Pazartesi, Temmuz 04, 2005

Serüven doğudan yükselir!


Avusturya imparatoru Şarlken'in kardeşi, onun ölümüyle de tahta geçen Ferdinand'ın "Muhteşem Süleyman" adıyla anılan Kanuni'ye gönderdiği elçi, 1555 yılında imparatoruna en büyük düşmanı Türkler hakkında şöyle yazıyordu mektubunda: "Türk orduları yağmurların kabarttığı coşku seller gibidir. Kendilerini tutan seddin bir noktasından sızdılar mı, o delikten azgın sular gibi boşanırlar ve dehşetli bir tahribat yaparlar. Kendilerini tutan engeli bir defa yıktılar mı, artık bir daha önlerinde durulmaz, ta uzaklara kadar yayılır, her türlü tahmini aşan zararı gerçekleştirirler..."

1555'te, Türkler Avrupa için sadece kan, savaş ve ölüm değildi. "Nereden çıkacağı belli olmayan" tehlikenin ete ve kemiğe bürünmüş haliydi. Türk akıncılar düşman topraklarında yüzlerce kilometre sessizce ilerledikten sonra, ansızın Münih önlerinde bitiveriyorlardı ya da İzlanda'nın sahil kasabalarını yağmalıyorlardı! 1516'da Papa X. Leon'un Civita Laviana sahilinde balık tutarken Türk korsanlarının eline düşmesine ramak kalması, denizden gelen tehlikenin hiç de "kara bir efsane" olmadığını gösteriyordu.

Osmanlıların bir hayalet gibi Avrupa'nın ortasında gözükmeleri, hayatında hiç Türk görmemiş Avrupalılar için bu düşmanı daha da korkutucu ve gizemli kılıyordu. "Çizgi romanın atası" diyebileceğimiz çizimlerle dolu postalar, Avrupa kentlerini dolaşmaya başlamıştı. İtalya'da "Avvisi del Turco" (Türk'ten Haberler), İspanya'da ise "Avisos de Levante" (Doğu'dan Haberler) adıyla anılan bu postalar sayesinde, Osmanlı fetihleri duyuruluyordu dört bir yana...

Bu propaganda postalarında yer alan resimlerde Türkler, amaca uygun bir şekilde, susuzluğunu Hıristiyan çocukların kanı ile gideren ve esirlere acımayan bir canavar gibi çiziliyordu:

Artık Macaristan'dan pek uzak
Gün doğunca Avusturya'ya varacak.
Elinin altında Bavyera
Uzanacak oradan da başka bir diyara
Korkarım hemen varacak Ren kıyısına
(16. yüzyıl Alman şarkısı)
"O öyle olmaz, böyle olur!"
Batının Türk'ü "kana susamış bir katil" olarak göstermesinin Osmanlı'nın pek de umurunda olmadığını söyleyebiliriz! 17. yüzyılda Osmanlı sarayı için "Türk", askere almak zorunda kaldıkları "başıbozuk"lardan, "etrak-ı bi idrak"tan (Şuursuz Türk) başka bir şey değildi. Bu yüzden, Naima Tarihi'nde Yeniçeri Ocağı'nın bozulmasından bahsedilirken "Ocağa devşirmeler yerine hırsızlar, katiller, Türkler, Kürtler alınmakta idi" denmesi, bizi şaşırtmamalı.



Batılı "Saygı, korkunun kız kardeşidir" der. 16. ve 17. yüzyıllarda Türk, Attila ve Kanuni Sultan Süleyman'da karşılığını bulduğu gibi, "güçlü" ve "muhteşem"di. Doğudan gelen bu topluma karşı korkuyla karışık bir saygı duyuluyordu. Türk, aynı zamanda "korkunç"tu. Çünkü, Türk hükümdarı Kutsal Roma-Germen İmparatoru Ferdinand'ı veziriazamı ile eş tutup, ona diz çöktürmüştü!

Türklerin üç kıtaya yayılmış bir imparatorluk kurmalarına beslenen hayranlık, etkisini batı edebiyatında göstermekte gecikmedi. Torquato Tasso'nun (1544-1595) başyapıtı ve Ortaçağ'ın son büyük kitabı sayılan "La Gerusalemme Liberata"da Selçuklu savaşçıları fazlasıyla Avrupalıdır! Tasso'nun hikayesi, 1. Haçlı Seferi (1096-1097) sırasında Kudüs'ü Türklerden kurtarmaya çalışan Latin krallarının çevresinde geçmesine karşın; "dinsiz" Türk kumandanları, savaş maharetleri, kanlarının son damlasına kadar savaşmaları ve her şeyden önemlisi teke tek düelloları ile Ortaçağ şövalyelerini yeterince çağrıştırırlar. Kitabın Venedik'te basılan 1625 baskısı, ilk çizgi romanın ortaya çıkmasından tam 250 yıl önce "çizgi roman" deyimini hak edecek kadar başarılıdır!

İstanbul'un fethinden itibaren Türk'ün zenginliği, savaşçılığı ve vahşetiyle birlikte anılır. Öyle ki, İtalya'dan getirtilen ressam Bellini, ünlü tablosunda bu imajı yumuşatmak için Fatih'i bir elinde gülle tanıtır batıya. Nitekim, Bellini'nin yaptığı savaş portresinde, kopmuş bir insan kafasını beğenmeyen Fatih Sultan Mehmet'in "O öyle olmaz, böyle olur!" diyerek en yakınındaki askerin boynunu hemen oracıkta vurdurduğu dilden dile dolaşır. Hikâyeye göre, bu kanlı görüntüden yeterince dehşete düşen Bellini, hastalığını öne sürerek ilk kadırgayla kapağı İtalya'ya atar!

Kızılmaske Türklere karşı!
19. yüzyılın çizgilerine baktığımızda, "muhteşem ve acımasız Türk" imajının yerini "hasta adam"a bıraktığını görüyoruz. İmparatorluk sınırları içindeki tüm etnik grupların isyan bayrağını çektiği günlerde, Avrupalı için "Türk", artık şişko, hilebaz, tembel ve rüşvetçidir. Ve dönemin çizgilerinde Türkiye, hurmalı, dansözlü ve tropikal bir ülke olarak "Araplaşmış" şekliyle yer alır. Türklerin Araplaştırılması, çoğu zaman romantik bir oryantalizm ile üstünkörü yapılan bir ön incelemeden kaynaklanmakla beraber, kimi zaman da "politik" bir tercihtir.

Bu politikanın ardında yatansa, yaklaşan sömürgecilik dönemiyle birlikte, Avrupalıların geniş kitlelerin gözünde kendilerini "medeniyet", Türk'ü ise "cehalet"in timsali kılarak, doğuya doğru yeni fetihlerine meşruiyet bulma çabasıdır. Bu propaganda savaşının kuşkusuz en önemli araçlarından biri de çizgi romanlardı. Propaganda amaçlı çizgi romanın en muhteşem örneklerinden biri, hem de Türkleri hedef alacak bir şekilde, İtalyan diktatör Mussolini 'nin emriyle hazırlandı: "Kızılmaske Türklere karşı!"

1930'ların başında Mussolini'nin bir emri ile yasaklanan "Gordon", "Kızılmaske" ve "Mandrake" gibi dergiler, okuyucu tepkisi üzerine yeniden yayına konmuştu. Ama "küçük farklarla"... Örneğin, Gordon'un yakın dostu Rus profesör Zarkof ameliyatla İtalyan yapılmış; Kızılmaske ise, çizeri Lee Falk'un da katkılarıyla "Maskeli Adam" , İspanya'da Cumhuriyetçilere, Afrika'da kabilelere karşı savaşmak zorunda kalmıştı.

"Duce"nin Antalya'yı istediği yolundaki iddialar yüzünden ince bir çizgide olan Türk-İtalyan ilişkilerini zedelememek için, Kızılmaske, Libya' daki macerasında Türkler yerine hayali bir zenci kabilesine karşı savaşır. Kızılmaske'nin en dehşetengiz serüveniyse, Mussolini'nin iktidarı devraldığı "Kara gömlekliler"in Roma'ya yürüyüşü sırasında yaşadığıdır. Neyse ki bu maceralar uzun sürmez; bir süre sonra yerlerini "Macalle Üçlüsü" adında Afrika'daki faşist İtalyan kahramanlarının maceraları alır. Bu seferki düşmanlar daha "sahici"dir: Libya'da Türkler, Somali'de zenciler...

Enver Paşa'yı öldüren Ermeni taburları
İmparatorluğun yıkılış dönemlerinde, Osmanlı sefaretlerinin birinci katipleri "Le Temps", "Times", "Wiener Zeitung" gibi gazetelerin bürolarını dolaşarak, karikatürlerde sık sık çizilen fesli, kaftanlı, tespihli, ebleh ve şişman, "Avrupa'nın hasta adamı" altyazılı Türk tiplerinde kaftan yerine redingot ve "jaket" kullanılmasını istemişlerdi. Bu talep, ciddiye alınmadı.

1930'larda Avrupa'da yükselen faşizm ve yavaş yavaş gündeme oturan yeni bir "iddia", Avrupa'nın çoğu ülkesinden önce, 1928' de kadınlarına seçme ve seçilme hakkı veren Türklerin çizgi roman dünyasında da medenileşmesini engellemişti. Bu yeni "iddia", 1915 sözde Ermeni soykırımıydı! 1915 tehciri sonrasında, Ermenilerin Avrupa'ya, ağırlıkla da Fransa'ya göçmelerinden sonra, batılı çizerlerin Ermeni aydınlarıyla ilişkiye geçmesiyle, "soykırım" batılı çizerlerin yeni malzemesi oldu.



Örneğin, Hugo Pratt; "Semerkant'ın Altın Evi" adlı macerasında, asıl kahraman olan Corto Maltese aracılığı ile İttihat ve Terakkicileri kimi zaman epey sert, kimi zaman deyim yerindeyse ince bir kara mizahla yerer. 1920 İstanbul'unda "Turan öldü" parolasıyla girilen bir odada, İttihat ve Terakki subaylarının Orta Asya içlerindeki Enver Paşa'ya katılmak için yaptıkları toplantıya katılan ve Enver Paşa'nın Pamir Vadisi'nde "Turan ütopyası" uğruna ölümüne tanık olan Corto Maltese, imparatorluğun batışının ince bir eleştirisini yapıyordu. Öte yandan Corto Maltese, "1915 katliamından kurtulmuş" küçük bir Ermeni kızını koruması altına alarak, tavrını Ermenilerden yana koyacaktır.

Vidal ve Clave'nin yarattıklan "Köpekler Adası" adlı çizgi romanın öyküsüyse, tamamen Ermeni tezlerine dayanıyor. Doğu Karadeniz kıyısındaki Ohanyan Adası'nda gelişen olaylar ve bu hayali adanın valisinin gerçekleştirdiği katliamlar, tüm kurgulanmışlıklanna karşın, usta göndermelerle bazı gerçek isim ve adresleri anımsatıyor.

Olayların geçtiği Köpekler Adası, şehremini kararıyla İstanbul'da toplanan sokak köpeklerinin gönderildiği Hayırsız Ada' dır. Senaryoda işlenen tema, Sason ve Zeytun isyanlarına atıfta bulunur. Ohanyan Adası valisi de, çok büyük bir ihtimalle, "Ermeni Kasabı" olarak nitelendirilen ve 1915'de Trabzon valisi olan Celal Azmi Bey'dir.

"Köpekler Adası"nda çizilen Türk portreleri, vahşet, barbarlık ve kalleşlik çağrıştırır. Bu tutum, gaddar binbaşı Ferid'den Ermenilerin öldürülmesi için pencereden bağıran Türk kadınına, yağmalayacağı Ermeni mahallelerinin hayalini kuran nöbetçi askere kadar her kesim için geçerlidir.

Bu arada, "Kızıl Sakallı"dan bahsetmeden olmaz. 1950'li yıllarda çizilen bu Alman çizgi romanında, Topkapı Sarayı'na elini kolunu sallayarak giren Kızıl Sakal'ın korsanları, sanki Kapalıçarşı'da turistik bir gezide gibidirler. Sonuçta, padişahın burnuna namluyu dayayan Kızıl Sakal, Cezayirli levendlerin padişahın haremine hediye etmek için kaçırdıkları Avusturya prensesini kurtarır.

1950'li yıllarda çizilen bu çizgi romanın okuyucusu için en can alıcı yeri, "ölümden korkmayan" Türk levendini konuşturmak için uygulanan yöntemdir. Onu domuz yağına sokmak ve abdestini bozmakla tehdit ederler. Levendin "Efendi, domuz yağına girersem, cennete girermem" diye haykırmasına rağmen kimse onu dinlemez ve levent "çözülür", "ötmeye" başlar!

Dersim dağlarında bir Japon gerilla!
Belki "uç bir örnek" olacak, ama burada ünlü karikatürist/grafik ustası Ergün Gündüz'ün kişisel koleksiyonundaki Japon çizgi roman "Kürtlerin Yıldızı"nı anmadan olmayacak. Yoshikazu Yasuhiko'nun çizdiği yaklaşık 340 sayfalık macerada, bir "Japon gerillanın Kürt yoldaşlarıyla birlikte "faşist Türk ordusu"na karşı omuz omuza çarpışmasım izliyoruz! Bu arada, Güneydoğu'da ne aradıkları belli olmayan Ruslar sahneye giriyor. Macera Japonca olduğu için tamamına vakıf olamasak da, çizgi romanda kötü adamı oynadığı her halinden belli olan faşist Türk generalinin Atatürk' e olan benzerliği, hemen dikkati çekiyor.



"Kaba propaganda" amacıyla birilerince ısmarlandığı belli olan bu "uç örnek" bir yana, 1980'lerden sonra dünya çizgi romanında Türklere karşı bakışta belirgin bir düzelme oldu, 1980'lerden itibaren arka fonda Türkiye'yi kullanan çizgi romanlar, içinde belli bir "hamam ve cami" oryantalizmini barındırsa da, Türkiye'yi doğu ile batı medeniyetleri arasındaki köprü niteliğiyle resmetmeye başlamıştı.

Bu düzelmede en önemli payın Türk mizahçılarına ait olduğunu söylemek mümkün. Dünyada bugün çok az örneği kalan politik mizah dergiciliği, 80'li yıllarda Gırgır, Limon ve Hıbır dergilerinden çok sayıda "dünya çapında" karikatüristin çıkmasını sağladı. Bu mütevazı etki, Türklerin batılı çizgi romanlardaki görüntüsünü büyük ölçüde etkiledi.

Nitekim, Selçuklu ve Osmanlı Beyliği zamanında Anadolu'yu işleyen Gilles Chaillet'nin, "Vasco-Bizanslı Kız" ve "Gecenin Nöbetçileri" albümlerinde, Türkleri çizmeden önce esaslı bir ön araştırma yaptığı anlaşılıyor. Fotoğraf hassaslığında yapılan resimlerle Türk göçebelerinin hayatı ve Konstantinopolis kentinin neredeyse şehir planını çizen Chaillet, kimi meslektaşlarının Araplarla karıştırdığı Türkleri, Moğollardan ayırabilecek bir inceliğe ulaşmıştı.

Chaillet, "Gecenin Nöbetçileri" albümünün son sayfasında, asıl kahraman Vasco 'yu ve Fransız prensesinin de içinde bulunduğu kent halkını Moğol kuşatmasından kurtaran Osmanlı beyi Orhan'ı, bütünüyle bir centilmen olarak sunuyordu. Kente girdiğinde gözlerini prensesten alamayan Orhan, atından inerek onun önünde eğilir ve güzel prensese, "Asil bayan krallığım ayaklarınızın altındadır" der. Chaillet için Türkler birer centilmen savaşçıdırlar!

Yeniçeri ve Batman omuz omuza
Arkabahçe Yayıncılık'ın bugünlerde piyasaya sürdüğü "Yeniçeri", DC Comics'in imzasını taşıyor. Batman, Aquaman ve Wonder Woman gibi "şöhretleri" bir araya getiren bu çizgi romanın en önemli özelliğiyse, maceradaki esas oğlanın, pardon esas kızın, bir Türk "süper kahraman" olması.

Selma Tolon, İzmit depremi sonrasında yaptığı kahramanca bir hareketten sonra "süper güçler" edinen bir hanım kızımız. Macerada; irticacı subaylar, Atatürk'ün mirasını yıkmak isteyen aşırı İslamcılar, camiden yönetilen yıkım ve felaket, inanç adı altında kötülük gibi "tanıdık temalar" öne çıkıyor. Tabii bir de "dost ve müttefik" Amerika'nın iyi günde kötü günde Türkiye'den "esirgemediği" desteği...



Neyse, ay-yıldızlı kostümü ve "Yeniçeri" kimliği ile kötülerin kabusu olan Selma Tolon, bu macerasında sadece ülkesini kurtarmakla kalmıyor, dünyanın en güçlü süper kahramanlarının üye olabildiği Justice League of America'ya (JLA) da davet ediliyordu.

Türkleri ister kötü ister iyi göstersin, aslında tüm çizgi romanlarda tek bir "arka fon" var. Minareleri, hamamları, çarşaflı kadınları, daracık sokakları ve artık kaybolmaya yüz tutan sokak satıcılarıyla "İstanbul"...

Kimileri Türkiye'nin çizgi romana olduğundan daha fazla oryantalist bir tarzda aktarılmasından rahatsız olsa da, buna en güzel cevabı "çizgi romancı" Ergün Gündüz veriyor:

"Afrika'ya hangisini görmeye gidersiniz? Doğal yaşamı ve Masai yerlilerini mi yoksa oranın manifaturacılar çarşısını mı? Elbette birincisini... Çizgi romanda insanlar kendi sıkıcı hayatlarını görmeyi istemiyorlar. Çizgiler, insanlara görmeyi istediklerini ve hayallerini gösterir. Bu yüzden ben de Afrika'yı çizdiğimde sadece bunları görürüm. Avrupalıların da bizi böyle görmesinde bir zarar yok. Çünkü biz buyuz ve bu yanlarımız bizi onlardan farklılaştırıyor..."


Ali Işıngör


Not 1: Focus dergisinin Mayıs 2005 sayısında yayınlanan bu yazımın, derginin künyesinde yer alan "Kaynak göstermek şartıyla dahi alıntı yapılamaz" kaydına rağmen, "alenen çalınarak", sağda solda yayınlandığını görüyorum. Haber7.com'cular uyarım sonrasında yazımı yayından kaldırıp özür dilediler. Şimdi de resimliroman.net'i uyaran bir mail attım. Hadi, büyük basın kuruluşlarını anlıyorum, onlar bunu alışkanlık haline getirdiler... Peki, çizgi romancıların bu "hırsızlığı" yapmasına ne demeli?

Not 2: Genel Kamu Lisansı, Creative Commons gibi lisans modellerinin yanında yer alan birisi olduğumu artık biliyorsunuz. Tabii bu, sadece "bireysel bir duruş"u ifade ediyor. Focus'un künyesinde yer alan acımasız "copyright" şartları ise DBR dergi grubunun genel yayın politikasının bir parçası. Bu yüzden ortada benim açımdan bir çelişki yok.

Not 3: Söz konusu araştırma dosyasının yazarı olarak bu makaleyi kişisel bloguma koydum. Bu dakikadan sonra, yandaki sütunda gözüken "Some Rights Reserved" ikonunun altındaki şartlara "uymak kaydıyla", dileyen herkes bu yazıyı sitesine koyabilir. Daha Türkçesini söylemek gerekirse, kaynağını (sitenin adı, yazının tam adresi, yazarın adı) açıkça belirtmek ve kendi sitesini de aynı koşullar altında paylaşıma açmak kaydıyla (share alike prensibi) bu yazıyı herkes sitesinde yayınlayabilir. Bu koşullara uymadan ilk yazı araklayana dava açacağımı ve avukatımın da Sayın Fikret İlkiz olacağını, tüm sevenlerime açıklarım. Muhtemelen sıkı bir tazminat da ödemek zorunda kalacak olan bu ilk şanslı arkadaş, Creative Commons'un Türk hukuk sistemine girerek bir içtihatın doğmasına da fırsat verecek. Sabırsızlıkla bekliyorum... :)

2 yorum:

Berkin Bozdoğan dedi ki...

Merhaba,

Belki CC sayenizde bir dava konusu olur da CC camiası Türkiye'ye uygun bir hukukî tanıma kavuşur. Açık konuşayım: Türkiye'deki belki ilk bir CC lisansı ile yayın yapan Online Bilgisayar Dergisi'nde olmak bana haz veriyor.SDN

Güzel günler dilerim.

Ali Işıngör dedi ki...

Berkin Bey,

Aslında ne iyi oldu bu mesajı attığınız. Geçen günlerde sitenin istatistiklerine baktığımda, sitenizden galan trafiği görünce keşfettim e-derginizi. Önümüzdeki ay Focus'ta küçük de olsa shift-delete'den bahsetmeyi düşünüyordum :)... Telefon numaranızı isingor@gmail.com adresine gönderebilirseniz, sizinle konuşabilmeyi de isterim.

Dostlukla-Ali