün bile bilinmiyor.
Suçu tek başına “demiryolu imtiyazları”na atmak doğru değil elbette... İmparatorluk sınırları içinde yer alan tarihi eserlerin batılı büyükelçi ve arkeologlara “satışına” çok daha önceleri başlanmıştı! Örneğin, Atina’nın sembolü olan Parthenon tapınağının ünlü kabartma ve levhaları, 1799-1802 yılları arasında İngiliz Büyükelçisi Lord Elgin’e satılmıştı.
“Satış işlemlerinin” aslında çok da fazla olmadığını vurgulayalım. Osmanlı İmparatorluğu’ndaki eski eserler 19. yüzyılda İngiltere, Fransa, Almanya ve Avusturya’daki müzelere çeşitli yollarla gönderilmiş ve çoğunlukla da hediye edilmişti... İstanbul-Bağdat demiryolunun inşaatı sırasında Alman arkeologlar sadece Ninova, Babil gibi yol üstündeki antik kentleri değil, Nemrut Dağı’ndan Kudüs’e kadar akıllarına gelen her yeri kazmışlardı. Öyle ki, Ürdün’de Mşatta kazısında bulunan antik saray, Alman imparatoru II. Wilhelm’in bizzat II. Abdülhamid’e başvurması ve gerekli izni alması sonucunda Berlin’e taşınmıştı!"
(...)
Şimdi bir soru: Bir ülkenin sahip olduğu arkeolojik miraslar, sizce sadece yabancılar tarafından çalınır? Bir ülkenin "belleğini çalmak" sadece arkeologlara mı mahsustur? Sizce padişahlar her türlü suçtan "azade" midir?
Kesinlikle değildir.
Kimi durumlarda, mesela o ülke arkeolojik değerlerine hiç özen ve önem göstermiyorsa eserlerin toprak altında kalması çok daha iyidir. Osmanlı padişahları tarafından arkeolojik mirasımız yabancılara bırakılırken-hediye edilirken-bir anlamda da koruma altına alınmış oldular. Bu fazlaca iyimser bir yaklaşım olabilir, ancak Anadolu'ya yapılacak kısa bir gezintide dahi köy evlerine bakacak olursanız pek çok evin civardaki ören yerlerinden toplanmış devşirme malzemelerden inşa edilmiş olduğunu farkedeceksiniz.
Yazınızın tamamını okumak için sabırsızlandım
Yorum Gönder