Pazartesi, Temmuz 11, 2005

La fetâ illa Ali, la seyfe illa Zulfikâr!


Savaş zamanı Kuzey Irak’a girmek zor iştir. Hele hele bir de sınır kapısı kapatıldıysa... Önünüzde iki yol vardır: Ya size kendisinin “şerefli bir Türk subayı” olduğunu söyleyen ordudan kovulma bir “albay eskisi”ne 3.000 dolarınızı kaptırır, ya da sınırdan eşeklerle kaçak mazot ve “beyaz” geçiren “at hırsızı kılıklı” bir kaçakçı ile karşıya geçersiniz...

Ben ikinci yolu tercih ettim. Bizim “at hırsızı”nın adı Kâzım olsun. Ya da İtalyan gazeteci arkadaşların taktığı ad ile söylemek gerekirse “Quasimodo”... Yüzünde çıkan şark çıbanı ve hafif kamburu ile Quasimodo’yu fazlasıyla andırıyordu bizim Kâzım. Özal öncesi günlerde bölgenin mûteber sigara kaçakçılarındanmış kendileri. Şimdilerdeyse “gündüz insan, gece hırt” olarak geçiriyor günlerini... Sıkı bir pazarlıktan sonra “kelle başı 400 dolar”a anlaştık. Cizre’den Şırnak’a geçilirken Kasrik Boğazı’nda arabalardan inilecek, geniş bir yay çizerek Çukurca ile Silopi arasında bir yerden karşıya geçilecek. Son dakikada çıkan bir pürüz yüzünden geçiremedi bizi karşıya Quasimodo...

Kaldık mı savaşın 12 kilometre ötesindeki Silopi’de? Neyse, “başka bir çaresi” bulundu ve geçtik Zaho’ya. Arkamızda sınırın açılmasını bekleyen 700 gazeteci bırakarak...
Kural No 1: Eğer gazeteciyseniz, bu gibi durumlarda “asla ve asla” nereye nasıl gideceğinizi kimseye söylemeyeceksiniz! Çünkü bazı haberler hızlı yayılır ve en yakınınız olarak gördüğünüz meslektaşınızın yaptığı teklif yüzünden “rakam” yükselir. Bu yüzden sadece dergiden “Feyzi Hoca”ya telefonda haberi verdim. Bir de “patron”un kızkardeşine: “Kendi başıma çıkamazsam, beni buradan çıkarın” diye...
“Welcome to Kurdistan”
Silopi’de “iyi görüntü veren” az sayıdaki yerlerden biri, son kontrol noktasından önceki trafik kilometre tabelasıdır. Yanlış anımsamıyorsam, "Habur 13- Zaho 20 kilometre" yazar. Televizyoncuysanız eğer, “Irak Sınırı’ndan bildiriyor” olmak için iyi bir yerdir.

Burada biz de fotoğraf çektirdiğimiz için, Habur’dan sonraki ünlü “Welcome to Kurdistan” tabelası önünde de bir görüntü almak istedik. Ya tabelayı “birileri” kaldırmış ya da biz atladık, bilmiyorum, tabelayı göremedik. Geçmişte birkaç kere kurşunlanan, panzerler tarafından ezilen ama sonra yerine yenisi konan tabela, belki de yeni bir saldırıya kurban gitmişti. Kimbilir?

Neyse Zaho’ya vardık. Oteller Silopi’den biraz daha ucuz, biraz daha kötü ve biraz daha “kısa” burada... Zaho’nun en iyi otelinin iki katını (Otel üç katlı) kapatan bir Amerikan televizyon kanalı yüzünden fiyatlar fırlamış. Çoğu yabancı gazetecinin yaptığını yapıp, bu “köy irisi” yerin eli yüzü düzgün evlerinden birini 400 dolara tuttuk.

Belki çok bilinen bir gerçeği tekrar etmek olacak ama hem Barzani hem de Talabani artık “devlet geleneğine sahip” iki aşiret lideri olmuşlar. Zaho’daki belediyecilik hizmetleri, sınırın öte yanındaki bir Cizre ya da Silopi’ye göre çok daha ileri. En azından çöpleri toplanıyor, içecek temiz suları var ve bir belediye başkanları var!

Pardon, “Ne yani, Cizre ilçesinin bir belediye başkanı yok mu diyorsun sen şimdi?” dediğinizi duyar gibiyim... Evet, yok! İşin garibi, dört yıldır yok! Türkiye’nin diğer tüm ilçelerinde olduğu gibi burada da yerel seçimler düzenlenmiş. Seçimi önce “devletin istemediği parti”nin kazandığı açıklanmış. Seçimde ikinci olduğu ilân edilen bölgenin en büyük korucubaşısı, sonuçlara itiraz etmiş. Karşılıklı yapılan itirazları inceleyen Yüksek Seçim Kurulu, başkanlığı önce korucubaşına, sonra da ilk kazanana vermiş. İlçede olaylar çıkıp da korucubaşı Cizre’yi basınca seçimler iptal edilmiş! “Devlet Baba”, hem korucubaşından hem de halktan korkunca, belediyenin yönetimini kaymakama vermiş ve sıyrılmış işin işinden...

Cizre’de doğumgünü partisi
Silopi’de zaman yavaş geçer... Kediler uyuşuk, akrep ve yelkovan yavaş, sinekler ise tembeldir... Güneş bile saatlerdir aynı yerde asılı gibidir, zaman geçmez bilmez...

Sanırım Cizre’deki 17’inci günümüzdü. Sabah eşim aradı: “Doğumgünün kutlu olsun canım!” Doğumgünü mü? Irak sınırında? Allah Allah? Teknik bir arıza olmalı...

Akşama, Diyarbakır-Habur hattındaki tüm “İtalyan Basını Muhabirleri”nin Cizre’de Uluslararası Basın Merkezi’ne dönüştürülen Öğretmenler Evi’nde toplanması yönünde bir ortak karar alındığını öğrendik. Kararın gerekçesi ise bir süre sonra belli oldu. Tam İtalyanca bir gerekçe: “Akşama ortaklaşa spaghetti alla milanese yapılacak!”

Neyse, Cizre Öğretmenler Evi’ne gidildi ve yönetimine “cebren ve hile” ile el konuldu. Ayağının tozuyla Fildişi Sahilleri’ndeki savaştan gelen Bruno Crimi parmesan peynirini rendelerken, World Press Photo ödülünü üç kez kazanan Francesco Zizola domatesleri doğradı, Afganistan’da dört ay kalan Pietro Suber mantarı közledi, Rai Uno ise makarnayı karıştırdı... Garsonlar, 27 kişilik İtalyan gazeteci grubuna Spaghetti alla Milanese’yi servis etmek için masaya getirdikleri tencerenin kapağını açtığında, ortaya makarnaya saplanmış bir “şamdanlık mumu” çıkar!

Biraz garip ama "italo-curdo" usulü bir doğumgünü “pasta”sı oldu bu...

Zaho’nun ötesi
Zaho’dan sonra daha ileri gidemedik. Çünkü Irak’a girdiğimiz gün, yedi İtalyan gazeteci birden Basra’da kayboldu! Asıl ilginç hikâye de tam burada başlıyor.

İtalyan gazeteciler sendikası FNSI, “24 saat içinde” İtalya’nın tüm gazete, dergi, radyo ve televizyon kanallarına ulaşarak bölgedeki muhabirlerinin isim listesini ve uydu telefonlarını alır. Hemen ardından da teker teker bu gazeteciler aranarak, konumları ve sağlık durumları öğrenilir. Bu arada durumu uygun olanlardan da kibarca “24 saat içinde Irak’tan ayrılmaları” rica edilir. Birkaç gün önce İtalya’nın dört Iraklı diplomatı sınırdışı etmiş olmasından ötürü “korkulan”, Irak yönetiminin misilleme amacıyla İtalyan gazetecileri tutuklamaya başlamış olması ihtimalidir...

Sadece bizim uydu telefonumuz eski tip bir “INMARSAT” (küçük bir valiz büyüklüğünde olanlardan) olduğundan ve günün belirli saatleri açık tutulduğu için bize (Ben ve Panorama’dan Bruno Crimi) ulaşmada zorluk çekilir. Gecenin ilerleyen bir saatinde uydu telefonumuzu çaldıran hanımefendi bize konumumuzu, bulunduğumuz oteli ve “savaş bölgesi sigorta numara”mızı sorar!

Bendeniz “zavallı ve afyonu patlamamış” bir Türk olduğumdan, önce soruyu algılayamadım. Sonra dank etti. İtalyan Gazeteciler Sendikası tüm basın kuruluşlarına çalışanlarını riskli bir bölgeye gönderdikleri zaman bir “özel sigorta” yapmalarını şart koşarmış... Bu sigorta, savaş bölgesindeki gazeteci ya da ailesine bir yaralanma ve ölüm halinde çok ciddi ödemeler yapılmasını sağlıyormuş! Bruno’ya sordum, “Ölümün halinde ne alacak seninkiler?” diye... Biraz düşündü, bazı hesaplar yaptı ve söyledi: “34 yıllık gazeteci ve şu maaşı aldığıma göre... Galiba emeklilik ikramiyemin biraz fazlası olması lazım. Yaklaşık 600-700 bin euro kadar!”
Kural No 2: Bir daha bölgeye geldiğinde, anlaşmalı olduğun yabancı kuruluştan “Savaş Bölgesi Sigortası” yaptırıyorsun. Bu arada, Kürtlerin “Süreyya” adıyla çağırdığı Thuraya’dan bir tane alıyorsun!
Yaşama verilen “değer”e ilişkin bir diğer ilginç anektod, Bruno Crimi’nin anlattığı, Amerikalıların Somali’de uyguladığı “tarife” üzerine olabilir:

Somali’de halktan büyük tepki gören Amerikalılar, ilişkileri yumuşatmak için yanlışlıkla öldürdükleri her keçi başına 100, her deve başına 300 doları hemen operasyondan sonra “cash” olarak ödüyorlarmış... “Çocuklar için fiyat neydi?” diye soracak oldum. Bruno düşünmedi bile: “1.000 dolar!” Önce şaka yapıyor sandım. Çok ciddiydi...

Dikkat edilmesi gerekenler
Kuzey Irak’ta dikkat etmeniz gereken şeyler var. Örneğin, bölgenin en leziz meyvası olan hurmaya “hurma” dememek gibi! Kuzey Irak’ta hurmaya aynen İran’daki gibi “temur” deniyor. Hurma kelimesi ise “kadın” anlamına geliyor. Kısacası, bir sokak satıcısından “hurma” isterseniz, sonuçları kimi zaman hoş olmayabiliyor...

Bir diğer dikkat etmeniz gereken konu ise kıyafetlerinizin rengi. Her renk bir siyasal hareketi temsil ediyor çünkü... Sarı giyinirseniz Barzani’ci, yeşil ve hâki giyinirseniz Talabani’ci, elbiseniz kahverengi ise İslamcı, mavi renk ise Türkmen’siniz demektir!

Bir diğer dikkat edilmesi gereken konu, bölgeye girerken üzerinize aldığınız Amerikan dolarlarının “sadece ve sadece” 1996 serisi olması gerektiği! Saddam’ın 1997’den itibaren sahte kalıplarla Merkez Bankası’nın darphanesinde dolar basıyor olması, dolar bozmak istediğiniz dövizcinin hemen paranın üzerindeki basım yılına bakmasına yol açıyor! “İyi de kardeşim, ben bankadan aldım bu parayı, 2002’de basılmışsa ne olacak?” demeyin. 1996 yılında basılan dolarlar en az yüzde 10 daha değerli!

Pazaryerini vuran füze
Güneydoğu’ya yolu sık düşenler bilirler, şehirlerin dışına çıktığınızda gökyüzü elinizle tutacakmışsınız gibi yakındır. Üzerinize sanki yıldız tozlarının döküldüğünü hissedersiniz. Yine böyle bir günün gecesinde Cizre ile Silopi arasında ilerlerken gökyüzünden bir grup Tomahawk füzesinin geçişini izledik.

Hayatımda ilk kez “seyir füzeleri”ni görüyordum. İlginç bir deneyim olduğunu söyleyebilirim. Çok değil, 300-400 metre yüksekten uçan ve garip bir “kağıt yırtılması” sesi çıkaran ölüm makineleri... İster istemez insanın aklına bir düşünce takılıyor: “Birkaç dakika sonra kimler ölecek? Nereyi vuracak?”

Bağdat’ta pazaryerinin vurulduğu günün sabahıydı. Otelimize döndük ve yattık. Ertesi sabah Bağdat’ta “yanlışlıkla” pazaryerini vuran Amerikan füzesinin haberi patladı. Bir telaş hâli... Önceki gece görmüş olduğunuz füzelerin görüntüsü bir an için beyninizi yalayıp geçiyor tekrar... “Acaba?” diyorsunuz, “Onlardan biri miydi?” Böyle bir olasılığı düşünmüş olmak bile rahatsız edici. Bir an için insanlıktan uzaklaştığınızı hissediyorsunuz...

İki gün sonra Deniz Baykal’ın demecini okuyoruz gazetelerden: “Bağdat’taki pazaryerini vuran füze, Türk hava sahasını kullanan Tomahawk’lardan biriydi!”

Füze icad oldu, mertlik tam bozuldu!
Zaho’da ve Kürtlerde hâkim olan hava, bu savaşın adil olmayan bir savaş olması. Bir de “caş”lık duygusu var, yani “ülkesine hainlik” etmiş olmak çekincesi var... Saddam’a kızgınlar ama Barzani’ye de 1996’da Saddam ile ittifak yaptığı için kızıyorlar... Araplardan hoşlanmıyorlar ama ya karısı ya da eniştesi bir Arap... Barzani’yi Türkiye’ye “posta attığı” için seviyorlar ama dost meclislerinde onu “Caşhayati” (hayatı boyunca birilerine ihanet eden) diye çağırıyorlar...

Bir yandan kendi dillerini konuşacakları, kendi renklerini, kendi bayraklarını sallandıracakları bir vatana kavuşacakları için sevinirken; öte yandan Irak halkına “ihanet etmiş olmak” duygusu rahatsız ediyor onları...



Hâsılı, karmaşık duygular içinde Kürtler. Ama içten içe Amerikalılara da kızıyorlar. Peşmergesinden basit köylüsüne bölgedeki tüm Kürtlerin gözünde bölgedeki “Amerikan Özel Kuvvetleri”; uzakta patlayan topun gürültüsünden korkan, Iraklıların önüne peşmergeyi süren, düşmanı ile göz mesafesinde çarpışmaktansa füze ile bombalamayı tercih eden bir “korkak sürüsü”... En çok da başlarının üzerinden geçen füzeler rahatsız ediyor onları...

Zaho’da, otelin lobisinde bölgede net bir şekilde izlenen bir Türk televizyon kanalına bakıyoruz. Haberlerde “pazaryeri”nin mahşeri görüntüleri var.

Ağzımdan istemsizce dökülüyor sözler: “La fetâ illâ Ali, La seyfe illa Zulfikâr...”

Yaşlı adam sessizce onaylıyor...



Ali Işıngör / Cizre-Silopi-Zaho
2003 yılı, Nisan başı


Not 1:
Pazar akşamını pazartesiye bağlayan bu saatlerde tembellik yapma hakkımı kullanıp, eski ama en sevdiğim yazılarımdan birini buraya koyayım dedim. Yaklaşık iki yıl kadar önce, savaşı izlemek için Irak'a geçtiğimde yazdığım bu makale, ertesi ay çalıştığım dergide yayınlanmıştı. Bölgeye, eskiden birlikte birçok konuda birlikte çalıştığım, İtalyan Panorama dergisinden gazeteci dostum Bruno Crimi ile gitmiştim.

Not 2: İki yıl önce, henüz savaşın başındayken ve koalisyon güçleri Irak'ı işgal etmeden önce yazdığım bu yazı, o günden bu yana, aslında hiçbir şey değişmediğini düşündürüyor. Sanki Zaho'ya bugün tekrar gitsem, otelin lobisinde televizyon izleyen o ihtiyarı tekrar bulacağım gibi bir his var içimde.


Not 3:
“La fetâ illa Ali, la seyfe illa Zulfikâr”: Ali’den başka yiğit, Zülfikâr’dan başka kılıç yoktur! (Alevi/Şii deyişi)


Not 4: Sabah işte fırsat bulursam, dünkü Blog Kardeşliği toplantısını ve bana düşündürdüklerini yazacağım.

Hiç yorum yok: